Hz. Mevlânâ (kuddise sirruh) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Aralık, Sayı: 310, Sayfa: 032

(Kıymetli okuyucularımız! Bu yazı, Hz. Mevlânâ’nın Şeb-i Arûs’unun sene-i devriyesi münâsebetiyle 2010 yılı Aralık ayında yayınlanmış olan yazımızın ikincisidir.)* Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Çocuklar oyun oynarlarken dükkân yaparlar, yalancıktan alış-veriş ederler, fakat kâr elde edemezler, ancak vakit geçirirler. Yalancıktan dükkân açan çocuk, akşam eve aç olarak döner. Bu dünya da o çocukların oyun yeri gibidir.”

[Ebû Bekir Şiblî -rahmetullâhi aleyh-, bir gün yolda giderken buldukları bir ceviz için kavga eden iki çocuk görür. Şiblî, bu cevizi onlardan alıp:

“–Biraz sabredin de bu cevizi ikinize paylaştırayım!..” der.

Sonra cevizi kırar, fakat cevizin içi boş çıkar. Tam o sırada:

“–Eğer gerçekten paylaştırıp kısmet dağıtan biriysen, şimdi bunu taksim etsene!” diye bir nidâ gelir. Şiblî mahcub olur ve: “–Bütün bu kavga, içi boş bir ceviz ve kuru bir «hiç» içinmiş!…” der. (Attar, s: 661)

İşte uğruna nice kavgaların yaşandığı dünya nîmetleri de, hakîkatte içi boş bir ceviz gibidir. İnsan, fânî hayat uykusundan ecel îkâzıyla uyanınca, onun ne kadar kısa, geçici ve boş olduğunu anlayacaktır. Bu fânî âlemde bir hiç uğruna katlandığı meşakkatler için pişman olacaktır. Kabirde pişman olunacak şeyler için dünyada insanların âdeta birbirlerini yemeleri, ne hazin bir aldanıştır!..]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Dünya hayatı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyâda define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”

“Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci mercan da nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir güzele fedâ edilmedikten sonra?!”

[Dünyanın yegâne kıymeti, âhiret âlemini ihyâ ve îmâr etmek bakımındandır. İnsanın canı ve malı, Allah yolunda fedâ edildiği takdirde bir değer kazanır. Dünya nîmetleri, nazargâh-ı ilâhî olan muzdarip bir gönlün huzur ve tesellî bulmasına vesîle kılınabildiği zaman bir kıymet ifâde eder. Aksi hâlde faydasız bir yorgunluk ve ağır bir âhiret hesabı olmaktan öteye geçemez. Âhiretten gâfil olarak yaşanan bir dünya hayatı, seraplarla dolu bir fâcia sahrasından ibârettir.

Bu sebeple mü’min, dünya nîmetlerini ukbâ saâdetine dönüştürmeye gayret etmeli, bunun en güzel yollarından biri olan “gönül alma”yı, kendisine hayat düstûru edinmelidir. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Ben gelmedim dâvî1 için,

Benim işim sevi2 için,

Dostun evi gönüllerdir,

Gönüller yapmaya geldim Refîk-ı Âlâ’nın / En Yüce Dost’un rızâsını arayan kâmil bir mü’min de, gerçek dostluğun mâlikiyetle imtizâc etmeyeceğini bilir. Bu itibarla bütün varlığının ilâhî bir emânet olduğu şuur ve idrâki içinde, Allah yolundaki hiçbir fedâkârlıktan kaçınmaz.

Bunun aksine, Allâh’ın lûtfettiği nîmetleri O’nun yolunda infâk etmekten kaçınan hasis ve cimri kimseler ise, şu îkâz-ı ilâhînin muhâtabı olmaktan kurtulamazlar:

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “İnsaf et; aşk güzel (bir âb-ı hayat)tır. Onu zedeleyen (ona zehir serpen) ise senin (nefsânî ve) kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesâfe var!”

“İlâhî aşk ve vecd, mü’mini uyanık tutar. Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder…”

[Muhabbetin menşei, Cenâb-ı Hak’tır. O, yarattığı her insanın kalbine ilâhî muhabbetin tohumunu atmıştır. Mü’minin Hakk’a vuslat yolculuğunda en mühim vâsıtası, yaratılışından gelen bu muhabbet istîdâdıdır.

