Râhip Bahîra ile Karşılaşması ve Bahîra’nın Tespitleri

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Ebû Tâlib, Kureyş büyüklerinden bir grupla Şam’a gitmişti. Peygamber Efendimiz de onunla berâberdi. Yolda, Râhip Bahîra’nın manastırına yakın bir yerde konakladılar. Bahîra, o zamanki hristiyanların en âlimi idi.

Bahîra, kervan gelirken bir bulutun, içlerinden bir kişiyi gölgelediğini, ağacın gölgesine indikleri zaman da ağacın dallarının yine aynı kişinin üzerine doğru eğildiğini görmüştü. Bunun üzerine:

“−Ey Kureyş cemaati! Ben, sizin için yemek yaptım. Küçük-büyük, köle-hür, hepinizi sofraya dâvet ediyorum!” diye kervana haber gönderdi.

Hâlbuki Bahîra, daha önceki gelişlerinde yanlarına hiç uğramaz, onlarla alâkadar olmazdı. Kervandakilerin hepsi sofraya gelmiş, sâdece Fahr-i Kâinât Efendimiz eşyaların yanında kalmıştı. Bahîra gelenlere tek tek baktı ve kitaplarında okuduğu sıfatları hiçbirinde göremedi.

“−Ey Kureyşliler! Kâfilenizde olup da buraya gelmeyen kimse var mı?” diye sordu.

Kureyşliler:

“−Ey Bahîra! Geride bir çocuktan başka kimse kalmadı. Yaşça en gencimiz olduğu için O’nu eşyalarımızın yanında bıraktık.” dediler.

Bahîra:

“−O’nu da çağırınız! Bu yemekte O da bulunsun!” dedi.

Muhammedü’l-Emîn’i getirip sofraya oturttular. Râhip, O’nu görür görmez dikkatli dikkatli bakmaya ve baştan ayağa süzmeye başladı. Daha sonra da elinden tutup:

“−Bu Âlemlerin Efendisi’dir. Bu Âlemlerin Rabbi’nin Rasûlü’dür. Allâh O’nu âlemlere rahmet olarak gönderecek!” dedi.

Kureyş büyükleri ona:

“−Bunu nereden biliyorsun?” diye sordular.

Râhip:

“−Ben O’nun vasıflarını bize indirilen kitapta okudum. Nitekim siz yaklaştığınız zaman, O’nun için eğilmedik ne taş ne ağaç kaldı, hepsi de secde ettiler. Bu cansız şeyler ancak bir peygambere secde ederler. Ben O’nu ayrıca peygamberlik mührüyle de tanıdım, bu mühür kürek kemiklerinin arasında bulunuyor.” dedi.

Bahîra, Peygamber Efendimiz’e ve amcasına bâzı suâller sorup aldığı cevapların bilgilerine muvâfık düştüğünü görünce kanaati kesinleşti. Ebû Tâlib’e dönerek:

“−Yeğenini hemen memleketine geri götür! Yahûdîlerin O’na zarar vermelerinden sakın! Vallâhi yahûdîler onu görüp de tanırlarsa muhakkak öldürmeye kalkarlar. Bu çocuk Araplardandır. Hâlbuki yahûdîler gelecek peygamberin İsrâîloğulları’ndan olmasını isterler. Sen’in yeğeninin hâl ve şânı çok büyük olacaktır.” dedi.

Ebû Tâlib de Râhip Bahîra’nın tavsiyesi üzerine mübârek yeğenini alarak hemen Mekke’ye döndü. (İbn-i İshâk, s. 54-55; İbn-i Sa’d, I, 153-155; Tirmizî, Menâkıb, 3)

Hristiyan müsteşrikler, bu hâdise sebebiyle İslâm’a leke sürebilmek için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Râhip Bahîra’dan telkinler aldığı iddiâsında bulunurlar. Bu ise, tamâmen hakîkat dışı bir ithamdır. Kur’ân ve tevhîd akîdesine zıddır. Zîrâ Bahîra bir hristiyan papazı idi. Kur’ân-ı Kerîm tahrîf edilmiş olan Tevrât ve İncîl’i tashih edip dururken Allâh Rasûlü’nün böyle bozulmuş bir dînin temsilcisinden telkîn alması nasıl düşünülebilir?!

Diğer taraftan Bahîra’nın dîni olan Hristiyanlık’ta Allâh telâkkîsi, antropomorfik, yâni beşerî sıfatlarla techîz edilmiş müşahhas bir yapı sergilemektedir. Oysa Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın getirdiği İslâm dîni, tevhîd temelleri üzerine Hak tarafından gönderilmiş bir dîn-i mübîndir. Allâh telâkkîsi, müteâl, yâni idrâk ötesi ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh ve mücerred bir mâhiyet arz eder.

Bu hakîkat dolayısıyladır ki Kur’ân-ı Kerîm, ehl-i kitâbın, bi’setten evvel de olsa ancak ilâhî istikâmette olanlarının kurtuluşa erebileceğini şöyle bildirir:

اِنَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ امَنَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاَخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

“Şüphesiz îmân edenler, yahûdîler, hristiyanlar ve sâbiîler(den) Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden ve sâlih ameller işleyenlere korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacak­lardır.” (el-Bakara, 62)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün zaman ve me­kâna son peygamber olarak gönderilmiş olduğundan, kendisinden evvelki bütün dinler mensûhtur, yâni geçerlilikleri kalmamıştır. Dolayısıyla Allâh’a îmân edip Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-’e îmân etmemek küfürdür. Bu sebeple bugünkü ehl-i kitâbın dindarları dahî, yukarıdaki âyet-i kerîmenin şümûlü dışındadır.

Akîdeden sonra bir dîni ayakta tutan diğer hususlar, ibâdet hayâtı ve muâmelâttır. İslâm dîni, düzenli bir ibâdet hayâtı getirmiş, insanlar arasındaki münâsebetleri (muâmelât) hak, adâlet ve ahlâk temelleri üzerinde yeniden kurmuş ve cezâî müeyyideleri de içine alan bir hukuk vazetmiştir. Bahîra’nın dîni olan Hristiyanlık’ta ise ibâdet hayâtı tahrîf edilmiştir. Muâmelât ve ukûbât ise mevcut değildir.

Diğer bir husus, Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın bildirdiği ve târihin de şâhit olduğu üzere “ümmî” idi, yâni okuma yazma bilmiyordu. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذًا لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ. بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُوۧتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَاۤ اِلَّا الظَّالِمُونَ

“Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüphe duyarlardı. Hayır, o (Kur’ân) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.” (el-Ankebut, 48-49)

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Râhip Bahîra ile görüştüğünde ise on iki yaşındaydı. Bahîra’nın yanında çok kısa bir müddet bulunmuş ve çok kısa bir görüşme yapmıştı. Hâl böyleyken ümmî bir çocuğun altı bin küsûr âyeti kısa bir sürede ezberleyip yirmi sekiz sene hâfızasında muhâfaza etmesi ve kırk yaşından sonra bir anda bunları anlatmaya başlaması imkânsızdır. Yine bu şartlar altında İslâm gibi mükemmel ve cihanşümûl bir dîni öğrenip o dînin ibâdet, muâmelât, ukûbât ve ahlâk nizâmını ortaya koymasının imkânsız olduğunu her akl-ı selîm sâhibi kolayca kabûl eder.

Şâyet Bahîra bu hakîkatleri biliyor idiyse, niçin kendisi teblîğ edip peygamberliğini îlân etmedi de bu şerefi bir çocuğa, hem de hiç tanımadığı bir çocuğa bıraktı?!

Ayrıca Bahîra’nın okuyup yazdığı dil İbrânîce, Kur’ân-ı Kerîm ise fasîh ve açık bir Arapça’dır. Allâh Teâlâ bu tür iddiâlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِى يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِىٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبِينٌ

“Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: «Kur’ân’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor.» diyorlar. Bu asılsız yakıştırmayı ileri sürerken kastettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.” (en-Nahl, 103)

Aynı zamanda Kur’ân, bu dildeki üstünlüğü ile Arapların en güçlü şâirlerine, hattâ bütün âleme meydan okuyacak kadar ileri bir seviyededir. Nitekim İsrâ Sûresi’nin 88. âyetinde:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هذَا الْقُرْاَنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

“De ki: İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.” buyrulmaktadır.

Bununla birlikte, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Bahîra ile görüşmesi esnâsında yanlarında pek çok Kureyşli müşrik de bulunuyordu. Şâyet müsteşriklerin iddiâsında azıcık da olsa bir hakîkat payı olsaydı, nübüvvetin ilk günlerinden itibâren hayatlarını Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i in kâra ve O’na düşmanlığa adayan müşriklerin, bu hâdiseyi ileri sürerek îtirâz etmeleri îcâb ederdi. Hâlbuki Kureyşli müşrikler bu hususta tek bir kelime dahî söylememişlerdir. Çünkü böyle bir iddiânın, hiçbir aslı ve mesnedinin olmadığını çok iyi biliyorlardı.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER