İbâdet Vecdiyle Yaşamak

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -24-

2009 – Ekim, Sayı: 284, Sayfa: 032

Ramazan’daki ibâdetlerimizin kabûlünün delîli; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikâmetimizdir…

Cenâb-ı Hak, mübârek günleri ve bilhassa Ramazân-ı şerîfi, kulluk hayatımızı gözden geçirerek eksiklerimizi telâfî etmemiz, iyiliklerimizi daha da artırmamız için husûsî fırsatlar olarak lutfetmiştir. Bu gibi rûhânî fırsat demlerinde gündüzleri oruçla, Kur’ân tilâvetiyle, hayır-hasenatla; geceleri de teheccüd, tefekkür, zikir, şükür, duâ ve istiğfarla ihyâ etmemize büyük ecirler vaad etmiştir.

Aslında bu gibi zamanlara verilen bu ilâhî teşvikler, Hak Teâlâ’nın biz kullarına ömrümüz boyunca yaşamamızı emrettiği makbul bir ibâdet hayatının temelini teşkil edecek mâhiyettedir. O mübârek zamanlarda kazanılan ibâdet vecdini ve yüksek kulluk kıvâmını bütün bir yıla yayabilmemiz için mânevî bir eğitimdir.

İBÂDETİN MEYVELERİ

Ramazân-ı şerîfte girilen yoğun ibâdet iklîmi ve erişilen müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında filizlenerek, yapraklanıp çiçeklenerek ve meyveler vererek kendini gösterecektir. Yani Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu, Ramazan’dan sonra ne kadar devam ettirebildiğimiz, o ibâdetlerimizin Hak katındaki makbûliyet seviyesini göstermektedir.

Bu itibarla, tuttuğumuz oruçların, kıldığımız terâvihlerin, verdiğimiz fitre, zekât ve sadakaların, okuduğumuz mukâbelelerin Hak katında makbul olup olmadığını anlamak için, bunların Ramazan’dan sonraki hâlimiz üzerindeki yansımalarına dikkatle bakmalıyız:

Oruçlar ve sadakalar; bizi takvâya, şefkat ve merhamete, vicdan hassâsiyetine eriştirmeliyken, şâyet bu hisler kalplerimizde yeterince inkişâf etmemiş ve rûhumuz incelmemişse, orucu kâmil mânâda tutamamışız, sadakayı âdâbına riâyetle verememişiz, bu ibâdetlerden almamız gereken dersi alamamışız demektir.

Makbul bir namaz, insanı kötülüklerden alıkoyar. Beş vakit farz namaz ve onlara ilâveten kıldığımız nâfile namazların kabûl olup olmadığını anlamak istiyorsak, yaşayışımızda günahlardan ne kadar uzak kalabildiğimize bakmak kâfîdir.

Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkı vechile zikredebilenlere, nefs ve şeytanın iğvâları zarar veremez. Zira zikrullah, bu iki düşmana karşı insanı sağlam bir kale gibi korur. Âyet-i kerîmede, şeytanın nefsâniyeti tahrik ederek insanları gaflete sürükleyeceği ve onların mallarına ve evlâtlarına ortak olacağı beyân edilmektedir.[1] O hâlde nefs ve şeytanın tasallutundan ne kadar korunabildiğimizi anlamak için hâl ve davranışlarımızı, beşerî münâsebetlerimizi, âile hayatımızı, evlâtlarımıza nasıl bir terbiye verdiğimizi, iktisâdî hayatımızı vs. dâimâ gözden geçirmeliyiz. Nefs ve şeytanın bunlar üzerinde bir hissesi olup olmadığını tefekkür etmeliyiz.

SEHERLERDEN FEYZ ALMAK…

Yine Ramazân-ı şerîf boyunca sahurlar vesîlesiyle, bir nevî seherlerden feyz alma tâlimi görmüş oluyoruz. Ramazan’dan sonraki gecelerde de Rabbe husûsî bir yakınlık vesîlesi olan, Allah muhabbeti ve korkusu ile gözyaşı dökülen, affın kabûl olduğu, rûhânî tekâmülün arttığı o kıymetli vakitleri; teheccüd, zikir, istiğfâr ve duâ ile ihyâ etmeye gayret göstermek îcâb eder.

Seherleri ihyâ; gönlü ibâdet vecdiyle dolu Hak dostları ve sâlih mü’minler nazarında doyumsuz bir mânevî lezzettir. Nitekim Şeyh Seyfeddin Hazretleri’nin şu hâli, bunun en güzel misallerinden biridir:

İmâm-ı Rabbânî’nin torunu olan Şeyh Seyfeddin Hazretleri, bazı geceler iki rekâtta hatim indirir ve Rabbiyle o husûsî mülâkatta gark olduğu hazzın hiç bitmemesi iştiyâkıyla:

“Allâh’ım doyamıyorum, geceler ne kadar da kısa!..” diye ilticâ ederdi.