Fakat muhabbetin hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbeti; mecâzîsi ise, Allah’tan gayrısına duyulan muhabbettir. Esâsen rızâ-yı ilâhî ölçüleri içinde yaşanan mecâzî muhabbetler de hakîkî muhabbete bir basamaktır. Yeter ki mecâzî muhabbetler, kalp için son durak olmasın! Asıl tehlike; lâyık olmayana muhabbet duymaktır. Zira her insan, hayatta muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir seviye kazanır.

Bu sebeple muhabbet temâyülünü, yanlış adreslerde ziyan etmekten titizlikle sakınmak gerekir. Zira lâyıkını bulamayan muhabbetler, hayatın en hazin israflarıdır. Nefsânî menfaatlerin kıskacında sıkışıp kalan muhabbetler, kaldırım kenarında açan çiçeklere benzer ki, er ya da geç ayaklar altında çiğnenmeye mahkûmdur. Çöp tenekesine düşmüş bir pırlanta ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir elin haksız malı olmak, ne hazin bir ziyanlıktır.

Muhabbet sermâyesini, ona en lâyık olan Allah Teâlâ’ya hasredebilen bir kul, başta Cenâb-ı Hakk’ı ve O’na yakınlığı nisbetinde her varlığı gönlündeki muhabbet dâiresinin içine alır. Bu keyfiyet Yûnus Emre’nin; Yaratılanı hoş gör, Yaratandan ötürü”ifâdesinde olduğu gibi, sıfat ve mâhiyeti ne olursa olsun, Yaratan’ı hürmetine bütün mahlûkâtı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir.

Hak dostları, kalplerindeki ilâhî aşk ve muhabbet tohumunu yeşerterek onu âdeta meyveli bir ağaç hâline getirmiş kimselerdir. Bu sebeple dâimâ Yaratan’dan ötürü yaratılanlara ikram hâlinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak ile dostluk, onları bütün mahlûkat ile dost kılar. İsmâil Atâ Hazretleri, bu dostluğun tezâhürünü ne güzel ifâde eder:

“Sen güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Peygamberlerin nefesleri taşa bile tesir eder. Onların sözlerine dağlar bile boyun eğer. Lâkin bir ahmağa, onların saçtığı hikmet incilerinden bir tanesi dahî isabet etmez!”

“Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek, çorak bir yere tohum ekmektir! Yâhut çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi, artık hiçbir yama tutamaz! Ey öğütçü; oraya hikmet tohumunu pek ekme!”

[Hikmeti, ehil olmayana vermeye kalkışmak, hikmete zulmetmek olduğu gibi, ehil olanı hikmetten mahrum bırakmak da ona zulmetmektir. Bu sebeple mü’min, sözlerinin dozunu muhâtabının idrâk seviyesine göre ayarlamalı, kime nasıl hitâb edeceğine dikkat etmelidir. Nasihat ve hatırlatmanın fayda vereceği durumda konuşmalı, aksi hâlde susmalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“O hâlde eğer öğüt fayda verecekse öğüt ver.” (el-A‘lâ, 9)

Öğüt, nasihat, îkaz ve hatırlatmanın fayda vermeyeceği durumlarda susmak, konuşmaktan evlâdır. Mevlânâ Hazretleri bu gerçeği de; Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel okuma! sözleriyle dile getirir. Yani öğüt ve nasihatten bir hisse alabilmek de bir nasip işidir. Bu nasibi kapanmış olanlara, en değerli nasihatlerin bile faydası dokunmaz. İstifâde edebilecek kimseler varken bu gibi nasipsizlerle vakit kaybetmemek îcâb eder. Şu temsîlî kıssa, bu gerçeği ne güzel hulâsa eder:

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri, merakla ardından koşarak kimden kaçmakta olduğunu sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Ahmaktan kaçıyorum!..” deyince bu sefer adam:

“–Sen, nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu, duâsıyla ölülerin dirildiği «Mesih» değil misin? İstediğin her şeyi yapabildiğin hâlde niçin kaçıyorsun?” diye sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Yemin ederim ki, İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileşti; bir ölüye okudum, dirildi; bir fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi de ahmaklığından vazgeçmedi!” dedi.

Hayreti daha da artan adam, Hazret-i Îsâ’ya tekrar sordu:

“–İsm-i Âzam duâsı, her hastanın şifâ bulmasına vesîle olduğu hâlde niçin ahmaklığa tesir etmiyor? Bunun hikmeti nedir?”

Îsâ -aleyhisselâm- cevap verdi:

“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise kahr-ı ilâhî’ye uğramayan iptilâlardır. İptilâ da bir hastalıktır; ancak sadece müptelâsına acınır. Ahmaklığa gelinçe, o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

Bunun içindir ki ârif zâtlar şöyle buyurmuşlardır.

“Şu üç kişi, Allah dostu olamaz: Kibirli, cimri ve ahmak.”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Mayıs böceği dâimâ pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır.

Allah için insanlara nasihat edenler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifâ bulması için, amber gibi, gül suyu gibi hikmetli güzel sözlerle tedavi etmek isterler.

Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak onun burnu, kötü kokulara alışmıştır.

Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasibini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!..”

[Âlemde cinsler ve onların bulundukları ortamlar arasında dâimî bir câzibe kânunu vardır. Meselâ bülbül, çayır ve çimenlerden ve bir mûsikî gibi akan pınarlardan, yani rûha ferahlık veren lâtif manzaralardan hoşlanır. Teressübat (pislik) böceği fıtratındakiler ise, necâsetten, yani süfliyat, ahlâksızlık, fesat ve nifaktan zevk alır.

Lâğım fâresi, gıdâsını lâğımdan aldığı gibi; sefih insanlar da sefâletlerini saâdet zannederler. Sefâlete alıştıkları için kendilerini gerçek saâdete ulaştıracak vesîlelerden inatla kaçarlar.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri de bu gerçeğe işâret eder:

“Ey necâset böceği! Gül bahçesinden kaçıyorsun; ama senin bu nefretin, gülistanın kemâline delâlet eder!..”

Dolayısıyla hikmeti ahmakların idrâk etmesi imkânsızdır. Onlara hikmet öğretmeye kalkışmak, hikmete zulmetmektir; emek ve vakit israfıdır. Bereketli Nisan yağmurlarının çöle veya sert kayalar üzerine yağıp heder olması gibi, beyhûde bir çaba ve faydasız bir yorgunluktur.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Câhillerin yanında kitap gibi sessiz ol.” [Yani câhillerle münâkaşaya girme ki onlar senin ilminden, irfânından, güzel ahlâkından, hâl ve tavırlarınla verdiğin öğütlerinden istifâde edebilsinler. Çünkü münâkaşa, tartışma, rekâbet ve üstünlük mücâdelesi; ekseriyetle ham nefislerin gurur ve benliklerini tahrik ederek, anlayışlarının daha da kapanmasına sebebiyet verir. Bu ise, doğruların kabûlünü iyice zorlaştırır.

Ârif insanlar, hakîkati kimden ve ne şekilde duyarsa duysunlar, kabul edebilecek olgun bir ruh taşırlar. Fakat ham, kaba, nâdân ve câhil insanlar böyle değildir. Bu sebeple onlara daha dikkatli yaklaşmak ve hakîkatleri münâsip bir lisan ile söylemek gerekir. Bâzen mânidar bir sükût, derin bir bakış, nice sözün ifâde edemeyeceği dersleri tâlim ve telkin edebilir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına:

«–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:

«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümidi yok muydu? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»

Ey ahsen-i takvîm, yani en güzel vasıfta yaratılan insan! Hakk’ın kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?

Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Cenâb-ı Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”

[Dünyaya gelen her insan, bir ebediyet yolcusudur. Nasıl ki uzun bir yolculuğa çıkacak olanlar kendilerine yol azığı tedârik ederlerse, Hak’tan gelip yine O’na dönecek olan insanoğlu da bu ebediyet yolculuğu için hazırlanmak ve kendisine âhiret azığı biriktirmek mecburiyetindedir. Rabbimiz buyurur: “…Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey mü’minler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Ben’den (emirlerime muhâlefetten) sakının.” (el-Bakara, 197) Bu sebeple fânî dünyada yerli edâsıyla oturup nefsânî arzular peşinde oyalanmak, en kıymetli sermâye olan zamanı uhrevî kazançlardan mahrum bir şekilde tüketmek, neticesi hazin bir pişmanlık olan en büyük gaflettir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Torbayı doldurmaya çalışırken, alttaki delikten boşaltmamak gerekir.”

[Her insanın muhtaç olduğu âhiret azıkları; en başta îman, daha sonra ise ibadetler, hayır-hasenatlar ve sâlih amellerdir. Fakat bunları kalbî marazlar ve kötü huylarla zedelemek; âhiret azıklarının biriktirildiği heybenin dibini delmekten farksızdır.

Bir mü’minin kemâle erebilmek için güzel ahlâk ile müzeyyen olması zarûrîdir. Bunun için de mütevâzı, hakşinas, âdil, emin, sâdık, edepli, hayâ sahibi, cömert, müşfik, merhametli, affedici, sabırlı, kanaatkâr ve ihlâslı olması îcâb eder.

Bunun aksine, yalan, gıybet, zulüm, kin, hased, tamah, cimrilik, gurur, kibir ve riyâkârlık gibi kötü huylardan da şiddetle kaçınması gerekir ki sâlih amelleri boşa gitmesin.

Bu sebeple bilhassa namazı gâfilâne kılmaktan; orucun ecrini gıybet ve dedikodu gibi kalbî marazlarla zâyî etmekten; sadaka, zekât ve infakları başa kakmak sûretiyle boşa çıkarmaktan, ibadet ve hayırları nefsânî bir iftihar vesîlesi yaparak içini boşaltmaktan sakınmak gerekir. Yine ihlâsı zedeleyecek hâl ve tavırlardan uzak durmak ve ibadetlerde niyetlere fânîleri ortak etmemek îcâb eder. Aksi hâlde bütün bu amellerin ecri zâyî olur.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, seferden gelen bir dostuna:

«–Bana ne hediye getirdin?» diye sorar.

Dostu cevâben:

«–Sende mevcut olmayan nedir? Ancak senin cemâlinden daha güzel bir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim ki, her vakit sendeki cemâl tecellîlerini onda müşâhede eyleyesin!..» dedi.”

[Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Dolayısıyla O, her şeyden müstağnîdir. O’na kulluk ve şükür duygularımızın ifâdesi olarak götürülebileceğimiz hiçbir hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazinesinde daha güzeli bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün güzelliklerin menbaıdır. Dolayısıyla varlıklar içinde en güzel ve en kıymetli şey, ancak Hakk’ın güzelliğinin mâkesi olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalp”tir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye, O’nun cemâlî esmâsının tecellî hâlinde olduğu, münevver, musaffâ, mücellâ, pâk ve lâtîf bir gönül aynasıdır. Yani Rabbimizin bizden istediği; “kalb-i selîm, kalb-i münîb ve nefs-i mutmainne”dir. Hak Teâlâ, kulunun kalp âleminde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Allah, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saâdet ve selâmet yurdu cennete) dâvet ediyor…” (Yûnus, 25) Tabiî ki her dâvetin bir kabul şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Bu sebeple kul, ebedî kurtuluşu için, âhiretin tarlası olan bu fânî cihanda, Hak Teâlâ’nın en çok kıymet verdiği şeyi, yani kalb-i selîm’i kazanmaya gayret etmelidir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîm, kulu Allah’tan uzaklaştıran her türlü mâsivâ kirinden arındırılmış, dâimâ Hakk’a yöneldiği için hakikatlerin şaşmaz bir pusulası hâline gelmiş, içinde îman nûrunun ışıldadığı, berrak ve billûr bir fânus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nûr ile, doğruyu eğriden, hayrı şerden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırt eder.

Kulluk tezâhürü bütün amellerin fazilet ve kıymeti de, kalbin berraklığı nisbetindedir. Zira kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuştur:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)]

Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Adamın biri her zaman «Allah Allah» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip:

«–Niye durmadan “Allah Allah” deyip duruyorsun. Bunca zamandır Allah demene karşılık bir kerecik olsun Allah sana “Lebbeyk/buyur kulum, ne istiyorsun?” dedi mi? Sende hiç sıkılma yok mu? Daha ne kadar Allah deyip duracaksın?» dedi.

Bunun üzerine Allâh’ın adını dilinden düşürmeyen adam ümidini kaybetti ve zikri bıraktı. Gönlü kırık bir hâlde yatıp uyudu. Rüyâsında Hazret-i Hızır’ı gördü. Hızır ona:

«–Neden yaptığın güzel işi terk ettin, Allâh’ı zikretmeyi bıraktın?» diye sordu. Adam:

«Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından “Lebbeyk/buyur” sesi gelmedi. O’nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi. Bunun üzerine Hazret-i Hızır, adama şu hikmetli karşılığı verdi.

«–Ey Allâh’ın kulu! Senin “Allah” demen, Allâh’ın; “Lebbeyk/buyur kulum” demesidir. Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi? Senin “Allah” diyebilmen, Allâh’ın sana duyduğu sevginin işâretidir.»

Bunu duyan adam kalkarak tekrar Allâh’ı zikretmeye devam etti.”

[Cenâb-ı Hakk’ı zikredebilmek, O’na şükredebilmek, kulluk ve tâatte bulunabilmek; yine şükrü gerektiren ayrı bir lûtf-i ilâhîdir.

Bütün mahlûkât Allâh’a kullukta bulunsa O’nun şân-ı ulûhiyyetini bir nebze bile artıramaz. Yine bütün mahlûkât O’na isyan etse O’nun şân-ı ulûhiyyetine zerre kadar noksanlık gelmez. Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibadetlerimize de ihtiyacı yoktur. O her şeyden müstağnîdir. Fakat bizler, O’nun rızâ ve rahmetini celbetmek için hâlis niyetle ibadet etmeye, sâlih amellerle O’na yakınlaşmaya muhtacız.

Nefs ve şeytan, insanı Allâh’a ibâdet ve tâatten uzaklaştırmak için binbir hileye başvurur. İbadetlerinin kabul olmadığı düşüncesiyle ibadetten uzaklaşmak, şeytanın tehlikeli tuzaklarından birine düşmek demektir.

Kulun vazifesi, ibadetlerini elinden gelen en güzel şekliyle îfâ etmek, kabul edilip edilmeyeceği husûsunda kendi aklıyla hüküm vermeyip bunun takdîrini Allâh’a bırakmaktır. Zira ibadetlerin yegâne kabul mercii, Hak Teâlâ’dır. Bu hususta kulun kendi kendine hüküm vermeye kalkışması; haddini aşması demektir. Bu da kulluk edebine aykırı bir durumdur.

Bize düşen, elimizden gelen bütün gayretimizi göstererek, hatâsıyla, kusuruyla, noksanlığıyla da olsa amellerimizi mutlakâ edâ etmek ve Cenâb-ı Hak’tan kusurlarımızın affını dilemektir. O’nun fazl u keremine, af ve mağfiretine sığınmaktır. “Beyne’l-havfi ve’r-recâ”, yani korku ve ümit duyguları arasında, dengeli bir kulluk hâlet-i rûhiyesini dâimâ gönlümüzde muhâfaza etmektir.

Buna göre, ibadetlerinin mutlakâ kabul edileceğini düşünerek ameline güvenmek, ne kadar büyük bir yanlışsa; bunun aksine, aslâ kabul edilmeyeceğini düşünerek ümitsizlikle ibadetleri terk etmek, çok daha büyük bir yanlıştır.

Bizim vazifemiz; ne kadar ibadet edersek edelim Cenâb-ı Hakk’a olan kulluk ve şükür borcumuzu lâyıkıyla ödeyebilmemizin mümkün olmadığını bilmekle beraber, tevâzu, mahviyet ve hiçlik duyguları içinde bütün gayretimizle kulluğumuza devam etmektir. Nihâyetinde de O’nun affını, mağfiretini, fazl u keremini ümîd etmektir.]

Cenâb-ı Hak, rızâsına muvâfık bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin…

Âmîn! Dipnotlar: 1. Dâvî: Dâvâ, iddiâ. 2.  Sevi: Sevgi, muhabbet.