Hikmetinden Suâl Olmaz!

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mart, Sayı: 169

MÂRİFETULLAH MEKTEBİ

Bu cihan, bir mârifetullah mektebidir.

İnsan, bu mektebin talebesidir.

Peygamberler bu cihan mektebinin hocalarıdır. İnsanlığa; Hakk’ı, kitâbı ve hikmeti tâlim eylemişler ve onları tezkiye ve terbiye etmişlerdir.

Bu mektebin iki türlü kitabı vardır:

  • İlâhî kitap yani Kur’ân-ı Kerim.

Bir de;

  • Kâinat kitabı…

Çünkü Rabbimiz; cihânı, bu mektebin bir lâboratuvarı hâlinde, tefekküre malzeme olacak şekilde tezyin eylemiştir.

Cenâb-ı Hak; insana bu talebelikte muvaffak olabilmesi için, kalp, akıl ve idrâk ihsân eylemiştir.

İnsan, cihâna boş bir bant hâlinde gelir. Kitap ve Sünnet’i telâkkî etmek sûretiyle, kâmil insan hüviyeti kazanır.

Bir mütefekkir der ki:

“Eğer sen bu cihanda güzel bir eğitimci olmak istiyorsan, gökyüzünün talebesi ol! (Kitap ve Sünnet’in tahsilini îfâ et! Bir ömür onların muhtevâsında daimî bir vecd, heyecan ve istiğrak ile yaşa!)”

İnsan; cehlini izâle etmek için de öğrenmeye mecburdur. Meraklı ve mütecessistir. Aklını, mantığını, kendisine kadar ulaşan mâlûmat birikimini, tecrübe ve müşâhedelerini kullanarak bilgisini artırmaya çalışır. Bu yolda sualler sorar, cevaplar arar. Bu usûl, maddî ilimler ve fikirler cephesinde işe yarar.

Lâkin, insanın önündeki tahsilin gayesi olan «mârifetullah, kendini tanımak, böylece Rabbini bilmek, âhirete hazırlanmak», husûsunda, kendi akıl ve tecrübesinin çok mahdut bir imkânı vardır. Çünkü akıl; metafizik / fizik ötesi / mânevî bahislerde tek başına bir rehber olamamakta, hattâ bilâkis kendisi rehberliğe muhtaç kalmaktadır.

Bu sebeple, akıl; bu tehlikeli okyanusta, maddî sahadaki usûlünce, suallerin girdabına yakalanırsa, ciddî müşkilâta düşer.

Bilhassa; sırr-ı kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ve kudreti, sonsuzluk gibi bahislerde, dünya ölçüsündeki sınırlı aklıyla sualler sorarak cevap aramak; «Bulamadım.» diye de yokluğuna hükmetmek zavallı bir akıl fukarâlığıdır.

Ayrıca;

SUAL SORMAK, İKİ TÜRLÜDÜR

Birincisi; anlamak, fehmetmek, hikmetine vâsıl olmak ve kalben tatmin olmak için zarûrî olarak zuhur eden suallerdir.

İkincisi ise; itiraz üretmek, muhalefet etmek ve çürütmeye çalışmak için, bir cidal usûlü olarak sualler sormaktır.

Dînimiz; birinci tarzdaki sualleri destekleyip, cevaplarını verirken, ikincisine ihtiyaç kalmamıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbını bu mânâda yani âdetâ itiraz, işi yokuşa sürme, zorlaştırma ve geciktirme mânâsına gelebilecek tarzda çok sual sormaktan men etmiş, buna mukabil ashâbından; aklın sınırını aşan meselelerde; سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا «İşittik itaat ettik!» diyerek teslîmiyet göstermelerini istemiştir. Önceki kavimlerin de çok sual sormaları sebebiyle helâk olduklarını bildirmiştir.

Bilhassa mâneviyat ve hikmet sahasının, bu itiraz suallerine kapalı olduğunun bir şahidi de, Hızır -aleyhisselâm- ve Musa -aleyhisselâm- kıssasıdır. Ledünnî ilme talip olarak, Hızır -aleyhisselâm-’a tâbî olmak isteyen Hazret-i Musa’ya, Hazret-i Hızır;

“–Ben açıklamadıkça, sual sormayacak, itiraz etmeyeceksin!” şartını koşmuştur. (el-Kehf, 70)

Bu şartı kabul etmesine rağmen, dayanamayarak itiraz eden
Hazret-i Musa; üçüncü suâlinden sonra, bu eğitim yolculuğundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Hızır -aleyhisselâm-; yaptıklarının sebep ve hikmetlerini bildirdiğinde ise, Hazret-i Musa, biraz evvel itiraz ettiği bütün o hâdiselerin hikmetine hayran kalmıştır.

