Her Medeniyet, Kendi İnsan Tipini Yetiştirir -1-

Gönül Dergâhından Hikmetler

Yıl: 2018 Ay: Mart Sayı: 138

İslâm sosyoloğu ve tarihçisi olan İbn-i Haldun, devletlerin yükseliş ve alçalışları hakkında, üzerinde durduğu coğrafî sebeplerin yanında, hemen hemen akla gelebilecek diğer bütün âmilleri de ortaya koymuştur.

İbn-i Haldun, İslâmî eserler arasında klasik bir mâhiyet arz eden Mukaddime adlı eserinde bir milletin fizikî ve maddî kuvvet ve kudreti kadar onların ahlâk ve îman gibi mânevî temellerini de uzun uzun tahlil etmiştir. Neticede devletlerdeki doğumla ölüm arasındaki müddetin uzunluk veya kısalığı husûsunda ilk sırayı mânevî faktörlerin teşkîl ettiğini, daha o zamandan, hayret verici bir dirâyetle görüp tespit etmiştir.

Nitekim tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, milletlerin hayat ve ölümünde mânevî şartların ne kadar ehemmiyetli bir rol oynadığını müşâhede etmek, pek de zor değildir.

Biz de, burada Osmanlı Devleti’nin altı asır devamını sağlayan îman, ahlâk ve bunların eseri olan muhteşem ve mükemmel ictimâî yapının üzerinde durmak istiyoruz. Zira Osmanlı’yı cihanşümûl yapan, onun şa‘şaalı fetihlerini ve asırlarca devam eden sarsılmaz otoritesini besleyen mânevî kaynağı bir nebze tahlîl etmemizin zarûrî olduğu inancındayız. Bu sebeple üstelik bu keyfiyetin şâhidi olarak yerli insanlardan ziyâde birtakım insaf ehli yabancıları tercih etmek yolunu tutuyoruz. Zira asıl fazîlet, düşmanın bile ikrâr ve îtirâfa mecbur kaldığı fazîlettir. Ayrıca Osmanlılar’ın kendilerinden şâhidler gösterilse, belki taraftarlık ve hissîlik gibi bir ithâma mâruz kalınabileceğinden, biz bilhassa yabancıları tercih etmiş bulunmaktayız.

İşte ecdâdı izzetli kılan meziyetlere dâir, insaf ehli bâzı Batılıların îtiraf mâhiyetindeki bir kısım müşâhedeleri:

Hayrât ve Hasenât

Ecdâdımız, idâresi altında bulundurduğu geniş coğrafyada ırk ve mezhep farkına bakmamış, Yaratan’ın kulu olarak müslim veya gayr-i müslim herkesin istifâde edebileceği hayrât ve hasenât müesseseleri tesis etmiştir.

Nitekim câmiler, medreseler, hastahâneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imârethâneler vs. hizmetler, Allah rızâsı gâyesiyle, pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütülmüştür.

Bu cümleden olarak;

  1. Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek,
  2. Hanlar ve kervansaraylarda yolcuları üç gün ücretsiz misâfir etmek,
  3. İmârethânelerde muhtaçlara her öğün yemek ikrâm etmek,
  4. Borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkûmiyetten kurtarmak,
  5. Ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek,
  6. İhtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, îtibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek,
  7. Köle ve câriye âzâd etmek (bu ibadet, Osmanlı’da âdeta bir an’ane hâlindeydi),
  8. Yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşâ ettirmek gibi yüce İslâm ahlâkının ulvî bir semeresi olan faâliyetler, câlib-i dikkattir.

Yalnız İstanbul’da hayrât eseri olarak 417 kervansaray, 5935 çeşme ve 515 halk mektebinin yapılması, bu hususta ulaşılan müstesnâ seviyeyi ifâde etmeye kâfîdir. Ayrıca Osmanlı’da hayrât ve hasenât, yalnız insanları değil, hayvanlar ve nebatları dahî içine alır. Nitekim sokak köpekleri ve kedileri, beldenin belli semtlerinde et ve ciğer dağıtılarak beslenmiştir.

Diğer taraftan toplumun akciğerleri olan ağaçların, hattâ meyvesiz ve az yapraklı olanlarına varıncaya kadar sulanması için vakıflar tesis edildiği de bilinen bir gerçektir. Ayrıca Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın:

“Ormanlarımdan yaş bir dal kesenin başını keserim!” sözü meşhurdur.

Bu yüksek ahlâkî meziyetler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmış, muhtelif sebeplerle bizleri sevmeyen Batılı seyyah ve müdekkikleri dahî asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan biri olan Villamont’un kervansaraylardan bahsettiği eserindeki şu kayıt, bu gerçeğin açık bir ifâdesidir:

“…Ziyâret ettiğim hana tıpkı müslümanlar gibi hristiyanlar da kabul edilip üç gün müddetle iâşeleri temin edilmektedir. Çünkü Osmanlı’daki bu hayrât, din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şâmildir…

Bu misâfirhâneler, bâzen çok uzaklardan getirilen suların akıtılması için tesis edilen müteaddid çeşmelerle müzeyyendir. Misâfirlerin atları için ise, büyük ahırlar bulunmaktadır.

Ayrıca bu imâretlere ilâveten şehirlerde ve yol boylarında her şahsa kapıları dâimâ açık duran ve kervansaray denilen misâfirhâneler vardır.

Hayretle müşâhede ettim ki, Osmanlılar’ın bâzıları, hayrât olarak yol boylarına susuz yolcular için çeşmeler, bâzıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırıyor. Bunların başına devlet dâirelerinde olduğu gibi aylıklı memurlar konuluyor ki, vazifeleri, isteyenlere su vermektir.

Yine bu hayrât ve hasenât rûhu, kiminin nehirler üzerine köprüler yaptırmasına, kiminin de yolları tesviye, temizletme ve kaldırım döşetme hizmetlerini kendiliğinden ve severek îfâsına vesîle oluyor. Bütün bunlardan daha fevkalâde ve takdîre şâyan olanı da, yapılan bu binâlarda bânîlere âit hiçbir hodbinliğin görülmemesidir.

Sıradan fertlerin yaptığı sadakalar da, aynı nisbette dindarânedir. Zenginler, hapishânelere de uğruyor ve borç yüzünden mahkûm edilmiş mahzun bîçârelere yardımcı oluyorlardı…”

Comte de Marsigli de, Devlet-i Aliyye’de müşâhede ettiği hayrât ve hasenât hizmetlerini şöyle anlatır:

“Türkler, mâlî imkânlara sahip oldukları zaman câmiler, çeşmeler, köprüler ve «han» denilen misâfirhâneler yaptırmayı îtiyâd edinmişlerdir. Bunların masraflarının temini için de vakıflar tesis ederler. Ayrıca neslin tahsîli için büyük şehirlerde medrese ve mektepler yaptırırlar. Buralarda başta dînî olmak üzere birçok ilim tedrîs edilir.” (Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, s. 496-499’dan iktibas edilmiştir.)