Yine Ali el-Masîsî -rahmetullâhi aleyh- de hayatının sonlarına doğru:

“Kırk yıldır beni üzen tek şey, sabahın olmasıdır.” buyurmuştur. Zira o da seherlerdeki rûhâniyetin doyumsuz lezzeti içinde sabahlayan bahtiyar kullardandı.

Yine Hak dostlarından Bişr-i Hafî Hazretleri’nin ibâdet gayretini yansıtan şu misal, ne kadar da ibretlidir:

Bir kimse Bişr-i Hafî’ye gelerek:

“–Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz.” dedi. O ise şu karşılığı verdi:

“–Allah Teâlâ’nın geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı Rasûlul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri hâlde, ben nasıl uyuyabilirim?! Çünkü ben bir tek günâhımın bile, Allah Teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum!..”

İşte Hak dostları, vârisi oldukları Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in, çok şükreden bir kul olabilme iştiyâkıyla geceleri sabahlara kadar nasıl bir ibâdet vecdi içinde olduğunun şuuruyla, dâimâ Efendimiz’in hâline yaklaşabilme gayretini göstermişlerdir.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, en meşakkatli zamanlarda ve hattâ seferlerde bile teheccüd namazını ihmâl etmemiş, büyük bir îtinâ ile ona devam etmiştir. Ümmet-i Muhammed olarak bizlerin de, Ramazan’dan sonra da seherlere göstereceğimiz alâka; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[2] hadîs-i şerîfi muktezâsınca, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e olan muhabbetimizin en güzel ifâdelerinden biri olacaktır.

Velhâsıl Ramazân-ı şerîf, kulu güzel ahlâka, sâlih amellere ve fazîlet dolu bir hayata hazırlar. Bizim Ramazan’dan gerçekten istifâde edebildiğimizin delili; Ramazan’dan sonraki yaşantımızın, Ramazan’dan öncekine göre rızâ-yı ilâhîye daha muvâfık olmasıdır.

İBÂDETTE REHÂVET YOK!..

Unutmamak gerekir ki müslümanlık, belli zamanlara has bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Ramazân-ı şerîften sonra ibâdet hayatımız husûsunda rehâvete kapılmamak, o ayda kazanılan güzel hasletleri ve mânevî hâtıraları unutmamak, hâlisâne niyet ve amelleri terk etmemek ve böylece Ramazan’ın rûhâniyetini muhâfaza ederek bir dahaki Ramazan’a aynı gönül feyziyle ulaşabilmek îcâb eder. Bu şekilde bütün bir ömrü, Ramazan rûhâniyeti içinde geçirmek gerekir.

Nitekim Ramazan bayramı biter bitmez hemen altı günlük Şevval oruçlarının müstehab kılınması, bir taraftan vücûdu kademe kademe normal düzenine alıştırmaya vesîle olurken, asıl olarak Ramazan’daki oruç rûhâniyetini nâfilelerle devam ettirmeyi telkin eder. Durumu müsâit olanlar için Kamerî ayların on üç, on dört ve on beşinci günleri ile haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak da böyledir.

Yine unutmamak gerekir ki ilâhî rahmet, her an tecellî hâlindedir. Mühim olan, o rahmete ulaştıracak vesîlelerin arayışı içinde bulunabilmektir. Bu cümleden olarak nâfile oruçlara devam etmenin yanı sıra, engin bir infak heyecanıyla fakir-fukaranın gönlünü alarak kalbimizdeki merhamet duygularını canlı ve tâze tutabilmek; sadaka, zekât ve hayır-hasenatlarla gariplerin, yetimlerin, muhtaçların yanıbaşında olmak, bir hastayı ziyaret edip ıztırâbını hafifletmek, cenâze teşyîine katılmak, ümmetin dertleriyle dertlenip Allah için fedâkârlık ve hizmette bulunmak, hep ilâhî rahmeti tuğyân ettiren müstesnâ güzelliklerdir. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Ashâbım! Bugün bir yetim başı okşadınız mı? Bir hastayı ziyâret ettiniz mi? Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?..” diye sık sık sorarlardı.

Bu gibi ictimâî ibâdetlerin yanı sıra, devamlı abdestli olup ibâdet rûhâniyetini muhâfazaya da gayret etmelidir. Zarûret olmasa bile her namaz vakti abdest tâzelemek “nûr üstüne nûr” olduğundan Rabbimizin rızâ ve muhabbetine vesîledir.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de Mekke’nin fethi gününe kadar her namaz vaktinde abdest tazelerdi. O gün ise beş vakit namazın hepsini bir abdestle kılarak, bozulmadığı sürece bütün namazları tek bir abdestle kılmanın câiz olduğunu fiilen tebliğ buyurmak maksadıyla bu şekilde hareket etmişlerdir.

Peygamber vârisi Hak dostlarından Sâmi Efendi Hazretleri de, sahip olduğu yüksek ihsan ve murâkabe hissiyâtının da tesiriyle, abdestsiz durmamaya büyük bir titizlik gösterir ve her namaz için abdest tazelerdi. Biz de bu güzel hâlleri yaşamaya gayret etmeliyiz.

Yine rızâ-yı ilâhînin arayışı içinde olunduğu takdirde, erkekler için bilhassa cemaatle namaza devam etmek, müstesnâ bir rahmet vesîlesidir. Ne zaman olursa olsun, kalp ve beden âhengi içinde icrâ edilen bütün ibâdetler, Cenâb-ı Hak ile beraberlik anlarıdır. Mârifetullâha vesîle olan ilim, irfan, zikir ve sohbet meclisleri de gönlün ilâhî huzur ile dolduğu anlardır.

İşte Ramazan’daki ibâdet vecdini hayat boyu sabır ve istikrâr ile devam ettirip Kur’ân ve Sünneti hayatımızın her safhasına aksettirmeye muvaffak olabilirsek, Cenâb-ı Hak, şu hadîs-i kudsînin muhtevâsına girmeyi -inşâallah- bizlere de lutfeder:

“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38)

Velhâsıl kulluk vazîfeleri husûsunda sırf belli dönemlerde değil, her dâim gayretli olmak îcâb eder. Gevşeklik, rehâvet, tembellik ve ihmalkârlıktan ve kazanılan ibâdet vecdini kaybetmekten, son derece sakınmak gerekir. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Abdullah bin Amr bin Âs’a şu tavsiyede bulunmuştur:

“–Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19)

Yine “Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in en çok sevdiği ibâdet, sahibinin devamlı yaptığı ibâdet idi.”[3]

Demek ki Kur’ânî tâbiriyle; “İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan gibi olmayın…” (en-Nahl, 92) tâlimâtına ibâdet hayatımızda da dâimâ dikkat etmek mecbûriyetindeyiz.

Nitekim, müfessir Fahreddin er-Râzî, dâimî bir kulluk vecdi içinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah etmiştir:

“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibâdette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibâdetlere rağbet edilsin.

Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.

İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin.

Duâlar arasında kabul ettiği duâyı gizlemiştir ki bütün duâlara îtibâr edilsin.

İsimleri arasında ism-i âzamını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin. (Mü’min, bütün cemâlî sıfatların mazharı olmaya gayret göstersin.)

Namazlar arasında (âyet-i kerîmede bilhassa ve müstakil olarak zikredip husûsî bir sır ve şeref verdiği) salât-ı vüstâ’nın (orta namazın) hangisi olduğunu gizlemiştir ki bütün namazlar huşû ile kılınsın.

Tevbeler arasında makbul olanı gizlemiştir ki çokça tevbe edilsin. (Bilhassa da seherlerde istiğfâr edilsin.)

Canlılar için ölüm vaktini gizlemiştir ki, her an ölüme hazır olmak gerektiği şuuruyla yaşansın.

Kadir gecesini de Ramazan geceleri arasında gizlemiştir ki bütün Ramazan gecelerine îtinâ gösterilsin.” (Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 281-282)

İBÂDETİN KABÛLÜNÜN DELİLİ; DEVAMLILIK

Mü’minin ibâdet hayatını Hak katında kıymetli kılan; onun yapıp bitirilecek sınırlı bir vazife gibi değil, ömür boyunca îfâ edilecek bir gönül borcu olarak görülüp dâimî bir şekilde edâ edilmesidir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, cennet nîmetleri ikrâm edeceğini müjdelediği kullarının vasıfları arasında şöyle buyurmuştur:

“Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)

“Onlar ki namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)

İbâdetlerdeki devamlılık o kadar mühimdir ki, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn, 218. Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 18)

Hazret-i Âişe vâlidemiz de:

“Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…”[4] buyurarak Efendimiz’in başladığı bir ibâdeti sürekli yaptığını, onu hiçbir zaman terk etmediğini bildirmiştir.

