İbrâhîm -aleyhisselâm- ve Hanîflik

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Mekke’de umûmiyetle putperestlik hâkim olmakla birlikte, tevhîdin izleri tamâmen silinmiş de değildi. Hazret-i İbrâhîm’in tâlîm ettiği tevhîd dîni az da olsa bir kısım insanlar tarafından devâm ettiriliyordu.

“Allâh’ın dostu” mânâsında “Halîlullâh” vasfına sâhip olan İbrâhîm -aleyhisselâm-, “ülü’l-azm” peygamberlerden biridir. Pek çok peygamberin ve bilhassa Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in atasıdır. Allâh Teâlâ, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a on sahîfelik bir vahiy lutfetmiştir.

Hazret-i İbrâhîm’in ismi Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi beş sûrede altmış dokuz defâ geçmekte, Evvâh (çok âh eden), Halîm (hilim sâhibi) Münîb (Allâh’a sığınan), Kânit (Allâh’a kulluk eden), Şâkir (Allâh’a çok şükreden) ve Hanîf gibi muhtelif isim ve sıfatlarla zikredilerek kendisinden medh ü senâ ile bahsedilmektedir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dînine “Hanîflik” denilmiştir. Hanîf kelimesi lügatte, eğriliği bırakıp doğruya giden, istikâmet üzere bulunan, başka dinlerden, bâtıl inançlardan kaçıp yalnız bir olan Allâh’a îmân eden “muvahhid” demektir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

وَقَالُوا كُونُوا هُودًا اَوْ نَصَارَى تَهْتَدُوا قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرَهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(Yahûdî ve hristiyanlar, müslümanlara) «Yahûdî veya hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.» dediler. (Ey Habîbim!) «Bilâkis biz doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allâh’a şirk koşmayan İbrâhîm’in dînine tâbîyiz.» de!” (el-Bakara, 135)

مَا كَانَ اِبْرَهِيمُ يَهُودِيًّا وَلاَ نَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“İbrâhîm ne bir yahûdî ne de bir hristiyandı. Fakat O, Allâh’ı bir tanıyan dosdoğru (hanîf) bir müslüman idi ve müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmrân, 67)

Câhiliye döneminde, her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirip Hakk’a yönelen, Hazret-i İbrâhîm’in dînine bağlı kalarak yalnız bir olan Allâh’a inanan kimselere de hanîf denirdi. Varaka bin Nevfel, Abdullâh bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr, Kuss bin Sâide gibi zâtlar, hanîflerden bâzılarıdır. Hanîfler; cansız, dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayarlardı.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-[1] şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetten önce, Beldah’ın[2] aşağı kısmında bulunduğu bir sırada oradakiler tarafından bir sofraya dâvet edildi. Sofrada Zeyd bin Amr bin Nüfeyl de bulunuyordu. Âlemlerin Efendisi’ne et ikrâm edildi. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu yemekten yemediği gibi Zeyd de yemekten imtinâ etti. Zeyd, etten yememesinin sebebini şöyle îzah etti:

«–Ben sizin putlarınız adına kestiğiniz etten yemem. Ben sâdece Allâh’ın ismi zikredilerek kesilenden yerim.»

Zeyd, Kureyş kabîlesinin, hayvanlarını putlar adına kesmelerini ayıplar ve şöyle derdi:

«–Koyunu Allâh yarattı. Onun için gökten yağmur indirdi, yerden de nebat bitirdi. Ama siz onu Allâh’ın ismini zikretmeden kesiyorsunuz!»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24; Zebâih, 16)

Bir başka rivâyet de şöyledir:

“Zeyd bin Amr, Varaka bin Nevfel’i de yanına alarak, hakîkî dîni sorup ona tâbî olmak üzere Şam’a gitti. Orada bir yahûdî âlime rastladı. Ona dinleri hakkında suâl sordu ve:

«–Belki dîninize girerim, bana onun hakkında bilgi ver.» dedi.

Yahûdî:

«–Sen, Allâh’ın gazabından nasîbini almadıkça bizim dînimize giremezsin!» cevâbını verdi.

Zeyd:

«–Ben Allâh’ın gazabından kaçarak buralara geldim, (gazap değil, rızâ ve rahmet arıyorum). Allâh’ın gazabından herhangi bir pay almaya aslâ niyetim yok! Sen bana başka bir dîn göster (de ona gireyim)!» dedi.

Yahûdî âlim:

«–Ben Hanîflikten başka bir dîn bilmiyorum!» cevâbını verdi.

Zeyd:

«–Hanîflik nedir?» diye sordu.

Yahûdî âlim:

«–Hazret-i İbrâhîm’in dînidir. O, ne yahûdî ne de hristiyandı, Allâh’tan başka bir şeye de tapmıyordu.» cevâbını verdi.

Zeyd onun yanından çıkınca hristiyan âlimlerinden biriyle karşılaştı. Ona da aynı şeyleri söyledi.

O da:

«–Sen Allâh’ın lânetinden nasîbini almadıkça bizim dînimize giremezsin!» dedi.

Zeyd ona da:

«–Ben zâten Allâh’ın lânetinden kaçarak bu diyarlara geldim. Elimden geldiğince hiçbir zaman Allâh’ın lânetinden bir şey almayacağım. Sen bana başka bir dîn gösterebilir misin?» dedi.

O âlim de yahûdi âlim gibi hanîflikten bahsetti. Zeyd onların Hazret-i İbrâhîm hakkındaki sözlerini işitince, oradan ayrıldı. Dışarı çıkınca ellerini kaldırıp:

«Allâh’ım, Sen’i şâhit kılıyorum, ben İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni üzereyim!» dedi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24)

Esmâ bint-i Ebî Bekir -radıyallâhu anhümâ- der ki:

“Zeyd bin Amr’ın ayakta dikilip sırtını Kâbe’ye dayayarak şöyle dediğini işittim:

«–Ey Kureyş cemaati! Vallâhi ben hâriç hiçbiriniz İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni üzere değilsiniz!»

Zeyd diri diri toprağa gömülecek kızları (kurtarıp) hayâtını bağışlardı. Kızını öldürmek isteyen adama:

«–Onu öldürme, onun külfetini ben üzerime alıyorum» der ve kızı alırdı. Kız büyüyüp serpilince babasına:

«–Dilersen onu sana teslîm edeyim, dilersen ihtiyaçlarını görmeye devâm edeyim.» derdi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hanîflerden Varaka hakkında:

“Onu cennetin ortasında, üzerinde sündüsten elbise olduğu hâlde gördüm.”

Zeyd hakkında da:

“O, kıyâmet gününde, benimle Îsâ -aleyhisselâm- arasında ayrı bir ümmet olarak diriltilecektir.” buyurmuştur. (Heysemî, IX, 416)

Bahsi geçen bu hanîfler, önceki mukaddes kitaplara az çok vâkıf oldukları için “Son Peygamber”in vaktinin yaklaştığını biliyor ve büyük bir hasret ile O’nu bekliyorlardı.

İslâm âlimlerinin ekserisine göre Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın annesi ve babası da Mekke’deki hanîflerdendi.

Hanîflik, İslâm’ın tevhîd inancından başka bir şey değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e hanîf olan İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dînine tâbî olmayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle emretmiştir:

ثُمَّ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ اَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ اِبْرَهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“Sonra da (ey Habîbim) Sana: «Doğru yola yönelerek İbrâhîm’in dînine tâbî ol! O, müşriklerden değildi.» diye vahyettik.(en-Nahl, 123)

Bu sebeple hanîflik, İslâm dîni hakkında da kullanılmış ve samîmî, ihlâslı her müslümana “hanîf” vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz:

“Ben, müsâmahakâr hanîf dîni ile gönderildim.” buyurmuştur. (Ahmed, V, 266)[3]


[1] Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- bi’setin üçüncü senesinde doğdu. Babası Hazret-i Ömer’le birlikte hicret etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de içinde bulunduğu ordu ile İstanbul seferine katıldı. Ablası Hazret-i Hafsa, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hanımı olduğu için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yakın çevresinde bulunma imkânına sâhipti. Mükerrerleriyle birlikte 2630 hadîs-i şerîf rivâyet ederek Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan sonra en çok hadîs rivâyet eden yedi sahâbînin (Müksirûn) ikincisi oldu. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, aynı zamanda en çok fetvâ veren yedi sahâbîden biriydi.

Allâh Rasûlü’nün hayat tarzına harfi harfine uyma ve O’nun emirlerini aynen yerine getirme husûsunda bir benzeri daha yoktu. Rasûl-i Ekrem’in vefâtından sonra O’na olan muhabbetinin coşkunluğu sebebiyle, Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. (Buhârî, Salât, 89; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349)

Birgün ayağının sinirleri toplanmış ve kasılmıştı. Yanında bulunan Abdurrahmân bin Sa’d:

“–En çok sevdiğin kimsenin ismini an.” dedi.

O da:

“–Yâ Muhammed’” dedi ve o anda ayağı iyileşti. (İbn-i Sa’d, IV, 154)

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Sâhip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allâh yolunda kurbân edilmek veya sadaka olarak verilmek üzere ayırırdı. İyi hâlini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri onu îkâz etti ve kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için câmiye gittiğini söyledi. Hazret-i Abdullâh kalbindeki muhabbetullâhı gösteren şu güzel cevâbı verdi:

“–Bizi Allâh ile aldatmak isteyenlere aldanmaya râzıyız!”

Muhtelif sebeplerle binden fazla köle âzâd etti. Hicrî 73 / mîlâdî 692 senesinde seksen beş yaşında iken Mekke’de vefât etti.

[2] Beldah, Mekke’nin yakınında bir vâdidir.

[3] Ayrıca bkz. Buhârî, Îman, 29.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER