Vahyin Hakîkati ve Geliş Şekilleri

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Vahiy, süratli işâret, kitâbet, risâlet, ilham ve gizli kelâm gibi çeşitli mânâlara gelir. Allâh Teâlâ’nın istediği şeyleri peygamberlerine, arzu ettiği sûrette bildirmesidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللهُ اِلاَّ وَحْيًا اَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِىَ بِاِذْنِهِ مَا يَشَاءُ اِنَّهُ عَلِىٌّ حَكِيمٌ

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, çok yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (eş-Şûrâ, 51)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

“−O, bâzen çıngırak sesini andıran bir ses gibi gelir ki, vahyin bana en ağır gelen şekli budur. Allâh Teâlâ’nın dediğini kavra­yıp ezberlediğimde, melek benden ayrılır. Bâzen de melek bana bir insan sûretinde gelir. Benimle konuşur söylediğini hemen kavrarım.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fedâil, 87)

İslâm âlimleri, çeşitli rivâyetlerden hareketle vahyin geliş şekillerini şöyle tespit etmişlerdir:

  1. Vahiy, bâzen uykuda görülen ve görüldüğü gibi tahakkuk eden sâdık rüyâlar şeklinde gelirdi.
  2. Vahyedilecek kelâm, melek görünmeksizin Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın kalbine ilkâ olunurdu.
  3. Vahiy meleği, “Cibrîl Hadîsi”nde[1] olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi.

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığı şu rivâyet de, vahyin bu tarzda vâkî oluş şekline güzel bir misâldir:

“Babam Abbâs’la birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında idim.

Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında bir adam bulunuyor ve Efendimiz onunla fısıldaşıyordu. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:

«−Oğlum! Allâh Rasûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?» dedi. Ben de:

«−Babacığım! Yanında bir adam vardı, onunla konuşuyordu.» dedim.

Bunun üzerine hemen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına döndük. Babam:

«−Yâ Rasûlallâh! Abdullâh’a şöyle şöyle demiştim, o da Siz’in, yanınızdaki bir adamla fısıldaştığınızı söyledi. Gerçekten de yanınızda bir kimse var mıydı?» dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana hitâben:

«−Ey Abdullâh! Sen onu gördün mü?» diye sordu.

Ben:

«−Evet! Gördüm.» dedim.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«−O Cebrâîl idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım.» buyurdu.” (Ahmed, I, 293-294; Heysemî, IX, 276)

  1. Vahiy bâzen de, dehşetli bir çıngırak sesi gibi gelirdi. Vahiy hâli geçince, Peygamber Efendimiz meleğin söylemiş olduğu şeyi iyice öğrenmiş olurdu.
  2. Cebrâîl -aleyhisselâm- iki defâ vahyi aslî sûretiyle görünerek getirmiştir. Bunlardan birincisi vahyin fetret dönenimi müteâkip Peygamber Efendimiz Hirâ Mağarası’ndan inerken, ikincisi ise Mîrâc Gecesi’nde Sidretü’l-Müntehâ’da vâkî olmuştur.
  3. Allâh Teâlâ’nın, Mîrâc’da olduğu gibi arada vahiy meleği bulunmaksızın, ilâhî kabul ve ikrâma nâil kılarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğrudan vahyetmesidir.
  4. Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Allâh Rasûlü’ne uyku hâlinde iken vahiy getirmesidir. Bâzı müfessirler, Kevser Sûresi’nin bu şekilde nâzil olduğunu ifâde ederler.

Ashâb-ı kirâmdan bâzılarının anlattıklarına göre, vahyin nüzûlü esnâsında Peygamber Efendimiz’e ağır bir sıkıntı hâli ârız olur, yüzü gül gibi pembeleşir, gözlerini kapatır, başını önüne eğerdi. Ashâbı da başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy hâli nihâyete erinceye kadar hiçbiri başlarını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in cemâline bakmaya kâdir olamazlardı.

Bâzen de vahiy geldiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o esnâda çabuk çabuk nefes alırdı. En soğuk günlerde bile, alnından inci tâneleri gibi terler dökülürdü.[2]

Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in[3] bildirdiğine göre gelen vahyin ağırlığı, inen ahkâmın ağırlığı ile mütenâsip olurdu. Yâni, inen vahiy ilâhî vaat ve müjde mâhiyetinde ise Cebrâîl -aleyhisselâm- beşer sûretinde gelir, bu ise Peygamber Efendimiz’e bir güçlük vermezdi. Fakat vahiy, azâb ile korkutmaya dâir ilâhî îkazları ihtivâ ettiği zaman da, dehşet saçan bir çıngırak sesi gibi gelirdi.

Vahiy, Allâh Rasûlü deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Adbâ isimli devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca Adbâ’nın ayakları kırılacak gibi olmuş, Allâh Rasûlü devenin üzerinden inmişti.[4]

Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- der ki:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyordum. Bu esnâda Allâh Rasûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi o anda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191)

***

Kur’ân-ı Hakîm’in ilâhî bir kitap olduğunu inkâr eden müsteşrikler, vahyin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tefekkür ve mükâşefesi netîcesinde kalbine doğan ilhamlar olduğu şeklinde birtakım bâtıl iddiâlarda bulunmuşlardır. Şüphesiz ki onların ileri sürdükleri bu iddiâlar; kalplerindeki gaflet, idrâklerindeki zâfiyet ve husûmetlerindeki şiddetten başka bir şeyle îzâh edilemez.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ilk vahiy geldiği esnâda meleği görünce korkması, vahyin, müsteşriklerin iddiâ ettiği gibi halüsinasyona[5] hamledilecek dâ­hilî ve şahsî bir mesele olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Zîrâ Hazret-i Peygamber’in vahyi alması, derûnuyla ve nefsiyle alâkalı olmayan hâricî bir hakîkati telâkkî etmesidir. Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Allâh Rasûlü’nü üç defâ sıkması, her defâsında “oku” diye­rek bırakması, vahyin iç âleminden değil, hâriçten, yâni Allâh Teâlâ’dan geldiğini te’yîd ve te’kîd etmektedir.

Vahyin bir müddet kesintiye uğraması da, onun, Peygamber Efendimiz’in derin tefekkürü netîcesinde rûhunda meydana gelen dahilî bir hâdise olduğu şeklindeki iddiâları en kat’î bir sûrette reddetmektedir. Çünkü vahyin kesilmesi ve Peygamber Efendimiz’in uzun müddet vahyin tekrar gelmesini iştiyakla beklemesi de göstermektedir ki, vahiy; Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in irâdesi dışında meydana gelen hâricî bir hâdisedir.

Bununla birlikte Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilk başta kendisine vahiy geleceğini bilmiyordu. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

وَمَا كُنْتَ تَرْجُوا اَنْ يُلْقَى اِلَيْكَ الْكِتَابُ اِلاَّ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ ظَهِيرًا لِلْكَافِرِينَ

“Sen, bu Kitâb’ın Sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak gelmiş)’tir. O hâlde sakın kâfirlere yardımcı olma!” (el-Kasas, 86)

Âyet-i kerîmelerle hadîs-i şerîfler arasındaki bâriz üslûp farkı da, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiy mahsûlü olduğunun en kat’î delillerindendir.

Bâzen öyle hâdiseler oluyordu ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o anda cevap vermek mecbûriyetinde olmasına rağmen, vahyin gelişi te’hîr ediliyordu. Meselâ “İfk Hâdisesi” ve yahûdîlerin sormuş olduğu bâzı suâllerde olduğu gibi. Âlemlerin Efendisi, bu tür soruların cevâbını ancak kendisine vahiyle bildirildiğinde verebiliyordu. Eğer iddiâ edildiği şekilde, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in tefekkür ve mükâşefesinin mahsûlü olsaydı, böyle bir sıkıntıya düşmeksizin bu sorulara hemen cevap vermesi îcâb ederdi.

Üstelik bâzen vahiy, Allâh Rasûlü’nün görüşünün hatâlı olduğunu bildiriyor, bâzen de O’nun meyletmediği bir şeyi emrediyordu. Hattâ emr-i ilâhîyi tebliğ husûsunda bir miktar oyalanacak olsa, şiddetli bir itâb-ı ilâhîye mâruz kalıyordu. Bütün bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in tefekkür ve mükâşefesinin mahsûlü olduğu iddiâlarının mantıksızlığını bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır.

Nitekim birgün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kureyş’in bâzı ileri gelenlerine İslâm’ı anlatmaktaydı. O sırada, yanına daha önceleri müslüman olmuş bulunan âmâ sahâbî Abdullâh bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, Allâh’ın kendisine bildirdiği hakîkatlerden bâzı şeyler öğrenmek istediğini söyledi. Fakat görüşmekte olduğu Kureyş ileri gelenlerini iknâ ile meşgul bulunan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onunla ilgilenemedi ve İbn-i Ümm-i Mektûm’un, talebini ısrarla tekrar etmesi sebebiyle de yüzünü biraz ekşitti. Bunun üzerine şu itâb-ı ilâhîye mâruz kaldı:

اَمَّا مَنِ اسْتَغْنَى فَاَنْتَ لَهُ تَصَدَّى وَمَا عَلَيْكَ اَلاَّ يَزَّكَّى وَاَمَّا مَنْ جَاءَ كَ يَسْعَى وَهُوَ يَخْشَى فَاَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّى كَلاَّ اِنَّهَا تَذْكِرَةٌ فَمَنْ شَاءَ ذَكَرَهُ

“Kendisini (Sana) muhtaç görmeyene gelince, Sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmasından Sen mes’ûl değilsin. Fakat koşarak ve (Allâh’tan) korkarak Sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır (olmaz öyle şey); bu Kur’ân bir öğüttür, dileyen düşünüp öğüt alır.” (Abese, 5-12)

Bu âyetin nüzûlünden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İbn-i Ümmi Mektûm’a pek çok iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Ayrıca kendisine rastladığı zaman da:

“Merhabâ ey, kendisi hakkında Rabbimin beni itâb ettiği (azarladığı) kimse!” buyurmuştur. (Vâhidî, s. 471)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilâhî emirler bâzen mücmel[6] olarak gelirdi. Allâh Teâlâ tarafından açıklanmadığı sürece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mücmel mevzûlarda kendiliğinden bir îzahta bulunamazdı. Buna misâl olarak şu âyet-i kerîmeleri zikredebiliriz:

ِللهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ وَاِنْ تُبْدُوا مَا فِى اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır; içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allâh, sizi onunla hesâba çeker…” (el-Bakara, 284)

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, gayr-i irâdî olarak kalplerinden geçenlerden de mes’ûl tutulacağını zanneden ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Bu âyete nasıl dayanacağız?” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Ne o! Yoksa ehl-i kitâb (yahûdîler ve hristiyanlar) gibi; «İşittik ama isyân ettik!» mi demek istiyorsunuz? Siz; «İşittik ve itâat ettik. Ey Rabbimiz! Bizleri bağışlamanı isteriz, dönüş Sanadır!» demelisiniz!” buyurdular. (Müslim, Îman, 200; Ahmed, I, 233; Vâhidî, s. 97)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âyetin mânâsı mücmel olduğu için, acz içinde kalarak mevzûya bir açıklık getiremediler. Sahâbeden, Allâh’a teslîm olup tevekkül etmelerini talep buyurdular. Bir müddet sonra aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olarak, kapalı olan mânâ şöylece îzâha kavuştu:

لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Allâh, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Siz şöyle duâ ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi muâhaze etme (mes’ûl tutma)! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyler yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız Sen’sin. Kafirlere karşı da bize yardım eyle!” (el-Bakara, 286)

Ashâb-ı kirâm, bu âyet-i kerîme sâyesinde, kalbe ârız olan havâtır husûsunda “güçleri yettiği nisbette” mes’ûl olacaklarını anladılar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, âyet mücmel iken açıklayıcı bir nass gelinceye kadar hiçbir îzahta bulunmaması, bir nübüvvet hakîkati olup, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kaynaklı oluşunun îtirâz edilemez bir diğer delîlidir. Aksi takdirde ya böyle bir bilgi verilmez veya verilen bilgiye indî bir açıklama getirilebilirdi. Böyle bir hâlin vukûa gelmemesi, Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzının ayrı bir göstergesidir.

Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği gaybî haberler de onun ilâhî vahiy mahsûlü olduğunun apaçık bir delîlidir.

Kur’ân-ı Kerîm, mâzîye âit ihtivâ ettiği bilgileri de gerçeğe uygun bir şekilde anlatır. Bu bilgiler husûsunda mîlâdî yedinci asrın Mekke’sinde ilim nâmına bir müessese veya umûmî kültüre sâhip bir tek insan yoktu. Bütün târihî bilgiler, tüccarların tezatlarla dolu birer efsâne hâlinde getirdiği birkaç mahallî Pers hikâyesinden öteye geçmiyordu. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan mâzîye âit bilgiler, büyük bir tenâsüp ve bütünlük arz etmekte olup, hiçbir insanın, aklı ve keskin firâseti ile ortaya koyabileceği türden bilgiler değildir.

O hâlde akıllı bir insan düşünmelidir: Câhil bir toplum içinden çıkan ümmî bir insan, ilâhî bir menşe’den telâkkî etmedikçe, Kur’ân’ın eşsiz mânâlarına kaynaklık edebilir mi? Tabiî ki aslâ!..

Bu da göstermektedir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği bütün haberler, Allâh katından vahyedilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, istikbâle âit gaybî haberler de bildirmiş, bunlar da zamânı geldikçe Kur’ân’ın bildirdiği şekilde vukû bulmuş ve bulmaya devâm etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önde gitmekte, ilim ve fen ise onun arkasından gelmektedir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen şu hâdise, bunun misâllerinden yalnızca biridir:

Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbûr kalarak îman halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allâh Teâlâ:

اَلْئَنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنْتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! (Yâni bir belâ gelince uslanmış, sâlim kalınca da tekrar eski isyânına devâm etmiştin! Şimdi de böyle yapacağın için artık senin îmâna yönelişin geçersizdir!) (Yûnus, 91) buyurarak yeis hâlindeki îmânını kabûl etmemiş ve şöyle devâm etmiştir:

فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ اَيَةً وَاِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ عَنْ اَيَاتِنَا لَغَافِلُونَ

(Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla berâber) insanlardan birçoğu bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 92)

Zemahşerî, bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr eder:

“Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.” (Zemahşerî, III, 24)

Son senelerde yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi, sâhilde secdeye kapanmış bir vaziyette bulunmuştur. Bu, onun ölümden önceki son ânıdır. Son dakîkada karşılaştığı dehşet sahnelerinin tesiriyle îmân etmek istemiş, ancak yeis hâlinde olduğu için onun îmânı kabûl edilmemiştir. İşte o vaziyette, takrîben üç bin yıldır cesedi çürümeden kalmış ve âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi insanlığa bir ibret manzarası sergilemek üzere bugün ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şu an bu cesed, British Museum’da teşhîr edilmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği, kıyâmete kadar devâm edecek mûcizelerden sâdece biridir.

Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in esas gâyesi tevhîdi teblîğ edip insanları hidâyete çağırmak olduğundan, bu tür mûcizevî hakîkatler, yâni ilmî, fennî ve târihî gerçekler onda tâlî bir meseledir. Unutmamak lâzımdır ki:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

“Yaş, kuru ne varsa hepsi mübîn (yâni hakkı bâtıldan ayırt etmek için gönderilmiş bulunan apaçık) bir kitapta mevcuttur.” (el-En’âm, 59) ilâhî beyânı mûcibince her türlü hakîkat onda meknuzdur. Buna göre Kur’ân-ı Ke­rîm, kâinat­ta­ki bü­tün ha­kî­kat­le­rin kâ­mil bir man­zû­me­sidir ve bü­tün ger­çek­le­r on­da bi­rer nü­ve hâ­lin­de mevcuttur. Kur’ân’ın îcâzı gereği olan bu durum, hâdiselerin gelişmesi ve beşerî ilimlerdeki terakkî nisbetinde daha iyi aydınlanıp anlaşılabilir.

Şâyet kâinatta âdetullâh îcâbı meknûz olan bu tür bil­giler, Kur’ân-ı Ke­rîm’de icmâlî olarak değil de sa­râ­hat ci­he­tiy­le mevcut olsaydı, Kur’ân, kütüphaneler dolduracak bir hacme ulaşırdı. Ayrıca insanlık, kendi zamânında henüz keşfedilip ispatlanamayan bilgileri kabûle müsâit olmadığından Kur’ân’a îman kıyâmete kadar devâm etmezdi. Meselâ bir tek misâl vermek gerekirse, televizyona âit gerçek, bugün bildiğimiz şekilde o zamanlar ifâde edilmiş olsaydı, televizyon fiilen keşfedilip sâbit olmadıkça insanların buna aklı yatmaz ve bu yüzden de Kur’ân’ı reddederlerdi. Bütün hakîkatleri kendisinde cemetmiş olan Kur’ân’ın bunların büyük bir kısmını mücmel ifâdelerle beyân etmesinin hikmeti budur.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, ele aldığı bütün mevzûları tevhîd gâyesine mebnî olarak takdîm eder. Fennî hakîkatlere temâsı da bu cümledendir. Bu keyfiyet, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devâm edecek ayrı bir îcâzı olup, onun ihtişâmını her an ve her keşifle bir kere daha ispat etmektedir.[7]

Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şânının yüceliğini hazmedemeyen birtakım müsteşrikler, Peygamber Efendimiz’in vahiy esnâsında geçirdiği hâllerin “sara nöbeti” olduğunu iddiâ etmek gibi akıl ve mantıkla îzâh edilemez bir iddiâya yeltenmişlerdir.[8] Bu asılsız iddiâya kısaca şöyle cevap verilebilir:

-Sara hastası, geçirdiği nöbetten sonra büyük bir bitkinlik ve ağrı hissederek, son derece acı ve ıztırap içinde kıvranır, hâlet-i rûhiyesi alt-üst olur. Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bahsedilen sıkıntıları yaşamadığı gibi iki vahiy arasındaki devreyi âdeta bir fetret kabûl ederek vahyin gelmesini iştiyakla bekler, onun gelişi ile târifi imkânsız bir sürûra gark olurdu.

-Vahiy esnâsında vukû bulan bu hâller, her vahiy gelişinde görülmez, bâzen Hazret-i Peygamber’in normal hâli devâm ederdi.

-Tıbben de mâlum olduğu üzere sara nöbeti geçiren kimse, düşünme ve idrâk melekelerini yitirerek etrâfında olup biteni fark etmediği ve böylece şuuru bütünüyle kapalı olduğu hâlde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aldığı vahiyle beşeriyete hukuk, ahlâk, ibâdet, kıssa, mev’ıza gibi pek çok husûsun en mükemmel numûnelerini ihtivâ eden muhteşem Kur’ân âyetlerini teblîğ etmekteydi.

-Sara hastası şiddetle titrediği hâlde, bu durum vahiy esnâsında görülmemiştir.

-Sara hastası, nöbet esnâsında saçma sapan ve mânâsız sözler sarf eder. Ancak Hazret-i Peygamber’de böyle bir durum hiç müşâhede edilmemiştir. O’nun mübârek ağzından dökülenler, insanlığın işittiği en fasîh, en beliğ ve en mânidar sözlerdir.

Bununla birlikte hiçbir vücûdun, altı bin küsur âyetin nüzûlünü mümkün kılacak kadar uzun bir süre sara kasılmasına dayanamayacağı da, tıbben açıklanmıştır.

Bütün bu kasıtlı iddiâlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatini idrâk edememenin bir netîcesidir ve hiçbir mantıkî tarafı yoktur.


[1] Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mescidde iken Cebrâîl -aleyhisselâm- insan sûretinde yanına gelerek, îman, İslâm, ihsân ve kıyâmet alâmetleri hakkında suâller sormuştur. Böylece ashâb-ı kirâmın dinlerini öğrenmesini istemiştir. İşte bu hâdiseyi anlatan hadîse “Cibrîl Hadîsi” denilmiştir. (Bkz. Buhârî, Îman, 37; Müslim, Îman, 1, 5)

[2] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1/2, Umre 10; Müslim, Fedâil 87, Hudûd 13; Tirmizî, Tefsir 23/3173; Ahmed, V, 327.

[3] Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vahiy kâtiplerindendir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz Medîne’ye hicret ettiğinde Zeyd on bir yaşında bir yetimdi. Çocukken on yedi sûre ezberlemişti. Allâh Rasûlü ona Süryânîce’yi ve İbrânîce’yi öğrenmesini emretti. O da kırk güne varmadan iki dili öğrendi ve Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Süryânîce ve İbrânîce yazışmalarını tâkib etti. Onun yaptığı en şerefli hizmetlerden biri, iki sahâbî ile birlikte Kur’ân-ı Kerîm’i toplayıp bir araya getirmesidir. Hicretin 45. senesinde Medîne’de vefât etmiştir. Doksan iki hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

[4] Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197; Taberî, Tefsîr, VI, 106.

[5] Halüsinasyon: Fransızca hallucination (kuruntu). Psikolojide: 1. Daha çok şizofreni, paranoya gibi rahatsızlığı olan hastalarda görülen ve hisler uyarılmaksızın ortaya çıkan duygular. 2. Gerçekte olmayan şeyleri varmış gibi zannetme.

[6] Mücmel: Mânâsı özlü ve kapalı olup îzâh edilmedikçe maksadı tam olarak anlaşılamayan ifâdelerdir.

[7] Bu hususla alâkalı misâller için bkz: Osman Nûri TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, İstanbul 2001, s. 184-239.

[8] Vahiy vukû bulduğu esnâda Peygamber Efendimiz’in ahvâlinde görünen ve yukarıda tafsîl edilmiş olan değişiklikler sebebiyle bâzı müsteşrikler bunu bir Epilepsi (Sara) nöbeti şeklinde telâkkî etmiş ve bu yolda çeşitli iddiâlarda bulunmuşlardır. Nihâyet bu iddiâlarını Hazret-i Peygamber’in -hâşâ- bir akıl hastası olduğu derecesine vardırmışlardır ki bunu “Fransız Millî Tıp Akademisi”ne tasdîk ettirebilmek için, meselenin orada bir ilmî dâvâ sûretinde ele alınmasını temin etmişlerdir. Burada zamânın en seçkin doktorlarından teşekkül eden bir heyet, 1842 senesinde iddiâları incelemiş ve tıbbî gerçekler çerçevesinde bunun aslâ mümkün olamayacağı yolunda uzun ve gerekçeli bir rapor yayınlamıştır. Hâdisenin tafsilâtını merak edenler, Prof. Dr. Feridun Nâfiz Uzluk tarafından tercüme edilip “Rapor” ismiyle yayınlanan esere bakabilirler. Bu eser, 1996 senesinde Sebil Yayınevi tarafından İstanbul’da basılmıştır.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER