İslâm’ın Anlaşılması ve Yaşanmasında Siyer-i Nebî’nin Ehemmiyeti

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


İnsanın doğumundan itibâren eğitim ve öğretimine tesir eden pek çok âmil mevcuttur. İlk olarak insan, her hususta örnek ve rehber bir şahsiyete muhtaçtır. Çünkü o, dil, dîn, ahlâkî vasıflar, alışkanlıklar vs. hayâtını şekillendiren bütün fikir, inanış ve faâliyetlerini, hep kendisi için sergilenen numûneler ve onlardan aldığı intibâlarla oluşturur. Bâzı küçük istisnâlar olsa da, umûmiyetle bu, böyledir.

Meselâ bir çocuk, anne-babası hangi dili konuşuyorsa, öncelikle onu öğrenir. Daha sonra da örnek aldığı diğer numûneler ve misâllerle ikinci, üçüncü ve hattâ dördüncü dilleri öğrenebilir.

İnsanda fıtrî olarak mevcut bulunan taklit temâyülü, şahsiyeti şekillendiren en mühim âmillerden biridir. Bu sebeple insanın eğitimi de ona müsbet veya menfî numûneleri taklit ettirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan, elinde büyüdüğü anne, baba, âile çevresi ve nihâyet yaşadığı muhitten çeşitli tesirler alır ve bunları taklitteki istîdâdı nisbetinde müsbet veya menfî bir şahsiyet olarak cemiyete katılır.

Ancak insanın, konuştuğu dili ve benzeri zâhirî hususları öğrenmesi, ekseriyetle büyük bir mesele teşkil etmezken; onun dînî, ahlâkî ve mânevî âleminin şekillenmesinde büyük ve ciddî engeller ortaya çıkar. Çünkü ilâhî irâdenin insana imtihan gâyesiyle vermiş olduğu ve insanı hiç terk etmeyen, “nefs” ve “iblis” gibi iki büyük engel, bu nevî fazîletleri taklit ve tatbîk husûsunda insanın çoğu kere aksi yönde bir temâyül göstermesine sebebiyet verir. Bu bakımdan insanın mânevî âlemi, kâmil ve üstün şahsiyetler olan peygamberler ve Hak dostları tarafından şekillendirilmelidir. Aksi takdirde insanoğlu, gaflet, dalâlet ve isyâna sürüklenmekten kendini koruma dirâyetini kolay kolay gösteremez. Böylece ebedî saâdetinin hazîn bir hüsrâna dönüşmesini engelleyemez.

Bu itibarla insanoğlu dâimâ ince rûhlu, zarif ve rakik kalpli rehberlere muhtaçtır. Yine bu yüzdendir ki insanlar, -müsbet veya menfî- rehber kabûl ettikleri kimselere meftûn olur, hayran kaldıkları kişileri güçleri nisbetinde taklîde çalışırlar. Bugün nefsânî sefâhet ve mânevî sefâlet içindeki birtakım kimseleri kendine örnek alarak onlar gibi olmak için kendilerini ve ebedî saâdetlerini tehlikeye atanların hâli, ne müthiş bir insanlık isrâfı ve iflâsıdır!.. Bu dehşet verici aldanış, aslında boş bırakılmış gönül tahtının doldurulması adına yanlış kimselere takdîm edilerek ziyân edilmesinden başka bir şey değildir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanın bu acâyip ve garip hâlini şu misâl ile dile getirir:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Lâkin hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..”

İşte bu geçici imtihan âleminde kurda gönül kaptırarak ebedî bir felâkete dûçâr olmamak için, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına “Üsve-i Hasene” yâni en güzel bir örnek şahsiyet olarak takdîm ettiği, Server-i Âlem, Seyyidü’l-Mürselîn, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aşk ve muhabbetle tâbî olmalıyız. O’nu gönül tahtımızın yegâne sultânı ve hayâtımızın rehberi kılmalıyız. Çünkü O’nu sevmek bize farz kılınmıştır.[1] Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde:

اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ

“Peygamber, mü’minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6) buyurmuştur. O, bize kendi canlarımızdan daha yakın ve daha ileridir.