Az da olsa devamlı ibâdet etmek, ilk bakışta basit ve yetersizmiş gibi görünse de, ona sabır ve istikrâr ile devam edildiği takdirde, neticede çok büyük birikimlerin meydana geleceği muhakkaktır. Zira düşünmek lâzımdır ki, deryâları deryâ yapan yağmur damlalarının sürekliliğidir. Damlalar birike birike ummân olur.

Bu itibarla sadece mübârek gün ve geceleri ihyâ edip diğer günlerde imkân varken ihmâlkâr davranmak, büyük bir ziyanlıktır.

Fakat kul, ömrü boyunca ibâdet coşkusu içinde yaşayıp elinden geldiğince gayretli olursa, bu hâl, onun kalbindeki ibâdet niyetinin kararlılığı ve sonsuzluğu mânâsına geldiğinden, Cenâb-ı Hak da ona ebedî bir mükâfât lutfedecektir. Hattâ kul, elinde olmayan sebeplerle nâfile ibâdetlerini edâ edemediğinde bile, Cenâb-ı Hak kulunun gönlündeki kulluk arzusu ve niyeti hürmetine, o ibâdeti edâ etmiş gibi mükâfat verecektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ

“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)

Müfessirler bu âyet hakkında; kulun bedeni amel işleyemez olduğunda, hattâ vefat ettikten sonra bile onun ecri; niyetindeki samimiyet ve sıhhatli zamanlarda gösterdiği gayret nisbetinde sonsuza kadar devam eder, demişlerdir.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle, yapageldiği nâfile ibâdetlerini îfâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır. (Buhârî, Cihâd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)

Bu sebeple sıhhat, fırsat ve imkân varken ibâdet ve sâlih amelleri îtiyad hâline getirip istikrarlı bir şekilde edâ etmeyi bir ganîmet bilmelidir.

Öte yandan, Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlere dâir emirler de, istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Yani ilâhî emirler, ibâdetlerin belirli bir zamanla sınırlandırılmayıp bütün bir ömür boyunca ifâ edilmesi gerektiğini beyân etmektedir.

Ayrıca ibâdetlere karşı insana dâimâ gevşeklik ve tembellik veren şeytanı taşlamaya dâir ilâhî emir de istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Buna göre mü’min, her vesîleyle istiâze duâsını yaparak, yâni; أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ : “İlâhî rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allâh’a sığınırım.” diyerek ve amel-i sâlihlere, güzel ahlâka, ibâdet ve tâatlere rağbet ve gayret ederek dâimâ şeytanı taşlamalıdır.

HÜSRANDAN KURTULUŞ

Asr Sûresi’nde Cenâb-ı Hak “zaman” üzerine yemin ediyor. Bu yeminle bir bakıma, zamanın geçtikten sonra bir daha geri alınamayacağını, borç alınıp verilemeyeceğini, insanoğlunun kadrini bilmekte gâfil kaldığı en büyük nîmetlerden biri olduğunu ve fânî ömürlerimizin büyük bir hızla tükenmekte olduğunu düşündürerek bizleri gafletten îkaz ediyor. Hemen ardından da bütün insanlığın hüsrandan kurtuluşunun, zamanı dört hususla; yani îman, amel-i sâlih, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye ile dolu olarak yaşamaya bağlı olduğunu beyan ediyor. Yani bu dört hususla ihyâ edilmeyen zamanların, büyük bir hüsran sebebi olduğunu bildiriyor.

Ayrıca bu sûredeki yemin, belli bir zaman dilimine mahsus değil, bütün bir ömre şâmildir. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) buyrulmuştur. Demek ki ibâdet vecdini hiçbir zaman kaybetmemek şarttır.

Gerçek bir ibâdet vecdiyle kulluk yolunda yürüyen bir kimsenin, bir ne­fesi bile ziyan olmaz. Nitekim İbrâhim-i Havvâs Hazretleri:

“Sâdık kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken, ya da nâfile bir ibâdetle meşgûl iken görürsün; bundan başka bir hâlde göremezsin.” buyurmuştur.

Hikmet ehli de; اَلدُّنْياَ سَاعَةٌ، فَاجْعَلْهَا طَاعَةً : Dünya bir anlık zamandır; sen onu ibâdetle geçirmeye bak!” buyurmuşlardır.[5] Dolayısıyla herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak olarak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder.

Ebû Hâzim -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- ile birlikte, yeni defnedilmiş bir kabrin yanına uğradık. Ebû Hüreyre şöyle dedi:

«–Sizin basit gördüğünüz hafifçe kılınan iki rekât namaz, burada (kabirde) benim için sizin şu dünyanızdan daha sevimli ve değerlidir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 126/34702)

Yine rivâyete göre Yûnus bin Halbes, Cuma günü öğle sıcağında Dımaşk kabristanından geçerken bir ses işitti:

“–Ey hayattaki insanlar! Siz haccediyor, zaman zaman umre yapıyor, günde beş vakit namaz kılıyorsunuz. Siz bugün amel işleme imkânına sahipsiniz, ancak âhiretin dehşetli ahvâlini bilmiyorsunuz. Biz ise âhiretin durumunu yakînen idrâk ettik, lâkin artık amel işleme imkânımız yok!” diyordu.

Yûnus, bu îkaza mukâbele olarak dönüp mevtâya selâm verdi. Fakat selâmına bir karşılık gelmedi.

“–Sübhânallâh! Sözünüzü işitiyorum, lâkin selâmıma cevap vermiyorsunuz?” dedi. Kabristandakiler:

“–Selâmını işittik, ancak ona cevap vermek kişiye sevap kazandırır. Bizim içinse artık ne sevap kazanma imkânı ne de günaha girme ihtimâli kalmıştır. Bu sebeple selâmına cevap veremedik.” dediler. (Ebû Nuaym, Hilye, V, 251)

İşte hayat, bize uhrevî saâdeti kazanmak için lutfedilmiş sınırlı bir nîmettir. Ne tekrârı vardır, ne de telâfîsi… O hâlde, fırsat elden kaçmadan hayatın her ânını sâlih amellerle doldurmaya gayret etmelidir. Zira Allah rızâsına ulaştırmayan ve âhirete saâdet sermâyesi kılınmayan vakitler, ebedî istikbâl için hüsran sebebidir.

Düşünmek gerekir ki sayılı günlerden ibaret olan dünya hayatı, ne kadar uzun görünse de yine sayılı günlerden ibaret olan Ramazân-ı şerîf gibi gayet kısa bir zamandır. Bu sebeple nasıl ki Ramazân’ı mânevî kazanç için bir fırsat mevsimi olarak görüp gayretimizi artırıyorsak, ömrü de öyle telâkkî etmek zarûrîdir.

Bu hususta da Hakk’ın sevgili kullarını rehber edinmelidir. Zira onlar, hayat sermayesini ibâdetle değerlendirme husûsunda öyle bir gönül uyanıklığı içindedirler ki, kendilerine yarın ölecekleri haber verilse bile, ibâdetlerini artırmalarına imkân yoktur. Buna rağmen onlar, büyük bir tevâzû ve haşyet içerisinde kendilerini dâimâ eksik görerek ve hattâ toplumdaki gafleti bile nefislerine izâfe ederek titiz bir şekilde hesâba çekerler.

Büyük Hak dostu Abdullah-ı Dehlevî Hazretleri’nin bir mektubundan alınmış şu satırlar, bunun ne kadar da mânidar bir misâlidir:

“…Cihan bahçesine gül dermeye geldik, ama ne yazık ki diken topladık. Bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, fakat heyhât ki hepsinin şükründe kusûr eyledik. Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz gibi iki büyük nîmet bahşedildi, fakat ne yazık ki onların şükründen gâfil kaldık. Allah korusun, hayretteyim; yarın ne yüzle Allah ve Rasûlü’nün huzûrunda kabûl görürüz. Bu liyâkâtsizlikle, şefâat ve mağfirete ulaşmak çok zor! Ancak Allah Teâlâ’nın gazabını aşmış olan rahmetini ümîd etmekteyiz… Yoksa hiç mâzeretimiz ve özür dileyecek yüzümüz yoktur!

Ölüm başımızın ucunda pusu kurmuş, kıyâmet ise çok yakın. Acabâ işe yarar ne kadar hayırlı amel işledik?! Sâlih kullar Cennet’e girip, ebedî nîmetlere ve Hakk’ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller ise binlerce senelik hesap gününde, bizi hesâba çektirecek, yakamızı bırakmayacak şeylerle meşgûlüz.

Bugün hâlimizi iyi düşünelim ki, yarın elde kalan, hasret ve ziyanlık olmasın. Hakk’ın kıymetli kullarının yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmayı, canhıraş bir gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak Teâlâ nasîb eylesin…”

Rabbimiz, hayatımızı dâimî bir kulluk vecdiyle sonsuz bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmemizi, ilâhî dostluk ve yakınlığa nâil olarak son nefesimizi ebedî bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle verebilmemizi nasîb ve müyesser eylesin!

Âmîn…

[1] Bkz. el-İsrâ, 64.

[2] Buhârî, Edeb, 96.

[3] Buhârî, Îmân, 32; Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 221.

[4] Buhârî, Savm, 64; Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirin, 217.

[5] İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 166.