Hizmette Gönül Farkı

Yıl: 2010 Ay: Ağustos Sayı: 66

İslâm ahlâkının temelini teşkil eden hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak diğergâm bir rûhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ın rızâsını aramaktır. Gerek maddî, gerekse mânevî bu hizmetlerin îfâsında gösterilen yüksek gayretin ehemmiyeti kadar, onların hangi kalbî keyfiyet ve seviye ile yapıldığı da hiç şüphesiz pek mühimdir. Zira hizmetin bereketli ve Hak katında makbul olabilmesi, ancak takvâya bağlıdır. Onun içindir ki büyükler:

“Hizmet mühimdir; lâkin hizmette edep daha mühimdir.” buyurarak hizmetin, feyiz dolu samîmî bir gönülle, tevâzû ve edep dâiresi içerisinde îfâ edilmesinin lüzûmunu beyân etmişlerdir.

Nitekim fânî vücutları, asırlardır toprak altında olmasına rağmen feyz ve rûhâniyetleriyle günümüze kadar geldikleri gibi, bundan sonra da hizmetleriyle diri kalmaya devam edecek olan Allah dostlarından Bahâeddin Nakşibend Hazretleri ile ilgili nakledilen şu hâdise, hizmette gerekli olan gönül hassâsiyetini ne güzel ifâde etmektedir:

Bahâeddin Nakşibend Hazretleri bir gün, iki mürîdini odun toplamaya gönderir ve yanlarına da bu odunları taşımaları için iki merkep verir. Hattâ bunlardan biri Nakşibend Hazretleriʼnin kendi merkebidir. Müridler aldıkları emir üzerine odunları merkeplere yükleyerek dergâha yönelirler. Bir müddet sonra, Nakşibend Hazretleriʼnin merkebindeki odunlar bir vesîle ile yere düşer. Müridlerden biri, henüz kalben yeterince olgunlaşmamış olduğundan dolayı, bu durum karşısında hayli hiddetlenir. Ve öfkesine hâkim olamayıp âniden ağzından, kim olduğunu bilmediği merkebin sahibine uygunsuz söz söyler. Sonra derhal toparlanır, bir anlık gafleti neticesinde düştüğü büyük hatâyı anlar, üzülür, gönlüne çeki düzen vererek tövbe eder.

Nakşibend Hazretleri ise yolda bu müridlerini beklemektedir. Onları karşılar ve:

“Evlâdım! Öfkeyle ve uygunsuz söz söyleyerek getirilen odunları yakmak doğru değildir!” diyerek getirdikleri odunların atılmasını emir buyurur. Böylece bir hizmetin, hizmet eden kimsenin edebiyle değer kazandığını ve gönül feyzinden mahrum olarak îfâ edildiğinde ise, hiçbir değer taşımadığını ifâde eder.

Dalından, yakılmak için kesilmiş olan odun parçalarını taşırken, karşılaştığı bir müşkül karşısında öfkeye kapılarak yaptığı hayrın sevâbını tüketen gönlün hizmeti de hizmettir; Taptuk Emre dergâhına senelerce kalem gibi dümdüz odunlar taşıyan ve kendisine:

“–Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?..” diye soran üstâdına hitâben, büyük bir edep içerisinde:

“–Sultânım! Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!..” sözleriyle mukâbele eden, aşk ve muhabbet menbaı gönlün hizmeti de hizmettir. Lâkin iki hizmet arasında, doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar büyük bir gönül farkı vardır.

Şu hakîkat hiç unutulmamalıdır ki; bu gönül farkı dolayısıyla zâhiren aynı görünen bazı hizmetler, neticesi bakımından cüce bir gönlün içinde yok kadar küçülürken, yüce bir gönlün bereketli iklîminde ecri göklere ve yere sığmayan ulvî bir kazanç ve ebedî bir kâra vesîle olur.

Bu bakımdan bir mü’min, yaptığı her hizmette dâimâ aşk ve muhabbet libâsına bürünmeli, tevâzûyu aslâ elden bırakmamalı ve hiçliğinin idrâki içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya çalışmalıdır. Zira mü’minin hizmetteki bütün gâye ve hedefi, Mevlânâ Hazretleriʼnin de buyurduğu gibi:

“Âşıkların hizmetleri de, hizmetlerinin mukâbili olarak aldıkları da Hak Teâlâ’dır, yani O’nun rızâsı, lûtfu ve ihsânıdır…”

Bunun yanında gönül feyzinden mahrum, aşksız ve muhabbetsiz yapılan bir hizmet, tıpkı, hoşlanmadan çalıştığı bir işe giriş ve çıkış saatinde kart basmak mecbûriyetinde olan bir fabrika işçisinin veya memurun hâline benzer. Böyle bir hizmetten de hayırlı ve bereketli bir neticenin hâsıl olmayacağı muhakkaktır. Yine böyle bir hizmet için Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Dünya işlerine dalanların bütün gayret ve uğraşlarını araştırsan, görürsün ki, onların dünyalık için didinmeleri soğan gibi kat kat olup, pis pis kok­maktadır. Bu çeşit gayretlerin, çalışmaların her biri, öbüründen daha içsiz, daha boştur.”

Nitekim sırf dünyalık bir menfaat uğruna gafletle yapılan hizmetler, kalbi hantallaştırarak gönle yorgunluk verir.

Bu hakîkati bilen Allah dostları, gönül âlemlerini gafletle yapılan böylesi hizmetlerden dâimâ korumuşlardır. Tarihte bunun pek çok misâli vardır. Onlardan birkaçı şöyledir:

Hızır -aleyhisselâm-, Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’ni ziyâretleri esnâsında kendisine ikrâm edilen yemeği yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Hazret, hayret içinde:

“−Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?” dediğinde ise Hızır -aleyhisselâm- şu ibretli mukâbelede bulunur:

“−Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”

Rivâyet edilir ki, bir zamanlar Şâh-ı Nakşibend Hazretleri “Gazyut” denilen bir yere gitmişti. Orada bulunan talebelerinden biri, onlara yemek getirdi. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurdu ki:

“Bu hamuru yoğuran ve yemekleri pişiren kimse, işin başlangıcından nihâyetine kadar gadap hâlinde idi. Bundan dolayı biz ondan hiçbir şey yiyemeyiz. Zira böyle yapılan yemeklerde hiçbir hayır ve bereket yoktur. Belki de şeytan, yemek yaparken hep onunla bulunmuştur. Bizler böyle bir yemeği nasıl yiyebiliriz?”

Başka bir zaman da Bahâeddin Nakşibend Hazretleri, bu hususla ilgili olarak talebelerini şu sözlerle irşâd etmiştir:

“Yenilecek bir gıdâ, her ne olursa olsun gaflet içinde, gazapla veya nefretle hazırlansa, onda hayır ve bereket yoktur. Zira ona nefs ve şeytan karışmıştır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsenin kalbinde ilâhî sır ve hikmetlere karşı duygusuzluk ve hantallık meydana gelir.

Gaflete dalmadan hazırlanan ve Allah Teâlâ’yı düşünerek yenen helâl yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamayışları; yemede ve içmede bu husûsa dikkat etmediklerindendir.

Her ne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû ve hudû hâlinde bulunup zevkle ve gözyaşı dökerek namaz kılabilmek; helâl lokmayı, Allah Teâlâ’yı hatırlayarak hazırlayıp yine Oʼnun huzûrundaymış gibi yemeye bağlıdır. Vücûduna haram lokma karışmış bir kimse, namazdan tat duymaz.”

Bilhassa günümüzdeki çarpık pazarlama anlayışlarından birinin neticesi olarak, çarşı ve dükkânlarda herkesin görebileceği camekânlar önünde hazırlanıp vitrine edilen ve bu sebeple de kaç mahrumun göz hakkının bulunduğu dahî bilinemeyen yiyecekleri tüketmenin, kişinin mânevî yapısına ne derece zarar verebileceğini de bir düşünmek gerekir.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, yaptığımız hizmetlerin güzel olmasını arzu eylediği kadar, onları nasıl bir kalbî keyfiyet içinde ve ne derece takvâ ölçülerine riâyet ederek icrâ ettiğimize de bakar. Bu sebeple bir mü’minin gönül dünyasını, aldığı gıdâ ile mânen inkişâf ettirmeye ihtiyacı vardır. Bunun yegâne vasıtası da Allah ve Rasûlü’ne duyulan muhabbettir. Zira hizmette muhabbet, terakkînin başlangıcıdır. Ve kalp, Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti ile dolu olduğu nisbette, hayatın her safhası Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu güzelliklerle müzeyyen hâle gelir.

Yâ Rabbi! Bizleri îman ve amellerimizde bir nebze bile ihlâs ve takvâdan ayırma! En küçük amelleri bile büyük bir ihlâs ve takvâ şuuru içerisinde yapabilmeyi ihsân eyle!

Âmîn…