Hadîs-i şerîfte de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, hakîkî îmânın şartı olarak zikredilmiştir:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakîkî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îman, 8)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, îmânın halâvetini ancak üç husûsiyeti taşıyan kimsenin tadabileceği bildirildikten sonra, “Allâh ve Rasûlü’nü her şeyden daha çok sevme”nin, bunların başında geldiği beyân edilmiştir.[2]

Abdullâh bin Hişâm’ın anlattığı şu rivâyet, Rasûlullâh’a muhabbetin hangi seviyede olması gerektiğini göstermesi bakımından çok mânidârdır:

“Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifâde etti. Onun bu sözüne karşılık Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen:

“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallâh!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–İşte şimdi oldu.” buyurdu . (Buhârî, Eymân, 3)

Muhabbetin şartı ve ilk meyvesi, sevileni unutmamak; ona sözde, fiilde, hâlde ve fikirde muvâfakat etmektir. Peygamber Efendimiz’in muhabbetiyle dolu bir kalbe sâhip olabilmek için; evveliyetle O’nun sünnet-i seniyyesini bütün tafsîlâtıyla öğrenip bunları büyük bir tâzîm ve duygu derinliği içinde hâl ve davranışlara aksettirmek îcâb eder.

Çünkü O’nun hayâtı bilinmeden, kalpler O’nun sevgisiyle bezenmeden, makbûl bir İslâmî yaşayış mümkün değildir. Bunun gerçekleşmesi, siyer-i nebevîye vukûfiyet netîcesinde, hassâsiyet ve duygu derinliği kazanmaya bağlıdır. O’nu tanımadan gerçek muhabbeti yaşamak, O’na karşı muhabbette kemâle ermeden hakîkî îmâna nâil olmak mümkün değildir. Allâh’ın sevgisine nâiliyet dahî O’na tâbî olmaya bağlıdır. (Bkz. Âl-i İmrân, 31) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, işte bu sebeple muhabbet üzerinde bu kadar titizlikle durmuş ve ısrarla sevgiye dâir inceliklere temâs etme ihtiyâcı hissetmiştir.

Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti, engin bir deryâ mesâbesindedir. O, -rivâyete göre- kendisinden evvel gelen 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinmeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesine ulaşmıştır. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış bakımından kaydettiği gelişmeye ilâveten, beşeriyetin kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak numûne-i imtisâl bir şahsiyet olmak üzere “Âhir Zaman Nebîsi” olarak gönderilmiştir. O, “Hâtemü’n-Nebiyyîn”dir.

Târihte hayâtının tamâmı en ince teferruâtına kadar tespit edilebilen tek Peygamber ve hattâ tek insan da, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Peygamberler silsilesinin, insanlığı Hakk’a ve hayra tevcih husûsunda birer emsâl teşkil edebilecek davranış mükemmelliklerinden günümüze ancak muayyen miktarda hâtıra intikâl edebilmiştir. Hâlbuki Âhir Zaman Nebîsi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in en basitinden en girift ve mükemmeline kadar bütün fiilleri, sözleri ve ifâdeye aksettiği kadarıyla gönül âlemi, anbean tâkib edilmiş ve târihe bir şeref levhası hâlinde kaydedilmiştir. Üstelik bunlar, Allâh’ın büyük bir lutfu olarak, asırlar ötesinden kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa intikâl etme mazhariyetine erdirilmiştir.

İşte İslâm ahlâkını nazarîlikten amelîliğe (teoriklikten pratikliğe) yükselten ve diğer ahlâkî sistemlerden üstün kılan da;

Peygamber Efendimiz’in mübârek hayâtındaki ölçülerin, yâni O’nun örnek hâl ve davranışlarının “ef’âl-i Peygamberî” adı altında titizlikle tespit edilerek, asırlar boyunca sağlam bir şekilde muhâfaza edilip günümüze kadar ulaşmış olmasıdır.

Bizler birer beşer olarak, hayâtın türlü iptilâ, musîbet ve sürprizleri karşısında, kendimizi fitnelerden koruyabilmek için şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, azîmet, şecaat, fedâkârlık, kanaat, gönül zenginliği, diğergâmlık, cömertlik, tevâzû gibi yüksek ahlâkî vasıflara sâhip olabilmenin yanı sıra, hâdiselerin med-cezirleri ve fırtınaları karşısında muvâzeneyi kaybetmemek mecbûriyetindeyiz. Cenâb-ı Hakk’ın bütün bu hususlarda mükemmel bir numûne olmak üzere beşeriyete armağan ettiği en büyük mürşid-i kâmil; zarif, temiz, nezih ve örnek hayâtı ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim çocukluk”tan başlatarak, hayâtın bütün kademelerinden geçirip kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yükseltmiştir. Efendimiz’in ömrü boyunca yaşadığı devreler, insan hayâtındaki her türlü med-cezir tecellîleri için pek çok ideal davranış örnekleri sergiler. Bu sebeple O’nun hayâtı, -hangi kademe ve vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar- bütün insanlara kendi iktidar ve istîdâtları nisbetinde taklit edebilecekleri fiilî, müşahhas ve mükemmel bir örnek teşkil etmiştir. Yâni İslâm, her seviyedeki insanın rahatlıkla anlayabilmesi için, Allâh Rasûlü’nün mübârek hayâtında tatbîk sahasına konmuştur.

Cenâb-ı Hakk’ın bu nihâyetsiz keremine mukâbil bizlere düşen vazîfe, rûhâniyet dolu bir gönülle, Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’nin mübârek ve nezih hayâtını, yâni Siyer-i Nebî’yi en güzel şekilde öğrenmeye, yaşamaya ve öğretmeye gayret etmektir.

Şunu da ifâde etmeliyiz ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizlere yegâne rehber ve örnek olduğunu bilmek kadar, O’nu örnek alıştaki ölçümüzün nasıl olması gerektiğini bilmek de son derece mühim ve zarûrîdir. Zîrâ O’nun hâl ve davranışları iki kategori teşkil eder:

  1. Sâdece kendisine mahsus olanlar.

Meselâ, nâdirattan değil de dâimî bir sûrette ayakları şişinceye kadar geceleri namazla geçirmesi, savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutması, Uhud Dağı kadar altını olsa -borcu için ayırdığı hâriç- hepsini infâk etmesi, mîras bırakmaması, şahsı ve âilesi için zekât ve sadaka kabûl etmeyi kıyâmete kadar menetmesi gibi…

Bu sebeple:

“Ben de ancak sizin gibi bir beşerim…” (Buhârî, Salât 31, Ahkâm 20) buyurdukları hâlde îcâb ettiğinde:

“Ben herhangi biriniz gibi değilim; ben Allâh tarafından yedirilir, içirilirim…” buyurmuşlardır. (Buhârî, Savm, 49; İ’tisâm, 5; Müslim, Sıyâm, 57-61)

Mü’minler bu sahada O’nu izlemeye tâkat getiremez, O’nun maddî ve mânevî olarak yaptıklarını yapamaz, hâli ile hâllenemezler. Peygamberlerde ümmetlerine örneklik esas olmakla berâber, bu tür husûsiyetleri, Allâh Rasûlü’nün şahsına münhasır olduğu için, ümmete örnekliğin dışında kalmaktadırlar.

  1. Herkese şâmil olanlar.

Bizler, sâdece O’nun şahsına münhasır olan ulvî fazîletlerde O’nu örnek almakla mükellef değiliz. Zaten böylesi yüksek hâl ve davranışlar, bir nevî yıldızlardaki ölçülerdir ve bu tip davranışlar sergilemeye tâkat getiremeyiz. Ancak ikinci kısma giren hâl, davranış ve sözlerde ise, istîdâd ve gücümüz ölçüsünde bir ömür O’nu taklit ve tâkib edip O’nun nûrlu izinde yürümekten mes’ûl ve mükellefiz.

Demek oluyor ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ictimâî kademeleşmenin her noktasındaki insanlar için -beşeriyet îcap ve iktidârıyla îfâ ettiği ameller cihetiyle- ideal bir örnektir. Bunda bile bâzı davranışların sünnet, bâzı davranışların ise ruhsat olduğuna dikkat etmek lâzımdır. Bu nükteyi kâmil mânâsıyla telâkkîde büyük bir dirâyet göstermiş olan milletimiz, her bir ferdine “Mehmetçik” adını vererek, herkesi kendi kudret ve istîdâdı nisbetinde O’nun küçük bir modeli olmaya yönlendirmeyi arzulamıştır.

Diğer taraftan Sîret-i Nebevî, Kur’ân-ı Kerîm’i anlayıp maksatlarını kavrama ve onun rûhuna âşinâlık kesbetme noktasından da büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Zîrâ âyet-i kerîmelerde:

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ اْلاَمِينُ عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ بِلِسَانٍ عَرَبِىٍّ مُبِينٍ

“Rûh-i Emîn (Cebrâîl), o (Kur’ân’ı) uyaranlardan olman için apaçık bir Arap diliyle Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195) buyrulmuş ve Kur’ân-ı Kerîm, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yirmi üç senelik nebevî hayâtı ile fiilen mükemmel bir şekilde tefsîr edilmiştir. Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz de; “Oʼnun ahlâkı Kurʼân idi.” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 139) Bu sebeple bir müslümanın Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hayâtını güzel bir şekilde öğrenmeden Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla anlayabilmesi mümkün değildir.[3]

Ayrıca bir müslümanın İslâm kültürüne doğru bir şekilde vâkıf olabilmesi de, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yirmi üç senelik nebevî hayâtından ilham alarak yaşayıp bunun netîcesinde duygu derinliğine ve kalbî kemâle ermesine bağlıdır. Gönül âlemi, Allâh Rasûlü’nden gelen feyizle, yâni müsbet enerji ile dolmak sûretiyle kemâle erer. Zîrâ İslâm prensip ve hükümlerinin en ince teferruâtına kadar sergilendiği yegâne canlı tablo, Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nezih hayâtıdır.

İnsanları, İslâm’ın huzur ve saâdet dolu hayat nizâmına dâvet eden tebliğci ve muallimlerin de, zihin ve kalp âhengi içinde tahsil edilecek bir siyer ilminden müstağnî kalmaları aslâ düşünülemez. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; eğitim, öğretim ve teblîğ bakımından da en müşahhas ve mükemmel bir örnektir.

Hâsılı, dürüst ve emin olmak isteyen bir genç, Allâh’a dâveti kendisine yol olarak seçip hikmet ve güzel öğütle teblîğde bulunan bir mübelliğ, devletini adâlet ve fazîletle idâre etmek isteyen bir devlet başkanı, güzel muâmelede örnek bir âile reisi, çocuklarına ve hanımına karşı şefkat ve merhameti elden bırakmayan bir baba, sevk ve idâreyi iyi bilen kâbiliyetli bir kumandan, kısaca; yaşı, kademesi ve seviyesi ne olursa olsun, her müslüman için en güzel ve şaşmaz zirve ölçüler, Siyer-i Nebî’de sergilenmektedir.[4] Bu sebeple, İslâm’ı bütün yönleriyle anlayıp tatbîk edebilmek için, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtını güzel bir şekilde öğrenmek zarûrîdir.

Şüphesiz ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîretini lâyıkıyla öğrenmek, öğretmek ve yaşamak, insanlığa mükemmel ve ideal bir hayat numûnesi bahşedecektir.


[1] Bkz. et-Tevbe, 24.

[2] Diğer iki hususiyet de, “sevdiğini Allah için sevmek” ve “Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek”tir. (Bkz. Buhârî, Îman, 9, 14; Müslim, Îman, 67)

[3] Sözle ifâde edilen hakîkatler, fiilî misâllerle takviye edilmezse tatbîkatta hatâya düşmekten kurtulunamaz. Zîrâ mücerred şeyleri herkes kendi tecrübelerine ve idrâk seviyesine göre kavrar. Müşahhas örnekler, o mücerred hakîkatin tatbîkatta alması lâzım gelen şekli münâkaşasız bir şekilde ortaya koyar. Bu sebepledir ki, insanlığa hak ve hayır telkîn etmek maksadıyla vaz edilmiş bulunan bütün görüşler, fiilî ve müşahhas kıstaslara sâhip olmadıkları için, bunların tatbîkinde pek çok farklılıklar husûle gelmiştir. İslâm düşüncesi bu yönden diğer hiçbir düşünceyle mukâyese edilemeyecek bir zenginlik ve mükemmelliğe sâhiptir. Bunu sağlayan da, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün mücerred hakîkatleri, hayat ve davranışlarıyla müşahhaslaştırması ve bunların, sahâbîler tarafından bütünüyle ilk elden tespit edilip bizlere ulaştırılmış olmasıdır.

[4] Bu gerçeği, batılı bir mütefekkir, şu sözleriyle itiraf etmek mecbûriyetinde kalmıştır:

“Hiç kimse Hazret-i Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasîb olan bütün başarılara rağmen Avrupalıların koymuş olduğu bütün kanun ve nizamlar, İslâm kültürüne göre eksiktir. Biz Avrupa milletleri, medenî imkânlarımıza rağmen Hazret-i Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışta O’nu geçemeyecektir. Ve bu kitap (Kur’ân) da son derece pratik olduğundan ebediyyen tesirini kaybetmeyecek ve diğer milletleri etrâfında toplayacaktır.” (Johann Wolgang von Goethe)


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER