Hırs, Hased ve Kanâat

2000 – Ekim, Sayı: 176, Sayfa: 028

İnsanoğlu hayra da şerre de meyyâl bir fıtrat ve istidad ile yaratılmıştır. Bu âlemin bir imtihan âlemi olmasına bağlı bulunan ve ilâhî tâyin ve takdîr ile gerçekleşen şu keyfiyet, âdemoğlunun hayır-şer, güzellik ve çirkinlik arasındaki ebedî medd ü cezrinin sebebidir. Bununla beraber hayır ve güzellikte matlub olan kemâl noktasına ulaşabilenler, hemen hemen yüce dağ zirveleri gibi nâdirattandır. Bu sebepledir ki, şarkın büyük dâhîlerinden Şeyh Sâdi-i Şirâzî, umûmî bir hükümle:

“İnsan nedir?” suâlini:

“Bir kaç damla kan, binbir endîşe!..” diye cevaplandırmıştır.

Bir yığın endîşe… Zîrâ dizginlenemeyen ihtiras ve arzular, bertaraf edilemeyen aşırı imrenme ve kıskançlıklar gibi menfî temâyüllerin doğurduğu huzursuzluktan kurtulabilen azın azı bahtiyarlar, böyle bir umûmî hüküm içinde istisnâ teşkîl ederler.

Cenâb-ı Hakk, insanların bir topluluk hâline gelmelerini murâd etmiş, bunu te’min maksadıyla da nîmetlerini ferdden ferde farklılık arzeden bir sûrette tevzî buyurmuştur. Böylece onları birbirine muhtaç kılmıştır. Beşer tarihinin her devrinde görülen ve beşerin imtihanı için gerekli olan bu farklılık, insan fıtratındaki ilâhî tâyine dayanan ve bu yüzden bertaraf edilemeyen temel bir esastır. Sosyal dayanışma ihtiyacı, yaratılıştaki bu farklılığın bir tezâhürüdür. Ancak bazı insanlarda birtakım arzu edilmeyen menfîlikler doğurabilmektedir ki, bunların başında hırs, kin, hased v.s. gelir.

Zincirleme devam edip giden bu menfîliklerden hırs, firenlenmediği takdirde hased denilen kalbî hastalığa müncer olur. Kendisini hırs ve hasedin girdabına kaptıranlar, er-geç hüsran ve huzursuzluk gayyâsına düşerler. İnsanlık cevherine zarar veren bu temâyüller, aynı zamanda Rabbin taksîm ve takdîr programına râzı olmamaktır ki, bir isyan suçudur. Müthiş bir nefis hastalığıdır ki, buna dûçâr olanlar, kendilerindeki ihtiras ve hasedin ekseriya farkına varmazlar.

İnsanı tûl-i emel girdabında boğan ihtiras ve hasedler, kulun, âhıreti unutarak dünyâ muhabbetine mecnûnca bağlanmasıdır. Diğer bir ifâde ile nefsin arzularını yenemeyip maddeye köle olmasıdır. Muhterisin gözü, aslâ doymaz. O, bu sebeple dâimî bir fakirlik hâlinde yaşar. Mânevî bir açlık içinde kıvranır. Her tatminkârlık, onda bir doyum husûle getireceği yerde yeni bir iştihâ ve hırs uyandırır. Hasedin nefsdeki tezâhürleri çok çeşitlidir. Hased, ferdin fıtratındaki selîm temâyülleri felç eder. Mantığını za’fa uğratır. Îmân ve tevekkülün tabiî tezâhürlerini mağlûb ve mahkûm eder. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Hasedin kökü, cehennemdedir.” buyurmuştur.

Hasedçi, hased ettiği kimseden nîmetin alınıp kendisine verilmesini ister. Bu mümkün olmaz ise; “Ne bana, ne ona!” der. Nîmet sahibinin nîmet ve istidadlarından aslâ hoşlanmaz ve onların zevâlini arzu eder. Hasedçi, hased ettiği kimseye kin, hâinlik, intikam, hîle, ayıplama ve onu gıybet etme hisleri ile doludur. Kısacık ömrünü, kuruntular ve endişeler içinde geçirir.

Hayatı takvâ ölçüleri içinde yaşayan evliyâullâh ise, dünyâ işlerinde imrenmeyi bile hoş görmemişlerdir. Onlar, imrenmeleri bile nîmet sahipleri üzerine düşürülmüş birer hased gölgesi olarak telâkkî etmişlerdir.

“Ona verilen bana da verilmiş olsa idi…” gibi vesveseler, ilâhî taksîme karşı bir hoşnutsuzluk ve ilâhî takdîre bir nevî râzı olmamaktır. İnsan bilmez ki, belki hakkında hayırlı olan, yaşadığı hâldir.

Rûh incelip zarîfleştikçe, dünyâya âid bütün imrenmeler ve hasedler ortadan kalkar. Böylece mü’minlerin kalbî seviyelerine göre nîmetlerdeki kıymet ölçüleri farklılaşır.

Şerîatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir.”

Tasavvufda; “senin malın senin, benimki de senindir.”

Hakîkatte ise; “ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allâh’ındır.” telâkkîsi gerçekleşir.

İhtiras ve hasedin bir aldanış ve neticesinin de bir serap olduğunu, içli Yûnus ne güzel ifâde eder:

Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan !..

Buna göre, yeni îcâd edilmiş sanılan devre-mülk mâlikliği ezelden beri mevcûd demektir.

Muhterisin îmân ve tevekkülü, hased sebebiyle sürekli zaaf hâlinde olduğu için onun rûhânî hayatını zindana çevirir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, muhterisin hâline hayret ederek şöyle buyurur:

“İnsana ne oluyor da altının, dünyâ malının kölesi oluyor? Hakk yolunda harcanmayanlar nedir? Neyi ifâde eder? Dünyâ malının esiri olarak onun kapısında yılan gibi kıvrılıp yerlerde sürünmek zilleti, insanı göklere eli boş gönderen bir sefâlet sebebi değil de nedir?!.”

Nitekim mala-mülke esir olup mânevî sefâletin girdaplarında boğulan Sâlebe’nin hâli, pek düşündürücü bir misâldir:1

Medîne müslümanlarından olan Sâlebe’nin, mala-mülke karşı aşırı derecede hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bunun için Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den duâ istedi.

Onun bu talebine Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle cevap verdi:

“-Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır…”

Bu ifâde üzerine isteğinden vazgeçen Sâlebe, bir müddet sonra hırsının yeniden depreşmesi ile tekrar Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e gelip:

“-Yâ Rasûlallâh! Duâ et de zengin olayım!” dedi.

Bu defâ Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“-Ben senin için kâfî bir örnek değil miyim? Allâh’a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp gideceklerdi; fakat ben müstağnî kaldım.”

Sâlebe, yine isteğinden vazgeçti. Fakat içindeki ihtiras fırtınası dinmiyordu. Kendi kendine; “Zengin olursam, fakîr fukarâya yardım eder, daha çok ecre nâil olurum!” şeklinde zannî bir sebebe sarılmış ve nefsinin şiddetli talebine yenilmiş olarak üçüncü kez Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yanına gitti ve:

“-Seni hak peygamber olarak gönderene yemîn ederim ki, eğer beni zengin ederse, fakîr fukarâyı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim!..” dedi.

Nihâyet bu kadar ısrar karşısında Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Yâ Rabbî! Sâlebe’ye istediği dünyâlığı ver!” diye duâ eyledi.

Çok geçmeden bu duâ vesîlesiyle Allâh Teâlâ, Sâlebe’ye büyük bir zenginlik ihsân etti. Sürüleri dağı taşı doldurdu. Lâkin o âna kadar “mescid kuşu” ifâdesi ile vasıflandırılan Sâlebe, mal ve mülkü ile uğraşmaktan yavaş yavaş cemâati aksatmaya başladı. Gün geldi sadece Cuma namazlarına gelir oldu. Ancak bir müddet sonra Cuma namazlarını da unuttu.

Birgün onun durumunu sorup öğrenen Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Sâlebe’ye yazık oldu!..” buyurdular.

Sâlebe’nin gaflet ve cehâleti, bu yaptıklarıyla kalmadı. Kendisine zekât toplamak için gelen memûrlara:

“-Bu sizin yaptığınız düpedüz haraç toplamaktır!” deyip, daha evvel vereceğini va’dettikleri şöyle dursun, fakîr fukarânın âyetle sâbit olan asgarî hakkını dahî vermekten kaçınacak kadar ileri gitti. Münâfıklardan oldu.

Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Onlardan (münâfıklardan) kimi de: Eğer Allâh, lutuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allâh’a söz verdi.”

“Fakat Allâh, onlara lutfundan (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allâh’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” (et-Tevbe, 75-76)

Kendi ahmaklığı yüzünden Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in îkâzını dinlemeyerek hareket edip de sefîl ve perîşân bir şekilde bedbaht ve hazîn bir âkıbete dûçâr olan Sâlebe, dünyânın geçici servetine aldanarak ebediyyet fukarâsı olmuştu. Büyük bir pişmanlık içinde ölürken kulaklarında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şu sözleri çınlıyordu âdetâ:

“-Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır…”

Ancak bu îkâza kulak vermemiş bulunan Sâlebe, fânî servetinin kendisini perîşân eden girdapları içinde sonsuz bir elem ve ızdıraba dûçâr olarak can verdi. Seâdet zannettiği kısacık bir an ve az bir mala mukâbil, ebedî bir seâdeti ahmakça mahvetti.

Sâlebe’nin yukarıda nakledilen hikâyesi, kaderi zorlamanın ve duâ âdâbına riâyet etmemenin fecî âkıbetini kavramamız için mükemmel bir misâldir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, onun hakkındaki murâd-ı ilâhîyi bildiği halde -muhtemelen- ümmeti için böyle bir misâl vârid olsun diye Sâlebe’nin ısrarı üzerine arzu ettiği duâyı yapmıştır. Bizse, Cenâb-ı Hakk’dan bir şey isterken onun hakkımızda hayır mı, yoksa şer mi olduğu hususunda aklımıza gereğinden fazla güvenerek ısrarcı olmak yerine talebimizin ind-i ilâhîde makbûl ise kabûlünü istemeliyiz. Aksi halde lutuf içine saklanmış kahırları görememekten dolayı başımıza çâresiz dertler açarız. Duânın -sadaka gibi- mutlak kaderi değilse de muallak kaderi değiştireceği dînî bir gerçektir. Lâkin o değişikliğin -zahir ve bâtın- lehde olup olmadığı husûsunu sırf âciz aklımızla tâyin etmemiz büyük bir hatâdır. Duâ, Rabbin bize bir müsâadesi, nîmeti ve hattâ emridir. Lâkin onun muhtevâsını ferdî akıl ve hislerimizle doldursak da, bu muhtevânın mutlaka hayır olduğu husûsunda inâd etmemeli ve Allâh’tan “Yâ Rabb! Hayırlı ise lutfeyle!” diye niyazda bulunmayı ihmâl etmemelidir.

İnsanoğlundaki ihtiras, hadîs-i şerîfte şu şekilde ifâde buyurulur:

“Âdemoğlunun altından iki vâdîsi olsa, ister ki üçüncüsü olsun. Onun gözünü ancak toprak doyurur. Allâh -celle celâlühû- tevbe edenlerin tevbelerini kabûl eder.”

Muhteris, dünyâdan üç bâriz vasıfla ayrılır:

1. Topladıklarına doyamamak,

2. Umduklarına nâil olamamak,

3. Her türlü gönül, irfân ve mâneviyat mahrûmu olmak.

Muhterisin gönlünü saran tamahkârlık, orada ilâhî aşk ve ihlâsa en ufak bir yer bırakmaz. Ne hüsrandır ki, böyle kimselerin ömürleri mal istiflemenin hamallığı ile geçer. Hayatları bir “körebe” oyununa döner ve hazîn bir son ile nihâyet bulur.

Muhterisin doyamadığı dünyâ hayatı hakkında Nâziât Sûresi’nin 46. âyetinde:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde, (dünyâda) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar.” buyurulmaktadır.

İhtirasın, insan rûhunu helâk eden iştihalarla girdaplaştırması, Cenâb-ı Hakk’ın cehennemi tasvîrdeki ifâdesini hatırlatır:

“O gün cehenneme: Doldun mu? deriz. O da: Daha var mı? der.” (Kâf, 30)

Cenâb-ı Hakk, muhterisler için diğer bir âyet-i kerîmede:

“Bırak onları! Yesinler, tad çıkarsınlar (eğlensinler) ve boş emel onları oyalayadursun!.. Yakında (hakîkati ve başlarına gelecek kötü neticeyi) bilecekler…” (el-Hicr, 3) buyurulur.

Hasedin târihi, insanın yaratılışı kadar eskidir. İlk hased, İblis’in Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-‘ı topraktan ibaret görüp ona karşı tavır alması ile başlar.

Çünkü İblîs, meleklerin hocası durumunda olmasına rağmen insanlar gibi nefs ile mâlûl cin soyundandı. Bundan dolayı fıtratındaki bu temâyülün tezâhürü ile ilâhî hikmete vâkıf olamayıp Hazret-i Âdem’in topraktan yapısına aldanarak onunla kendisi arasında bir mukayese yaptı. Dumansız ateşten yaratılmış olan İblîs, Hazret-i Âdem’in üstünlüğünü kıskandı.

Bilemedi ki, Hazret-i Âdem’e meleklerin ilâhî bir emirle secde ettirilmesi, onda nûr-i Muhammedî’nin tekrîmi zarûretiyle idi. Bu kıssa, zâhiri ilmin ilâhî hikmete vukûf için kifâyetsizliğini gösteren ilk ve mükemmel bir örnektir.

Daha sonra vâkî olan Hâbil-Kâbil kıssası da hasedin beşer hayatında ne kadar eski olduğunu gösteren bir misâldir.

Hasedin bizim için diğer bir ibret tezâhürü de Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşleri arasında geçen târihî vak’adır. Yusuf’un kardeşleri ki, Hazret-i Ya’kûb gibi büyük bir peygamberin evlâdları ve onun terbiyesi dâhilinde yetişmiş kimselerdi. Buna rağmen öz kardeşleri olan Yûsuf -aleyhisselâm-‘ı kıskanıp onu kuyuya atmak gibi bir cürmü irtikâb etmekten kendilerini koruyamadılar. Bu vak’a, hased meylinin insandaki şiddet ve kuvvetini göstermek bakımından câlib-i dikkattir.

Hadîs-i Şerîfte buyurulur:

“Sakın hased etmeyiniz! Zîrâ hased, ateşin odunu yediği gibi sevapları ve iyilikleri yer bitirir.”

Anahtarları taşınamayacak kadar ağırlıkta olan Karun’un hazînelerini Karun’la beraber yerin dibine geçiren de hased değil midir?

Allâh Teâlâ, Karun’un akıbetini şöyle beyân buyurur:

“Nihâyet biz, onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini müdâfaa edip kurtarabilecek kimselerden değildir.” (el-Kasas, 81)

Hased, her husûsta zemmedilmiş olduğu halde, onun, gıpta tâbir edilen ve başkasındaki nîmetin zâil olması yerine kendisinde de gerçekleşmesi mânâsına gelen çeşidi câiz görülmüştür.

Hadîs-i Şerifte buyurulur:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamağa muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infak eden) kimsedir.” (Buhârî ve Müslim)

Yalnızca böyle infâk eden bir zengine ve ilmini insanlar için faydalı kılan âlime hased, yâni gıpta edilebilir. Bu gıpta, hasedin uhrevî ve fazîlete dönmüş şeklidir. Örnek şahsiyetler olan nebîler ve velîlerin hallerine gıpta edilir. Bu vesîle ile mânevî heyecan seviye bulur. Temiz rûhların ahıret ve fazîlet husûslarındaki imrenmeleri, onların asâleti muktezâsıdır.

Mezmûm ahlâkların en tehlikelilerinden olan hırs ve hasedin yegâne tedâvisi ise ancak kanâatin huzurlu rûhâniyetine bürünmekle mümkündür. Çünkü kanâatin gönle verdiği ilâhî hazîneler ne biter ne de tükenir. Nitekim Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Kanâat, bitmez tükenmez bir hazînedir.” buyurmaktadır.

Dolayısıyla zenginliğin gerçek ölçüsü kanâattir. İlâhî taksîme râzı olmaktır. İmkânı kendinden fazla olanları kıskanmamaktır. Zenginliğin gerçek lezzeti, ancak kanâat ile tadılabilir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Dirilmek için ölünüz ki, gerçek güzellik ve zenginliğe nâil olasınız!”

Ancak bilmelidir ki, güzeller, kendilerini görecek göz, sevecek gönül ararlar. Görmeyen gözlere güzellik, duymayan kulaklara nağmeler sunulmadığı gibi doymayan obur tıynetler de kanâatin huzûr ve rahatlığını hissedemezler. Hangi sazın nağmeleri sağırlar, hangi gül veya miskin râyihası burunları koku almayanlar içindir?!.

Kâmil insan, rızık ve nîmet sıkıntısı çekmez. Rızkın değil, Rezzâk’ın peşindedir. Başkalarının imkân ve nîmetlerine göz ve gönül gezdirmez. Hep rızâ hâlindedir.

Bu rızâ hâli husûsunda İbrâhim bin Ethem ile Şakîk-i Belhî arasında geçen mülâkat ne kadar rûhâniyet doludur.

Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Ethem’e sorar:

“-Geçim noktasında ne yaparsınız.?”

İbrâhim bin Ethem şöyle cevap verir:

“-Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!..”

Şâkîk-ı Belhî:

“-Horasan’ın köpekleri de böyle yapar!” deyince bu defa İbrâhim bin Ethem sorar:

“-Ya siz ne yaparsınız?”

Cevâben Şakîk-i Belhî:

“-Bulursak şükredip infak eder, bulamadığımızda ise sabr ile şükrederiz.” der.

İşte kanâatin ka’bına varılmaz şâhikası!..

Bu makâma yaklaşabilen Hakk dostlarına iki cihânda da ne seâdet!..

Ancak diriliği yalnız vücûd lezzetleri ve nefis istekleri ile dolu olanların sonu elbette acıklı ve hazîndir. Gayret ve imkânlarını ten lezzetlerine mahkûm edenler için bir rûhâniyet düşünülemez. Kanâatkârlar, ne güzel rûh zenginleri ve gönül cömertleridir. Huzûr ve seâdet onlardan neş’et eder.

Sâlih kulun kalbi, malın ve mülkün ötesindedir. Onunla zengin olmaz. Lâkin gönlü Allâh -celle celâlühû- ile dolu olan sâlih kişi, varlığı ile gönülleri zengin eder.

Yâ Rabb! Bizleri hırs ve hasedin sâlih amelleri yakıp bitiren alevlerinden muhâfaza eyleyip bitmez ve tükenmez bir hazîne olan kanâat ile müzeyyen kıl!

Âmin!..

Dipnot: 1. Ashâbın içerisinde Sâlebe isimli 29 kişi olup bahsettiğimiz Sâlebe bunlardan bir tanesidir. Şu kadar ki, bu şahıs, Bedir gâzîsi ve takvâ sahibi olan Sâlebe değildir.