Hubb-i Riyâset ve İdârî Mes’uliyet

2004 – Aralik, Sayı: 226, Sayfa: 032

İmtihan gâyesiyle dünyâya gönderilen insanın gerçek huzur ve saâdeti, ruhlara ezâ veren pürüzleri bertaraf edip ulvî duygularla îman şerefine mütenâsip bir hayat yaşamasındadır. Bunun için de, ebedî saâdeti gölgeleyen ve ruhları zehirleyen nefsânî sıfatlardan arınmak şarttır. Bunlar içinde ilk olarak ifâde edilmesi gereken; hubb-i riyâset, yâni baş olma sevdâsı, makam ve şöhret ihtirâsıdır.

Mânevî bakımdan terakkî kaydetmek, nefsânî arzuların tasfiyesi ile gerçekleşir. Fakat böyle bir tasfiyede insanı en son ve en zor olarak terk eden nefsânî arzu; “makam sevgisi ve baş olma sevdâsı”dır. Zîrâ bu çirkin hâl; ucub, kibir, tamah ve hırs gibi pek çok kötü sıfata kaynaklık eden en köklü nefsânî temâyüldür. Bundan dolayı onun gönülden sökülüp atılması pek güçtür ve bu yüzden mânevî terbiyede onun tasfiyesi en sona kalır.

Servet, şöhret ve makâma düşkün olan, bunları elde edebilmek için her çâreye başvurmayı göze alan bir insanın, mânevî ve ahlâkî ölçüleri de tanımayacağı muhakkaktır. Makam hırsıyla gözü dönen bir kimse, yırtıcı bir hayvandan daha zararlı hâle gelebilir. Nitekim, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, insandaki bu vasfın ne kadar helâk edici olduğunu şöyle beyan buyurur:

“Mala ve mevkie düşkün bir adamın dînine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür.” (Tirmizî, Zühd, 43)

Hakîkaten gözünü dünya hırsı bürümüş, gönlü makam-mevkî arzusuna esir olmuş bir kimse, âdeta insânî vasıflardan sıyrılmış gibidir. Hak dostları, dünyâ servet ve makamlarına duyulan ihtirâsı bütün kötü huyların kaynağı kabul ederler.

Ebû Bekir Verrâk Hazretleri:

“İhlâs sâhibi olmak istiyorsan, önce baş olma sevdâsını kalbinden çıkar, sonra da kendini kimseden üstün görme!” buyurmuştur.

Riyâset, yâni baş olmak, büyük bir mes’ûliyeti mûciptir. Lâzım gelen istîdat, kâbiliyet, liyâkat ve kuvvet kendisinde bulunmayan ve üstleneceği vazîfeyi hakkıyla îfâya güç yetiremeyecek olanların, riyâseti talep etmeleri son derece mahzurludur. Mevlânâ Hazretleri, mes’ûliyet duygusu yeterince gelişmemiş bir kişinin, lâyık olmadığı bir makâma yükselmesine dâir şu teşbihte bulunur:

“Aslında lâyık olmadığı yüksek bir mevkie çıkarak maddî yönden mertebesi yücelen kişi, halkın omzuna yüklenmiş bir cenâzeye benzer. Yâni böyle kişiler, gerçekte yüksek bir mevkîde değil, bilâkis herkesin bir an önce üzerinden atmak istediği bir cenâze hâlindedirler.”

Ashâb’dan Ebû Zer -radıyallâhu anh-, birgün Peygamber Efendimiz’e:

“_Yâ Rasûlallâh! Beni vâli tâyin eder misin?” demiş, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise şöyle karşılık vermiştir:

“_Ey Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin vazîfe ise büyük bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesnâ, aslında bu vazîfe kıyâmet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.” (Müslim, İmâre, 16)

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur.” (Tirmizî, Menâkıb, 35) buyurmasına rağmen ve onun ahlâkını, karakterini, zühde meylini, dünyâya hiç değer vermeyişini iyi bildiği hâlde, onu idâreciliğe tâyin etmemiştir. Zîrâ “ahlâkî fazîlet” ile “idârecilik dirâyeti” farklı şeylerdir. Nice fazîletli kimseler vardır ki, idârecilik kâbiliyetleri yoktur.

Bir kimseyi toplumun takdîr ve tâkip edebilmesi için, onun evvelâ hayranlık verici bir karakter ve ahlâka sâhip olması gerekir. Huzurlu ve feyizli bir hayat; aşk ile birleşen îman, vecd ve huşû ile edâ edilen ibâdetler ve meftûn edici davranış güzellikleriyle zirveleşir. Pek çok insan güzel konuşabilir, şahsî hususlarda dikkatli ve muvaffak olabilir. Fakat bunların, halkın mes’ûliyetini üstlenmeye kâfî gelip gelmediği iyi hesâb edilmelidir. Zîrâ idârecilik, lâyıkıyla îfâ edilmesi gâyet zor bir emânettir. Bu hususta gereken maddî-mânevî kâbiliyet ve dirâyete sâhip olmadan halkın idâresine tâlip olanlar, büyük bir âhiret vebâli ile karşı karşıya kalırlar.

Hubb-i riyâset, yâni baş olma sevdâsı, toplum düzeninde ve dînî hayatta tedâvîsi güç, derin yaralar açan bir musîbettir. Târih sayfaları, baş olma veya liderlik mevkiini kaybetmeme sevdâsı uğruna toplumlarını felâkete sürükleyen, liyâkatsiz ve muhteris liderlerin maddî-mânevî zulüm ve işkence tablolarıyla doludur. Hubb-i riyâset sebebiyle nice ordular birbiriyle çarpışmış, mâsumların kanı dökülmüş, servetler hebâ edilmiş, insanlık şeref ve haysiyeti ayaklar altında çiğnenmiştir. Sâdece bir misâl olması bakımından Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’la alâkalı olarak yapılan şu tespit ne kadar ibret vericidir:

(Firavun, kavmini dünyâda denize sürükleyip boğduğu gibi) kıyâmet gününde de kavminin önüne geçer, onları (suya götürür gibi) ateşe sürükler. O vardıkları yer, ne kötü yerdir.” (Hûd, 98)

İnsanların riyâset husûsunda sâhip oldukları hırs ve Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu husustaki tavrı ile alâkalı olarak, Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise çok mânidardır:

“Amcamın oğullarından ikisiyle Allâh Rasûlü’nün huzûruna girmiştim. Onlardan biri:

«_Yâ Rasûlallâh! İdâresini Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği vazîfelerden birine bizi âmir tayin et!” dedi. Öteki de benzeri bir şey söyledi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

«_Vallâhi biz, tâlip olanı veya vazîfe hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!» (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, 15)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisinden herhangi bir vazîfe talep etmemiş olan Ebû Mûsâ Hazretleri’ni ise Yemen’e vâli tâyin etti. Çünkü o, vazîfeye tâlip olmamış, Rasûlullâh Efendimiz onda müşâhede ettiği liyâkate istinâden kendisine bu emâneti tevdî etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da, hilâfet makâmına geçip halk kendisine bey’at ettikleri vakit, minbere çıkarak şöyle buyurmuştur:

“Ben, hiçbir zaman hilâfet istemedim, ona rağbet etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde bunu Allâh’tan dilemedim. Çünkü hilâfette benim rahatım yoktur.”

Bu ifâdeler, riyâsete karşı mü’min gönüllerde bulunması gereken sarsılmaz îman tavrını ve idâreciliğin, toplumun imkânlarıyla zevk u safâ içinde saltanat sürmek değil, topluma hizmet etmek olduğunu ne güzel beyân etmektedir.

Hakkını verip veremeyeceğini düşünmeden, hayâle kapılarak ve nefsini kayırarak riyâset hırsıyla koşturmanın, ağır bir vebâli mûcib olduğu muhakkaktır. Fakat halkın işlerinin de bir şekilde görülmesi zarûrîdir. Bu yüzden, bir işi hakkıyla îfâ edebilecek dirâyete sâhip olanların da, mes’ûliyetten kaçarak bir kenara çekilmeye ve işleri yüzüstü bırakmaya hakları yoktur. Böyle bir vazîfe kendisine teklif edilen kimse, liyâkatinden eminse ve etrafta kendisinden daha ehil biri de yoksa, teklifi kabulden ictinâb edemez. Şâyet ictinâb ederse, vebâlinden kurtulamaz. Zîrâ halkın emânetini üstlenmek, yerine göre bir zarûret hâline gelebilir. Mü’mine yakışan da budur. Yâni mü’min için; örnek yaşayışıyla, güzel ahlâkıyla, ilm-i siyâsetiyle, basîret, firâset, dirâyet ve kâbiliyetiyle, riyâsetin tâlibi değil, matlûbu olabilmek esastır.

Nitekim İslâm halîfeleri içinde dört büyük halîfeden sonra fazîlet bakımından en mümtaz mevkîde bulunan Ömer bin Abdülazîz’e hilâfet makâmı teklif edildiğinde, o önce bunu kabulden ictinâb etmiştir. Fakat ondan daha liyâkatli kimse bulunmadığını gören ulemâ heyeti, bu vazîfeyi üstlenmediği takdirde vebâl altında kalacağını bildirmesi üzerine, Ömer bin Abdülazîz mecbûren vazîfeyi kabûl etmiştir. Ömer bin Abdülazîz, kendisine dâimâ hakkı ve hayrı tavsiye edecek bir istişâre heyeti kurmuş, onlar da halîfeyi îkaz ve nasîhatleriyle yanlışlıklardan korumaya çalışmışlardır.

Bir makâma tâlip olmadığı hâlde o makâma getirilen ve samîmiyetle gayret gösteren kimselere Allâh Teâlâ yardım eder. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Abdurrahmân bin Semüre -radıyallâhu anh-’a şu tavsiyede bulunmuştur:

“Ey Abdurrahmân! Emîrliğe tâlip olma! Eğer senin talebin üzerine sana emîrlik verilirse, istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. Eğer sen tâlibi olmadan sana emîrlik verilirse, o işte yardım görürsün.” (Buhârî, Eymân, 1; Müslim, İmâret, 19)

Kişinin hakkını veremeyeceği bir vazîfeyi hırsla talep etmesinin fecî bir âhiret felâketi olduğu, yine bir hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Siz memuriyet alma husûsunda pek istekli davranacaksınız. Hâlbuki (elde etmek için) çırpındığınız o vazîfe, kıyâmet gününde bir pişmanlık sebebi olacaktır.” (Buhârî, Ahkâm 7. Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 39, Kudât 5)

Bu hususta bütün ümmete büyük bir vazîfe düşmektedir. Bu ise, emânetin tevdî edileceği liyâkatli kimseleri en güzel bir şekilde yetiştirmek ve onları uygun mevkîlere tâyin etmektir. Riyâsete tâlip olmak, yukarıda arz edilen sebeplerden dolayı hoş görülmemekle birlikte, gerekli vasıfları hâiz kimselerin îcâb ettiği zaman bundan kaçmamaları, bilakis gönüllü olarak hizmete koşmaları gerekir. Bunun en güzel misâlini Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- sergilemiştir. O, zindandan çıkıp Mısır Melîki’nin has adamı olduktan sonra, büyük kıtlıkların beklendiği ülkenin mâlî işlerini en iyi idâre edebilecek kişinin kendisi olduğunu görmüş, bu vazîfeye tâlip olmuş ve Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği üzere Mısır Melîki’ne:

“«Beni ülkenin hazînelerine tâyin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işleri iyi bilirim.» demiştir.” (Yûsuf, 55)

Bu âyet-i kerîmeden, âdil ve liyâkatli bir kimsenin, idârî bir vazîfeyi talep etmesinin câiz olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca âyet-i kerîme, hak ve adâletin hâkim kılınıp bâtılın ve zulmün defedilmesi için başka çâre kalmadığı zaman, idâreyi ele almanın gerekliliğine de işâret etmektedir. İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, tâlip olduğu vazîfeyle ilgili bütün meziyetlere sâhip olduğu için, zarûrete binâen ve mes’ûliyet duygusu ile mâliye nezâretine tâlip olmuştur. Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bu husustaki takvâ ve dirâyetini gösteren sayısız misâllerden biri şöyledir:

Birgün Yûsuf -aleyhisselâm-’a:

“–Sen, hazînelerin sâhibi ve tasarrufçusu olduğun hâlde niçin kendini aç bırakıyorsun?” diye sorulmuş, O ise:

“–Ben doyarsam, aç olanları unutmaktan korkarım.” cevâbını vermiştir.

Bu bakımdan riyâset makâmında bulunanlar, kendilerine emânet edilen toplumun en alt kademesinde bulunanların maddî-mânevî hayat şartlarını ve içinde bulundukları iptilâlar sebebiyle dûçâr oldukları hâlet-i rûhiyeyi de dikkate alarak, onların yaşantısıyla âhenkli ve mütenâsip bir hayat sürmelidirler.

İdârecilerde bulunması gereken kalbî dirâyetin en güzel numûnelerini, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hayâtında seyredebiliriz. O, dâimâ kifâyet miktârı ile geçinir, hattâ çoğu zaman fakr u zarûret içinde yaşar, ashâbını doyurmadan kendisini doyurmazdı. Ümmetinin sevincini kendi sevincine tercih ederdi. Mescid-i Nebevî’nin inşâsında mübârek sırtında taş taşımış, bir sefer esnâsında ateş yakmak üzere ashâbıyla odun toplamış, bizzat ve fiilen hizmet etmek sûretiyle bütün idârecilere örnek olacak ulvî numûneler sergilemiş ve:

“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmuştur. Böylece ashâbının yaşadığı şartları bizzat yaşamış, onların sevinciyle sevinmiş, derdiyle dertlenmiştir.

Nitekim birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e turfanda hurma ikrâm edilmişti. Allâh Rasûlü’nün dâimâ mütebessim olan çehresinde o an bir memnûniyetsizlik ifâdesi belirdi. Ashâbının da böyle hurmalardan yiyip yiyemediklerini sorarak, onların bu nîmetten mahrum bulunduklarını öğrenince:

“–Götürün bu hurmaları, şu çocuklar yesin! Ben ümmetimin yemediğini yiyemem! Halkının yemediğini yiyen, giymediğini giyen idârecilerden olmaktan Allâh’a sığınırım…” buyurdu.

İşte bu nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, geceleri bilhassa kenar mahalleleri dolaşarak dâimâ muzdariplerin civârında bulunmuş, halkın muhtaçlarına sırtında çuvalla un taşımıştır. Onun bu husustaki hassâsiyetini ifâde eden şu hâl ne kadar ibretlidir:

Utbe bin Ferkad anlatıyor:

Bir seferinde Hazret-i Ömer’e hurma ve yağdan yapılan birkaç sepet helva götürdüm. O, bana bunların ne olduğunu sorunca ben de:

“–Yiyecek, sana getirdim. Çünkü sabahtan akşama kadar halkın işleriyle uğraşıyorsun. İstedim ki, evine döndüğünde iyi bir gıdâ alarak kuvvetini koruyasın.” dedim. Hazret-i Ömer, sepetlerden birinin ağzını açtı ve:

“–Ey Utbe, Allâh aşkına söyle! Bunlardan her bir müslümana bir sepet verdin mi?” diye sordu.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kays Kabîlesi’nin bütün mallarını harcasam yine de her müslümana bir sepet helva veremem.” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Öyleyse bana da lâzım değil.” dedikten sonra kuru ekmek ve sert bir etle yapılmış bir sahan tirit getirtti.” (Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, c. II, s. 325)

İslâm ordularının muzaffer kumandanı Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın bu husustaki kalbî tavrı da güzel bir numûnedir:

Sûriye taraflarında Rumlarla yapılan bir savaşta akşam olmuş, gâziler istirahata çekilmişlerdi. Daha sonra sofralar kuruldu, açlıktan tâkatsiz düşmüş gâzîler kuru ekmekle hurmadan ibâret yemeklerini yiyorlardı. Ancak Kumandan Hâlid bin Velid’in sofrasına yumuşak ekmek ve soğuk su getirilmişti. Bunu gören Hazret-i Hâlid, ekmeklerin güneş altında nasıl olup da kurumadığını ve bu soğuk suyun nereden bulunduğunu hayretle sordu. Kendisine denildi ki:

“–Biz bu ekmek ve suyu, eştiğimiz kum çukurlarındaki nemli zeminde muhâfaza ettik. Bu yüzden ekmeğimiz yumuşak, suyumuz soğuk.”

Bu defa Hazret-i Hâlid:

“–Askerlerim de yumuşak ekmek yiyip soğuk su içebiliyor mu?” deyince:

“–Hayır. Onlarınki kurumuş ekmek, ısınmış su!” cevâbı verildi.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- şu mukâbelede bulundu:

“–O hâlde kaldırın bu yumuşak ekmekle, soğuk suyu! Bana askerlerimin yediği kuru ekmekle, içtiği sıcak sudan getirin! Savaşta beraber olup da yemekte ayrılan kumandanlardan olmaktan Allâh’a sığınırım! Bizim örnek aldığımız zâtlar böyle olmadılar, biz de olmayacağız!..”

Diğer taraftan, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hakkâniyet sâhibi olan âdil ve sâlih idârecilerin, kıyâmet gününde Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde huzur içinde dinlenecek yedi sınıftan biri olduğunu müjdelemiştir.

İdârî bir vazîfe üstlenenler, idâreleri altındaki insanların hazzını, kendi hazzına tercih etmesini bilmelidirler. Israrla her şeyi yalnız ben yapayım düşüncesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları daralır, görüşleri değişir. Bir zaman gelir ki, herkesi küçük görmeye başlar, kibre kapılırlar. Hubb-i riyâsetin esiri olurlar. Halka hizmet ederek Hakk’ın rızâsını kazanmaya vâsıta olan makâm ve iktidar, gün gelir şahsî bir üstünlük duygusunun tatmînine hizmet eder hâle dönüşür.

Gerçek ve olgun idâreciler ise, şahsî varlıklarından sıyrılarak kendilerini toplumun huzur ve saâdetine adamışlardır. Onlar, kendilerini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gönül neferi gibi tevâzû ve mahviyet sâhibidirler. Cenâb-ı Hakk’ın: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler.” (el-Furkân, 63) âyetini kendilerine hayat düstûru edinirler.

Nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul şühedâsının âilelerine, onları rencide etmemek için büyük bir titizlik göstererek akşamın loş karanlığında, kapalı kaplar içinde yemek göndermiştir.

Bütün kralların önünde baş eğdiği, 24 milyon km2’lik bir coğrafyaya hükmeden cihân pâdişâhı 1. Ahmed Hân, kendi adıyla anılan câminin temelinde gün boyu bir amele gibi çalışmış, zaman zaman sırtında taş taşıyarak bütün idârecilere örnek olacak fazîletler sergilemiştir.

Sultan 1. Abdülhamid Han, Özi Kale’si elden çıkınca büyük bir teessür ile: “Asker evlâdlarım ve mâsûm ahâlim parçalandı!” diyerek onların ıztırâbını sînesinde hissetmiş ve bu acıya fazla dayanamayıp kısa zaman sonra vefât etmiştir. İşte bir cihan sultânına, hayatına mâl olacak derecede «âhh» çektiren ve kalbini elemle eriten îman hassâsiyeti ne müthiştir! Onlar, emri altındaki insanlar için duydukları bu mes’ûliyet, hassâsiyet ve merhamet sebebiyle, cihân sultanlığına ilâveten halkın gönüllerinde de taht kurma şerefine nâil olmuşlardır.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, hilâfeti zamânında bir vâlîye gönderdiği mektupta yer alan şu ifâdeler, halkın, idârecileri hakkındaki şehâdetinin ne kadar mühim olduğunu göstermektedir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:

“…Sen, vaktiyle senden evvelki vâlîlerin icraatini gözden geçiriyordun; halk da şimdi senin icraatini gözden geçirecek. O zaman senin onlar hakkındaki söylediklerini, halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimin sâlih idâreci olduğu, ancak Allâh’ın kendi kulları lisânından söylettiği sözlerle anlaşılır.”

Dolayısıyla Hakk’ın idârecilerden râzı olması, bir bakıma mü’min halkın onlardan râzı olmasına bağlıdır. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- vâlîye olan nasîhatinin devâmında da şöyle der:

“Hiçbir zaman «Ben kudret sâhibiyim, emrederim, itaat ederler!» deme. Çünkü bu hâl, kalbi fesâda vermek, dîni zaafa uğratmak ve helâke yaklaşmaktır.”

Riyâset makâmındakilerin dikkat edeceği en mühim hususlardan biri de, sâdık ve sâlihlerle dâimâ istişâre hâlinde olup, fâsıklarla mecbûrî münâsebetler dışında ülfet etmemektir. Zîrâ İmam Gazâlî Hazretleri’nin beyânı vechile, fâsıkların düşüncelerine yakınlık duyulduğu takdirde, zamanla “zihnî akrabâlık” meydana gelir. Bu yakınlık, ileri safhalarda -Allâh korusun- “kalbî akrabâlığa” dönüşür. Bu hâl ise, şahsiyet ve kalbî hayâtın iflâsı demektir.

Şeyh Edebali Hazretleri şöyle buyurur:

“Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.”

Bu bakımdan, riyâset makâmında bulunanlar, daha dikkatli olmalıdırlar. Zîrâ dik ve yüksek bir dağın zirvesine tırmanan kimse gibi, ayağını bastığı yere ve tutunduğu dala daha çok dikkat etmelidirler. Düz yolda ayağı takılıp düşen biri tekrar ayağa kalkabilir. Fakat zirvelerde yanlış bir adım atmak veya çürük bir dala tutunmak öyle tehlikelidir ki, kişiyi uçurumdan aşağıya yuvarlar. Üstelik bu felâket, sırf kişinin şahsına münhasır kalmaz. Mes’ûliyetini yüklendikleri toplumu da peşlerinden sürükler. Yanlış yapan bir tüccar, sermâyesini ve kendini batırır, fakat yanlış yapan bir lider, kitleyi batırır. Bu yüzden onların vebâlini de yüklenir.

Hâsılı her mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği maddî-mânevî imkânları, mes’ûl olduğu topluma âzamî istifâde sağlayacak şekilde kullanmanın muhâsebesi içinde olmalıdır. Vazîfesini hakkıyla îfâ edemeyeceği zamanlarda ise nefsâniyetine mağlup olmadan, büyük bir ferâgat-i nefs ile yerini kendisinden daha liyâkatli kimselere bırakmalıdır. Şan ve şöhretten kaçarak, gerektiğinde pâyesiz ve isimsiz yaşamayı tercih etmeli ve hubb-i riyâsetin esîri olmaktan sakınmalıdır. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in vefâtından önce son olarak fem-i muhsinlerinden sâdır olan: “Namaza ve emriniz altındakilerin hukûkuna riâyet edin!” nebevî tâlimâtına son derece ehemmiyet vermelidir.

İdârî mevkîlerde bulunanlar, nefislerini dâimâ hesâba çekip: “Acabâ idârî mes’ûliyetin ağır şartlarının idrâki içinde miyim, yoksa hubb-i riyâsete kapılıp rûhumu zehirlemekte miyim?!” diye kendilerine sormalıdırlar.

Yâ Rabbî! En alt kademeden en üst kademeye kadar vazîfe üstlenen bütün mü’minleri, nefsin servet, şehvet, şöhret ve makam sevgisi gibi şerlerinden muhâfaza buyur. Cümlemizi, elinden, dilinden ve gönlünden ümmet-i Muhammed’in istifâde ettiği kullarından eyle!

Âmîn!