İbadetler Birbirlerinin Yerini Tutabilir mi?

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2011 Ay: Ekim Sayı: 61

Efendim; âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, insanlar ve cinler Cenâb-ı Hakk’a ibadet etmek için yaratılmıştır. Peki, insanın namaz, oruç, zekât, hac gibi farklı ibadetlerle mükellef tutulmasının sebeb-i hikmeti nedir? Bir ibadet, diğerinin yerini tutabilir mi? Bizlere bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu suâlinize müşahhas bir misalle cevap vereyim:

İnsanın farklı ibadetlerle mükellef tutulması, tıpkı bir insanın, ömrü boyunca sadece bir gıdâ ile yetinmeyip farklı yiyeceklerle beslenmesi gibidir. Nasıl ki insan vücûdunun sıhhat ve selâmeti için pek çok gıdâ ile beslenmesi zarûrî ise, bunun gibi rûhun da gerçek huzuru tatması için bütün ibadetlerin feyz ve rûhâniyetine ihtiyacı vardır. Zira her ibadet, rûha kuvvet ve hayâtiyet veren ayrı bir vitamin mesâbesindedir. Bunun içindir ki namaz ve oruç, kişi akıl-bâliğ olunca kendisi için farz kılınmış; zekât, belli seviyede bir mülkiyete sahip olunca zarûrî sayılmış; yine gerekli vasıflarını taşıyan her müʼminin ömründe en az bir defa haccetmesi emredilmiştir.

Burada şu hakikati de belirtmek lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk’ın, yoktan yarattığı biz kullarının ibadetlerine aslâ ihtiyacı yoktur. Hem uhrevî kazanç hem dünyevî sevap bakımından ibadete asıl ihtiyacı olan bizleriz. Nitekim bütün mahlûkât, hayatları boyunca Cenâb-ı Hakk’a ibadet etse, bu O’nun şânını bir nebze dahî artırmayacağı gibi, bütün mahlûkât O’na ibadetten gâfil kalacak olsa, yine bu, O’nun şânından bir zerre dahî eksilmeye yol açmaz.

Her ibadet, taşıdığı mânâ ve vasıflar itibâriyle;

‒İnsanda îmânın kemâle ermesine,

–Mârifetullâh’ın, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilme idrâkinin seviye kazanmasına,

‒Mü’minin rûhen tekâmül edip kalben olgunlaşmasına,

‒Kulun Rabbine yakınlaşarak O’nunla dost olmasına vesîle olur.

Nitekim huşû içerisinde edâ edilen bir namaz, kalbe ihsan duygusunu ve Allah ile beraberlik şuurunu nakşederken; âdâbına riâyetle tutulan bir oruç, açların hâlinden anlamayı telkin ederek gönülde merhamet ve şefkat duygularını inkişâf ettirir. Diğer taraftan da yarım günlük bir açlık bizleri, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinin kadrini derinden derine düşünmeye sevk eder. Sanki iki kefen parçasına bürünerek büyük bir hiçlik içerisinde îfâ edilen hac ise, insanı daha bu dünyada iken uhrevî bir iklime sokarak, kişiye mahşer ânının küçük bir provasını yaşatır. Velhâsıl, Allah rızâsı için yapılan her ibadet, aynı zamanda insan rûhuna apayrı gıdâlar verir. Bu gıdâların her biri, birbirini tamamlayıp âhenkli bir bütünü oluşturan unsurlar mevkiindedir.

Bu sebeple, kâmil bir müʼminin bir ibadete ağırlık verip diğerlerini hafife alması, hele hele de terk etmesi aslâ söz konusu olamaz. Yani hiç kimse, “Ben namaz kılmıyorum, ama kalbim çok temiz!”, “Ben içki içiyorum, ama orucumu da tutuyorum!” gibi sözlerle kendini savunma hakkına sahip değildir. Bunlar, gerçek bir îman şuuruna ve kulluk âdâbına yakışmayan, dînî idrâkteki sakatlık ve noksanlığı açıkça ortaya koyan gâfilâne sözlerdir.

Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın halîfeliği döneminde, sadece ibadetlerden biri olan zekâtı vermeyi reddeden bâzı müslümanlara katʼiyen tâviz vermeyip üzerlerine ordu göndermesi de bu hususta çok mânidardır.

Öte yandan, bir ibadetin eksikliği bile, kişinin hâl ve davranışlarındaki noksanlıklarla dâimâ kendini gösterir.

Meselâ namazı ihmâl eden bir kimsenin Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı azalır. Orucu ihmâl eden, katı kalpli, merhamet ve şefkat yoksulu olur. Allâh’ın ihsânı olan mal ve mülkten sadaka, infak ve zekât vermeyen kimsenin malının bereketi kaybolur, kalbi taşlaşır, cimri, bencil ve egoist biri hâline gelir.

Meselâ şu hâdise, zekât ve infâkın gönülde hâsıl ettiği güzel tesiri ifâde etmesi bakımından ne kadar ibretlidir:

Bir sahâbî, Peygamber Efendimiz’in yanına giderek kalbinin katılığından şikâyet eder. Âlemler Sultânı Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ona şu tavsiyede bulunur:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed, II, 263, 387)

Yani her ibadetin insanın kalbine kazandırdığı ayrı bir feyz ve rûhâniyet vardır. İnsan da, ancak dînin emrettiği ibadetleri lâyıkıyla yaptığı ölçüde “gerçek müʼmin” ve “kâmil insan” vasfını kazanabilir.

Burada Hazret-i Mevlânâ’nın şu îkazını da hatırlamak yerinde olacaktır:

“Hak’tan gayrıyı hedef tutan ibadet, suçtur. Gösteriş için kılınan namaz, dıştan temiz ve saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır. Nasıl ki, içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, lezzet ve sâfiyetini kaybederse, hasta ve gâfil kalple yapılan ibadetler de böyledir.”

Suâlinizin ikinci kısmını teşkil eden; “Bir ibadetin, diğerinin yerini tutup tutamayacağı” hususunda da, yine müşahhas bir misalle cevap vereyim:

Bir bardak suyu masanın üstüne bırakıp, bir arkadaşınızdan o su hakkında sizi bilgilendirmesini isteseniz, o arkadaşınız, suyun sıcak mı soğuk mu olduğunu anlamak için bardağa dokunur, temiz mi kirli mi olduğunu anlamak için bardağa etraflıca bakar ve acı mı tatlı mı olduğunu anlamak için de tadına bakar. Yani bir bardak suyun mâhiyetini idrakte bile her uzvun farklı bir fonksiyonu vardır ve hiçbiri, diğerinin yerini tutamaz. Aynen bunun gibi her ibadetin dînî hayatta birbirini tamamlayan ayrı bir vazifesi vardır ve hiçbir ibadet diğer bir ibadetin boşluğunu dolduramaz.

Bu sebeple nasıl ki insan vücûdundan hiçbir uzuv, bir diğerinin yerini tutamazsa, bir kulun da kâmil bir müʼmin olabilmesi için bütün ibadetlerinde huşûya riâyet etmesi, hiçbir ibadetinde ihmal ve aksaklık göstermemesi lâzımdır.

Mevlânâ Hazretleri’nin naklettiği şu misâl, bu hakîkate ne güzel işâret etmektedir:

“Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi, gaflet içinde bulunan bir sağır ahbâbına:

«–Komşun hastalanmış, haberin var mı?» dedi.

Gâfil sağır, bunun üzerine kendi kendine ziyâretinin muhâsebesini yapmaya başladı:

«Diyelim ki komşumu ziyârete gittim. Bu sağır kulakla, o hasta dostumun ne dediğini nasıl anlayabilirim? Hem insan hasta olunca, sesi de kısık, zayıf ve yavaş çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam.» diye düşündü. Sonra:

«Fakat komşudur, çâresiz gitmem lâzım. Aksi hâlde herkes beni ayıplar, îtibârımı kaybederim.» diyerek gitmeye karar verdi.

Ardından da şöyle bir plân yaptı:

«Ben onu ziyârete gittiğimde, dudaklarının kımıldadığını görürsem, ne dediğini tahmin etmeye çalışıp hastaya duymadığımı belli etmem. Zaten o da içinde bulunduğu ıztıraptan dolayı bunun farkına varmaz. Evvelâ:

“–Nasılsın ey benim dertli komşum?” derim. O da bu suâle elbette:

“–İyiyim, hoşum!” diyecektir. Ben de:

“–Allâh’a şükürler olsun!..” derim. Sonra:

“–Ne yemek yedin?” diye sorarım. O:

“–Şerbet içtim, yahut mercimek çorbası yedim.” der. Ben de:

“–Âfiyetler olsun!” derim. Sonra:

“–Peki, hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedâvi ediyor?” diye sorarım. O da:

“–Filân geliyor.” diye cevap verir. Ben de gönlünü almak için:

“–O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız; o gelince işler yoluna girdi demektir.” derim, diye aklınca soru ve cevapları hazırladıktan sonra kalktı, hasta komşusunu ziyarete gitti.

Aynen tasarladığı gibi ilk önce:

“–Nasılsın ey benim dertli komşum?” dedi. Binbir acı ve ıztırap içinde kıvranan hasta, inleyerek:

“–Çok fenâyım, sanki ölüyorum.” dedi. Ancak bunu işitmeyen sağır, derhâl daha evvel içinden kurduğu cevabı yapıştırdı:

“–Allâh’a şükürler olsun!..”

Hasta, bu söze son derece incindi, canı iyice sıkıldı. Komşusunun tezatlı hâlinden bir şey anlayamadı:

«Demek ki bu komşu, benim ölmemi istiyor!..» diye düşündü. Bundan habersiz olan sağır, ikinci suâlini sordu:

“–Bu gün ne yemek yedin?”

Zaten canı sıkılmış olan hasta, kızgınlıkla:

“–Zehir, zakkum!” dedi.

Sağır:

“–Âfiyetler olsun!” deyince, hastanın öfke ve kahrı büsbütün arttı. Çünkü hasta, olgun kişilerden değildi.

Bundan sonra sağır:

“–Derdine çâre bulmak için hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedâvi ediyor?” diye sordu.

Hastanın öfkesi had safhaya gelmişti. Tahammül edemeyip büyük bir gazapla haykırdı:

“–Kim olacak, Azrâil geliyor! Haydi beni daha fazla çıldırtmadan defolup git buradan!” dedi.

Fakat gâfil sağır, adamın söylediklerini duymadığı gibi, onun hâlinden de ne durumda olduğunu anlamıyor, habire tasarladığı cevapları sıralıyordu. Hafif hafif başını sallayarak hastaya bu defa:

“–Onun ayağı çok uğurludur. O geldiği için sevin, neşelen!” cevabını verdi ve vazifesini yerine getirmenin memnûniyetiyle hastanın yanından ayrıldı.

Evden çıkarken:

«İyi ki, böyle bir ziyareti gerçekleştirdim de îtibârımı korudum. Hem de bir zavallı hastanın gönlünü almış oldum.» diyordu.”

Velhâsıl, insan vücûdunda kulağın yerini göz, gözün yerini kulak tutamayacağı gibi, hiçbir ibadetin yerini de bir diğeri tutamaz. Her ibadetin, insan rûhuna verdiği gıdâ ayrıdır. Bunların hepsi de birbirinin tamamlayıcısıdır. Bunlardan birinin eksik olması, tıpkı bir binanın temel sütunlarından birinin eksik olması gibi tehlikelidir. Bu sebeple insanın, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği bütün ibadetleri îfâ etmeye gayret göstermesi zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak, niyet ve amellerimizi, rızâsına muvâfık eylesin. Cümlemizi, sırât-ı müstakîm üzere yürüyen, sâlih ve sâdık kullarından kılsın…

Âmîn…