İbret Al, Şerre İbret Olmaktan Sakın!..

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2010 Ay: Aralık Sayı: 51

Efendim; “Menfî şeylerden de hikmet ve ibret dersi çıkarılabilir mi?” Bu konu hakkında bizleri aydınlatır mısınız?

Her şeye derin bir tefekkürle nazar edebilen kimse için bu cihan, binbir ibret ve hikmet sergisidir. Lâkin, gerek bu muhteşem sergiyi lâyıkıyla idrâk edebilmek, gerekse başa gelen müsbet-menfî hâdiselerden çıkarılması gereken hikmeti görüp ibret alabilmek, ancak kalbin yüksek bir kıvam ve seviye kazanmış olmasına bağlıdır. Zira bu seviyeye ulaşan bir gönül için, zaman rüzgârının esintisiyle dalında şekilden şekle ve renkten renge giren bir yaprak dahî, “mârifetullâhı ve ilâhî azameti anlatan bir dîvan” olur. Olgun kişi, o küçük yapraktan gönlüne nice hikmet ve ibretler devşirir. Her varlığın hayat macerasının hikmetlerini tefekkür eder. Böylece Allâhʼın kudret ve azametinin yüceliğini kavrayıp bütün hâl ve tavırlarının, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olmasına daha büyük bir gayret gösterir.

Ancak kalbi, mârifetullahtan nasipsiz, rûhânî tefekkürden mahrum, gaflet ve kasvet içerisinde kararmış, velhâsıl gönül âlemini ziyan etmiş kimse ise, şâhit olduğu veya başına gelen herhangi bir hâdiseden en ufak bir ibret dersi çıkaramaz. Hattâ içine düştüğü nefsânî hayatın dehlizlerinde, bir sonbahar yaprağı gibi savrulur gider. Böyle bir kalbe, en tesirli öğütler bile fayda vermez. Neticede hiçbir şeyden ibret almadığından, nihâyet herkes onu hazin bir ibret manzarası hâlinde seyreder.

Nitekim Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli ve zâlim halkı; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk edilen Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrut; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan Lût kavminin, hayâdan yoksun, ahlâksız ve edepsiz insanları ve daha nice zâlimler, kendilerine bildirilen ibret ve hikmetlerden ders almak yerine kıyâmete kadar bütün insanlık için ibret olma bedbahtlığını tercih etmişlerdir.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurmuştur:

“Akıllı o kişidir ki, insanların müptelâ oldukları belâlardan ibret alır.”

Bu sebeple aslolan, mârifetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıma yolunda aşkla ilerleyip, gönlü Peygamber muhabbetiyle müzeyyen hâle getirebilmektir. Zira gönül, bu aşk ve muhabbette merhale kat ettiği ölçüde, karşılaştığı hayır ve şer, lûtuf ve kahır her hâdisenin derûnundaki hikmeti çözer ve ondan mânen istifâde etmesini bilir.

Meselâ mal, evlât ve makam, Allâh’ın insanlara bir lûtfudur. Lâkin insan böyle lûtuflardan bile zarara kapı açabilir. Meselâ mal, kendisini azdırır, nefsânî bir yolda yürütür, mağrur ve kibirli kılarsa ondan zarar görür. Makam da böyledir; zulme vesîle kılınırsa kişiyi alçalttıkça alçaltır, acınacak bir hâle düşürür.

Bunun aksine, bir kahır tecellîsi de, bâzısını zarara sokarken bâzısını kazandırır. Meselâ bir hastalığa dûçâr olan kimse sabredip Allâh’a tevekkül ederek o hastalığa sabretmekten dolayı ecir kazanabileceği gibi, aksine aynı hastalıktan bir başkası Allâh’a isyan kapısını da açabilir. İlâhî bir imtihan olarak karşılaşılan hâdiseler, bir insanda rahmet, lûtuf ve saâdete, diğer bir insanda ise dünyevî veya uhrevî kahır ve felâkete sebep olabilir. Yani insanoğlu kendi irâde ve arzusunun dışında zuhûr eden hâdiseler karşısında, gereğinden fazla üzülmek veya sevinmek yerine, hikmete nazar etmeli ve ondan mânen istifâde etme yoluna bakmalıdır.

Bahâuddin Nakşibend Hazretleriʼnin, tasavvuf yoluna intisâbından evvel şâhit olduğu şu dehşet verici hâdise, menfî ve bâtıl bir manzaradan bile nasıl bir hikmet ve ibret dersi çıkarılabileceğine dâir ne güzel bir misâldir:

Hazret şöyle anlatıyor:

“Bir gün yolumda giderken, bir kumarhanenin önünden geçmekte idim. İçeride bir topluluğun, ihtiraslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara bağlanmışlar, sanki kumar oynamanın aşkıyla sarhoş olmuşlardı.

Böylece ikisi kendi aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu, ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak yanında ne varsa, rakibi hepsini elinden aldı.

Düşmüş olduğu o kadar perişan hâle rağmen, yine aşkla kumara devam ediyor, büyük bir gayret ile oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine, kumar gibi menfî bir işteki ısrârını gösterir bir sûrette dedi ki:

«–Bana bak! Malımı, bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine seninle oynamaktan vazgeçmeyeceğim! Hayatım pahasına da olsa kazanacağım. Öyle ki, benim düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin.»

Kumarbazın, kumarda oynayıp her hususta bu derece zarar görmesine rağmen, canı pahasına da olsa onun bu bâtıl yoldaki ısrarını, kararlılığını, hırsını ve irâde kuvvetini görünce bana da bir şevk ve gayret geldi. Kendi kendime düşündüm: Ben ebedî bir hayat için dünyaya geldim. Bir imtihan âlemindeyim. Bir kumarbaz, bâtıl bir işte bu kadar ısrarlı, kararlı ve azimli davranırken ben Hakkʼın rızâsını kazanabilmek için nasıl bir azim ve gayret içinde olmalıyım?

Velhâsıl o kumarbazın sefih bir hayat içerisindeki bu perişan hâli, benim gayretimin zuhûruna vesile oldu ki, o günden itibaren Hak yolunu takip etmekteki azmim daha da arttı. Hamdolsun Rabbime, her geçen gün de isteğim artmaktadır.” (Bkz. Ekrem Sağıroğlu, Şâh-ı Nakşibend, Yasin Yayınevi, İstanbul 2001, sf. 99-100)

Bizler de gördüğümüz her ibret tablosunu ve işittiğimiz her nasihati kendimize yapılmış gibi görerek nefsimizi sîgaya çekmeliyiz. Bilhassa, boş ve bâtıl dâvâlar uğruna nice büyük sıkıntılara fedâkârlıkla katlanan insanların o zavallı hâlini düşündükçe, biz de hak bir dâvânın mensupları olarak gayret-i dîniyyemizin seviyesi hususunda ciddi bir vicdan muhâsebesinde bulunmalıyız.

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Allâh’ın hikmetine, lûtuf ve keremine bak ki; biz, ümmetlerin sonunda, âhir zamanda geldik. Allâh’ın merhameti Nûh kavminin, Hûd kavminin helâkiyle bizi îkaz etti.

Cenâb-ı Hak, onların başlarına gelenleri işitip ibret almamaktan korkalım ve O’nun varlığı ile birliğine inanalım diye, onları kahretti. Bu iş tersine olsaydı, yani biz evvelce gelip onlar bizden ibret alacak olsalardı, vay hâlimize!..”

Gelecek nesiller tarafından kötü bir ibret misâli olarak değil; bilâkis hayır, fazîlet ve yüksek ahlâkla mücehhez, örnek bir şahsiyet olarak yâd edilen sâlih kullara ne mutlu…

Cenâb-ı Hak, müsbet ve menfî karşılaştığımız her hâdisenin derûnundaki hikmeti idrâk ederek çıkarılması gereken ibreti lâyıkıyla alabilmeyi cümlemize ihsan buyursun…

Âmîn…