Bu dünyada üretilen sualler de kıyâmette böyle olacaktır. Birçok âyet-i kerîmede şu tarzda beyanlar buyurulur:

“…Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, ihtilâfa düştüğünüz hususları size haber verecektir.” (el-En‘âm, 164)

Rabbânî âlimler ve irfân ehli zâtlar; böyle mûteriz ve bilgiççe suallere cevap vermekle uğraşmazlar. Hazret-i Mevlânâ bunu şu kıssa ile ne güzel anlatır:

KENDİ SUALLERİNDE BOĞUL!

“Usta bir berberin dükkânına kır saçlı bir adam koşarak geldi;

«–Yiğidim!» dedi. «Sakalımdaki ağarmış kılları bir bir yol! Çünkü ben, yeni evlendim.»

Berber adamın sakalını tamamıyla tıraş ederek kılları önüne koydu ve;

«–Benim bir işim çıktı, ben gidiyorum. Kılları sen kendin ayıkla!» dedi.

İşte bu siyah kıllar sual, beyaz kıllar da o kişiye verilmiş cevap. Din dertlisi olan ârifler böyle şeylerle uğraşmazlar!” (Mesnevî)

Kıssadan hisse şudur ki;

Ortaya bilgiçlik ve itiraz mahsûlü, kelime oyunları ve mantık hatalarıyla dolu sualler atıp da, insanları bunlarla meşgul etmeye, genç gönül ve dimağları da bu suallerle bulandırmaya uğraşanlara aslında verilecek cevap;

“–Boş suallerinle kendin uğraş!” demektir. Böyle suallere aşırı kıymet vermek, sürekli bunlarla meşgul olmak; aslında, bu itirazları üretenlerin maksadına hizmet etmek olur.

Çoğu kez bu itirazlı ve çapraz sualler, bomboş lâkırdılardır. Hattâ bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Boş ve mânâsız lâkırdılarla meşgul olup, sözün maskarası olma!”

Mevlânâ Hazretleri, bu hakikati de şöyle anlatır:

“Birisi, Zeyd’e bir sille vurdu. Zeyd de onu dövmek için üstüne atıldı. Silleyi vuran dedi ki:

«–Sana bir sual soracağım. Cevabını ver; ondan sonra sen de bana vur! Senin ensene sille vurunca; ‘Şırak’ diye bir ses çıktı. Şimdi burada size dostça bir sorum var:

Ey büyüklerin kendisini övdükleri er! Söyle bakalım; bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin ensenden mi?»

Silleyi yemiş olan dedi ki:

«Ensemin acısı, o şırak sesinin nereden çıktığını düşünmek için bana imkân vermedi. Dertli olmadığın, acı duymadığın için böyle boş işleri sen düşün! Şunu iyi bil ki;

Dertli olan, acı çeken kişide böyle vesveseli düşünceler yoktur.»” (Mesnevî)

Hakikaten kıssada olduğu gibi; böyle mânâsız sualleri üreten mahfiller, hem mazlumları tokatlıyor hem de önlerine böyle sualler atıyorlar.

Meselâ; devrimizde zâlim batı, hem İslâm beldelerini işgal ediyor, müslümanlara zulmediyor, mültecîleri Akdeniz’de boğuyor, ülkelerin petrollerini sömürüyor, hem de dönüp;

“–İslâm, şiddet dîni midir? Niye savaşı emrediyor?” diye iftirâ kabîlinden bir suâli ortaya atıyor.

Bir başka misal:

Batıda kadın; bir metâ hâline gelmiş, sokaklarda pespâye hâle düşürülmüş. Tâciz, istismar, fuhşiyat, kürtaj… her türlü mel‘anet kadınların başına dökülmüş. Fakat dönüyor;

“İslâm’da niye câriye var? Niye birden fazla evlilik var?” diye soruyor.

Bu sualler; oyalamak için, âmiyâne tabirle, cambaza baktırmak ve kendi hilesini, kendi perişanlığını gizlemek için.

CEVAPLAR VAR!

Lâkin birinci tarzda; kalbi tatmin etmek ihtiyacı ile sorulan suallere de hakikat ehli hiç kimse, bîgâne kalmamıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrahim’in;

“Rabbim bana göster, ölüleri nasıl diriltiyorsun?” (el-Bakara, 260)

Hazret-i Musa’nın;

“İçimizdeki sefihlerin yaptıkları yüzünden bizleri helâk edecek misin?” (el-A‘râf, 155) benzeri sualleri, bu hakikî suallerdir.

İnsanın aklına takılabilecek bu türden suallere; Hazret-i Mevlânâ, bir kıssa üzerinden, şöyle cevap verir:

Musa u dedi ki:

«–Ey kıyâmetin sahibi olan Rabbim!

Bir şeyi güzel bir şekilde yapıyorsun, yaratıyorsun, güzel bir hayat veriyorsun, sonra da nihayete erdiriyorsun.

Erkek olsun, kadın olsun, cana canlar katan güzeller yaratıyorsun, sonra da onları hiç yaşamamışlar gibi geri döndürüyorsun; neden böyle yapıyorsun Rabbim?»”

Hazret-i Musa’nın bu suâli, muhtemelen merhametten neş’et ediyordu. Yani âdetâ;

“Yâ Rabbî, insanları yaratıp, sonra da onların bir kısmını cennete, bir kısmını cehenneme sevk etmenin sır ve hikmeti nedir? Âciz aklımla bu hikmeti çözemiyorum, inâyet buyur yâ Rabbî!” diyordu.

“Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

«–Yâ Musa! Biliyorum ki; sen bu suâli inkârdan, gafletten yahut da hevâ ve hevesine uyduğun için sormuyorsun. Yoksa seni hoş görmez, edebe sokardım, azap ederdim; bu soru yüzünden seni incitirdim.

Fakat sen Bizim işlerimizdeki hikmeti, sonsuzluk sırrını anlamak istiyorsun.

Böylece de bunu halka duyurmak, her ham kişiyi pişirmek, oldurmak istiyorsun. Bu hikmeti sen de biliyorsun. Biliyorsun ama, işi halka anlatmak için soruyorsun.

Çünkü bu sual, ilmin yarısıdır. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan herkeste, bu soruyu sorma gücü yoktur.

Gül de diken de topraktan ve sudan yetiştiği gibi soru da, cevap da bilgiden doğar.»

Cenâb-ı Hak devamla buyurdu ki:

«–Ey akıllı Musa! Mademki sordun, gel de cevabını dinle!

Ey Musa! Sen yere bir tohum ek de, bunun sırrını anla ve insafa gel.»

Musa u ekin ekti. Ekin bitti, yeşerdi, başaklandı, güzel, düzgün bir hâle geldi. Orağı aldı, ekini biçti. O sırada gaybdan, gizli âlemden kulağına bir ses geldi.

Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

«–Yâ Musa! Niçin ekin ekiyorsun da sonra yetişince, olgunluğa ulaşınca, onu biçiyorsun?..»

Musa u cevap verdi:

«–Yâ Rabbî! Burada buğday da var saman da. Onun için biçiyorum.

Buğday, saman ambarına lâyık değildir.

Saman da buğday ambarında çürür. Yok olur gider.

Bu ikisini birbirine karıştırmak hükmüne uymaz, onları eleyip ayırmak gerek.»

Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

«–Yâ Musa! Sen bu bilgiyi kimden öğrendin de onunla harman meydana getirdin?»

Hazret-i Musa dedi ki:

«–Yâ Rabbi! Bu ayırt etmeyi bana Sen verdin.»

Cenâb-ı Hak da âdetâ şöyle buyurdu:

«–İşte bu ayırt edişin, Ben’deki tecellîsi de buna benzer. Cennetliği cennete, cehennemliği cehenneme koyarım! Hiç şüphesiz ki bu, Ben’im adâlet ve merhametimin bir tecellîsidir. Yoksa kullarıma zulmetmiş olurdum…»

Hazret-i Mevlânâ devamla, kıssanın hikmetini şöyle îzah buyurur:

“Allâh’ın yarattığı kullar arasında tertemiz ruhlar da var, isyan tozlarına bulanmış ruhlar da var.

Balçığa batmış sedef durumunda olan bedenlerin de hepsi bir değildir; birinde inci var, öbüründe boncuk.

Buğdayları nasıl samandan ayırmak gerekse, bu iyi ve kötü ruhları da birbirinden ayırt etmek gerek.

Bu cihan halkı, bu insanlar; hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıkarılsın diye yaratılmışlardır.

Cenâb-ı Hak;

«Ben gizli bir hazine idim. Kalplerde bilinmeme / mârifetime muhabbet ettim de bunca varlıkları yarattım…» diye buyurdu. (Bu ifadeye dair izah için bkz. TDVİA, «Kenz-i Mahfî», XXV/258-259)

Bunu duy da kendinde bulunanı gizleme, onu maddî varlığından ayırt et. Uğraş, meydana çıkar!” (Mesnevî)

Böyle hikmetli cevaplar; felsefeci marazî şüpheler girdabında boğulanları tatmin etmez.

Fakat hikmetin peşinde olan gönüller, bu cevaplarla kānî olurlar.

İNCE NÜKTELER

Hak dostları ve onların tercümanı olan Mevlânâ Hazretleri; insanları ince nükteleri anlamaya, latif meseleleri idrâk etmeye alıştırıcı hikmetler söylemişlerdir.

Meselâ;

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Görünüşte dal meyvenin temelidir; fakat iç yüzde, dal meyve için var olmuştur.” (Mesnevî)

Demek ki; bir meselenin zâhiri ve bâtını, dış görünüşü ve iç yüzü birbirinden çok farklı olabilir.

Tıpkı Hızır kıssasındaki gibi;

Haksızlıkmış gibi görünen hâdise, aslında adâletin ve merhametin ta kendisidir.

O suallerle ortaya atılan; “İmtihan olmasın, azap olmasın!” gibi lâkırdılar ise, iyilikmiş gibi görünürken, aslında perde arkasında, gerçek iyileri yok eden, iyileri kötülerin pençesine iten bir kötülüktür.

Yine tefekkür ettirici zâhir ve bâtın farkları:

“Gümüşün dışı aktır, berraktır; ama onun yüzünden el de kararır, elbise de.

Ateşin kıvılcımlarıyla al al bir yüzü vardır, ama yaptığı kötü işe bak, sonundaki karalığı seyret!..” (Mesnevî)

Bu zıtlıkların bir hikmeti de imtihandır.

Hadîs-i şerifte; cennetin nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennemin de nefsin arzu ettiği şeylerle kuşatıldığı bildirilir. Yani Cenâb-ı Hak; kullarını cennetine lâyık hâle getirmek için, onların nefsânî arzularından kurtulmalarını murâd etti, böyle imtihanlara tâbî kıldı.

Bu vesveselerde, çoğu kez insan; zâlim, kâfir, fâsık kişilere acımak gibi bir hisse kapılır. Evet; bir insan olması ve hidâyete namzet bulunması hasebiyle, her insan merhamet edilmeye lâyıktır. Fakat; ömür sermayesini nankörlük, inkâr ve fısk u fücurda tüketmiş, son nefesinde, son sözünü de inkâr üzere vermiş olan bir kişiye, artık rahmet dilemeye çalışmak, Hâlık’a karşı bir sû-i edep olmaz mı?

“Terazide arpa altınla yoldaş olur; ama bu, arpanın da altın gibi değerli olmasından değildir.” (Mesnevî)

Dünyada; nefs-i emmâre sahibi, kalbi mühürlü kişilerin de var olması, terazi misâlinde olduğu gibi, imtihan sırrıyladır. Terazideki, yani imtihandaki vazifeleri bitince; arpaya arpa değeri, altına altın değeri verilecektir ki, bu zulüm değil, bilâkis adâlettir.

Lâkin biz kimsenin kaderini bilmediğimiz için, herkese tebliğle memuruz. Uhrevî hâli hakkında ise; Cenâb-ı Hakk’ın adâletine, hikmetine ve rahmetine îmân ederiz.

İnsan, nazarî düşüncelerinde de aşırılığa düşebilir. Hazret-i Mevlânâ, bunu şöyle anlatır:

“Dünyada sürekli yaz olsaydı; bağa, bahçeye sürekli olarak güneşin harareti vursaydı, toprağın ot bitirme kabiliyetini kökten yakardı.” (Mesnevî)

Sadece rahmet ve cennet olsaydı, hiç kahır ve azap olmasaydı gibi düşünceler de, böyle tahrip edicidir.

Çünkü ışığın kıymeti, karanlıkla anlaşılır. Nimetin değeri, külfetle idrâk olunur. Bu âlemde, her şey zıddıyla anlaşılabilmektedir.

Hattâ güzel ahlâkın şubelerinde de hep bu hakikat tâlim edilir:

Meselâ;

Allah katında değerli olmak ve yükselmek, ancak hiçlik ve tevâzu ile olur.

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de yoktur.” (Mesnevî)

Bekā ancak fenâya ermek ile hâsıl olur:

“Birtakım kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için Hızır u gemiyi deldi, sakatladı.”

“Mademki kırık olan, dökülen, perişan olan kurtuluyor, sen de acziyete bürün! (Zira bu dünyaya arz-ı endam için değil arz-ı hâl için geldin.)

Unutma ki, kurtuluş ve selâmet mahviyettedir. Haydi, sen de benlikten, varlıktan kurtul, mahviyet içinde yaşa ve Hakk’a vâsıl ol!” (Mesnevî)

Ne güzel düstur:

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan…

Hâsılı;

Sualler soran insan, bir de durup düşünmeli; kendisine sorulacak suallere hazır olup olmadığını kendi vicdanına sormalıdır.

Sorguya çekilmeden evvel, kendisini muhasebe etmelidir.

Yâ Rabbî!.. Bize yakîn / kesin bir îman nasîb eyle!.. Taklitten tahkîka eriştir!.. Gönüllerimizi; vesveseden, şüpheden, bi’l-cümle menfî duygulardan temizle!..

Âmîn!..