Hazret-i Mevlânâ (kuddise sirruh) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2012 – Aralık, Sayı: 322, Sayfa: 032

Kıymetli okuyucularımız! Bu yazı, Hazret-i Mevlânâ’nın Şeb-i Arûs’unun sene-i devriyesi münâsebetiyle, 2010 ve 2011 yıllarının Aralık aylarında yayınlanmış olan yazılarımızın üçüncüsüdür.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Nehri görünce kâsedeki suyu oraya dök. Su hiç nehirden kaçar, çekinir mi?”

“Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca orada kendi varlığından kurtulur ve nehir suyu olur.”

“Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar.”

[Mesnevî şârihleri, buradaki nehir ile, ebedî âhiret hayatının; kâsedeki su ile de, insanın fânî hayatının kastedildiğini ifâde ederler. İnsanın ömür kâsesini ebediyet nehrine dökmesi; “ölmeden evvel ölünüz” emrine itaat etmesidir. Yani her fânî için zarûrî olan ecel ânı gelmeden önce, nefsânî ar­zuları ve dünyevî ihtirasları bertaraf ederek, gü­nah­ların câzibelerine karşı âde­ta bir ölü gibi olmaktır. Hakk’a tam bir tevekkül ve teslîmiyetle itaat edip bütün fânî nîmetleri ebedî saâdetin sermayesi kılabilmektir.

Hakîkaten ömür, hızla akan bir nehir gibidir. İnsana verilmiş sınırlı bir sermayedir. Gâfilâne bir ömür sürenlerin hiç bitmeyeceğini zannettikleri bu mahdut sermâye, âhiret âleminin sonsuzluğuyla kıyaslanamayacak kadar kısa, küçük ve cüz’îdir. Nitekim âyet-i kerîmede insanın bu gerçeği idrâk edişi, şöyle haber verilmektedir:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Hadîs-i şerîfte de:

“Âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne çıkardıysa (âhiretin yanında) dünya işte odur.” buyrulmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, 4/319)

Bütün nîmetler gibi ömür nîmeti de, Cenâb-ı Hak­k’ın bir lûtfudur. Ebedî saâ­deti kazanmak için, kulun yegâne sermâyesidir. Do­­layısıyla bu dünyada ya­­­pı­lacak en kârlı ticaret, fânîyi vererek bâkîyi, cüz’îyi vererek küllîyi, damlayı vererek deryâyı kazanabilmektir. Üstelik o damlanın aslî vatanı da deryâdır. Deryâdan geleni yine deryâya iâde etmek, esâsen bir fedâkârlık bile sayılmaz. Zira her damla, günün birinde, -istese de istemese de- mutlakâ o deryâya geri dönecektir.

Yani Kur’ânî ifâdeyle:

” : …Elbette biz Allâh’a âidiz ve nihâyet O’na döneceğiz!” (el-Bakara, 156)

İşte ârif zâtlardan her vesîleyle Hakk’a yükselen; “Yâ Rabbî! Sen’den geldik, Sana döneceğiz!” niyâzı da, bu ilâhî hakîkatte derinleşmiş gönüllerin his­siyâtını aksettirmektedir.

Dolayısıyla, gerçek ma­hâ­ret ve mârifet odur ki; kul, bir kâse su hükmündeki fâ­nî ömrünü, kendi irâde ve ar­zu­suyla, sonsuzluk der­yâ­sına cömertçe sarf ede­bilsin. Böylece “ölmeden ev­vel ölmek” sırrından hisse alabilsin. Zira Mevlânâ Haz­retleri’nin tâbiriyle:

“Ne mutlu o kimseye ki, ölümden evvel ölmüş; onun rûhu, hakîkat bağının kokusunu almıştır…”

Diğer bir noktadan baktığımızda, kulun elindeki o bir kâse su, insanın dayanıp güvendiği makam ve mevkiidir, güç ve kuvvetidir. İlâhî hükümranlık ise, koskoca dünyanın, içinde âdeta bir toz zerresi hükmünde kaldığı kâinâtı ihâta eden, idrâk ötesi ve nihâyetsiz bir kudret ve azamettir.

Yine o bir kâse su, insanoğlunun ulaşabildiği bütün ilimlerdir. İlm-i ilâhî ise sonsuz bir deryâdır. Nitekim şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati ne güzel beyân etmektedir:

“Hızır -aleyhisselâm-’ın, Mûsâ -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında, bir serçe kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:

ÇĞAllâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.È” (Buhârî, Tefsîr, 18/4)

Yine insanın elindeki o bir kâse su, Cenâb-ı Hakk’ın imtihan maksadıyla kuluna emânet ettiği maldır, mülktür, servettir. Cenâb-ı Hakk’ın mülk ve saltanatı ise nihâyetsizdir. Âyet-i kerîmelerin beyânıyla:

“Göklerin ve yerin mül­kü (bütün hazineleri ve hü­­küm­­ranlığı) Allâh’ındır. Allâh­’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmrân, 189)

“…Allâh’ın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” (İbrahim, 34)

Bugüne kadar gelmiş geç­­miş bütün mahlûkâtın yiyip içtikleri, kullanıp tükettikleri, Cenâb-ı Hakk’ın hazinelerini zerre kadar eksiltmemiştir.

Velhâsıl insanın elindeki o bir kâse su, Allah Teâlâ’nın ona bahşettiği bütün nîmetlerdir, her türlü imkân ve istîdatlardır. Hayat nehri ise Cenâb-ı Hakk’ın sonsuzluk deryâsına akıp gitmektedir. İnsan, kendi irâdesiyle canını, malını, ilmini, irfânını ve her türlü imkânını, ne nisbette bu nehire akıtabilirse, sonsuzluk deryâsında o nisbette fânî olur. Fenâ fillâh sırrından o ölçüde nasîb alır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Çocuk, elmayı görmeden kokulu soğanı elinden bırakır mı?”

[Çocuklar, henüz öğrenme çağında oldukları için, küçük ve basit oyuncaklarla oyalanıp huzur bulurlar. Lâkin beden tekâmül ettikçe zihnî ve kalbî melekeler de seviye kazanır. O basit oyuncaklar, zamanla gözden ve gönülden düşer. Olgun bir insanın, artık o basit oyuncaklarla oyalanması, abes ve tuhaf karşılanır.

Cenâb-ı Hak da insanın mânen olgunlaşıp dünyanın basit ve süflî zevklerinden uzaklaşmasını, asıl ve ebedî olan âhiret saâdetine yönelmesini arzu etmektedir. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Bu dünya hayatı, sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşayış odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (el-Ankebût, 64)

Bu bakımdan dünya, kemâle erememiş ham nefisler için, su gibi görünen aldatıcı bir seraptan ibârettir. Çocukların heves ettiği bir elma şekeri gibidir ki, dışı tatlı bir renk cümbüşü olsa da, içi ekşi ve çürüktür.

Allah katında dünyanın, bir sineğin kanadı kadar bile değeri yoktur. Dolayısıyla Allâh’ın değer vermediği dünyaya kıymet verip âhireti unutan kimseye, Allah da değer vermez. Allâh’ın rızâsı ve O’nun katındaki sonsuz nîmetlerin en küçüğü dahî, bütün dünyaya sahip olmaktan daha kıymetlidir.

Buna rağmen dünyaya dalıp gidenlerin idrâki, iştah açan binbir çeşit leziz yiyeceği bilmediği için, elindeki kokulu soğanı en lezzetli gıdâ zanneden bir çocuğun idrâkinden farksızdır. Kendisini bekleyen muhteşem nîmetlere ve ebedî saâdete sırt dönerek, dünyanın fânî yaldızlarına, gelgeç sevdâlarına ve bayağı câzibelerine gönül kaptıran insanoğlunu, yine Mevlânâ Hazretleri şu teşbîh ile gafletten îkaz etmeye çalışır:

“(Gâfil) insan, kendisini ucuza sattı. O, çok değerli atlas bir kumaş gibiydi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı.”

Dolayısıyla insanoğlunun, kendisine Cennet ve Cemâlullâh’ı temâşâ gibi muazzam nîmetler vaad eden yüce Mevlâ’ya yönelmek yerine; gelip geçici nefsânî arzulara tamah etmesi, sefâletini saâdet zannetmesi ve üç günlük dünyasını îmâr etmek için ebedî âhiretini harâb etmesi, ne büyük bir hamâkattir…

Dünya saltanatını terk ederek ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Mâlik bin Dinar Hazretleri de şöyle der:

“Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne sordum:

“–Dünyada en kötü şey nedir?”

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh-:

“–Gönlün ölmesidir.” buyurdu.

“–Gönül neden ölür?” diye sordum.

“–Dünyayı sevmekten (yani dünyanın gelgeç sevdâlarına ve nefsânî arzularına râm olmaktan).” buyurdu.

Diğer bir Hak dostunun şu veciz ifâdesi de ne kadar hikmetlidir:

“Dîni sevenler dünyadan çıkmadı. Dünyayı sevenlerse dinden çıktı.”

Yani dindarlık, zühd ve takvâ; dünyadan el etek çekmek değil, -Süleyman -aleyhisselâm- misâlinde olduğu gibi- onun muhabbetini kalbe sokmamaktır. Dünyadan nasîbini ararken ona bağlanıp kalmamaktır. Zira bir gönlü dünya zevkleri ve sevgisi kuşatıp sarhoş etmişse, onun dîne yönelmesi, ilâhî hakîkatleri idrâk edebilmesi, ibâdet ve tâatlerden zevk alabilmesi, son derece zordur. Bu sebeple dünyevîleşme hastalığına yakalanmamak için, gönüllerimizin zühd ve takvâ ile derinleşmesi zarûrîdir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez.”

[Mânevî değerlere saldıran, mukaddesâta, ulvî kıymetlere, peygamberlere ve Hak dostlarına dil uzatan kendini bilmezler, onların yücelik ve şerefine halel getiremezler. Bu menfî tavırlarıyla ancak kendi rezillik ve alçaklıklarını artırmış, âhiretteki azaplarını çoğaltmış, yani cehennem azâbını kendileri aleyhine daha da şiddetlendirmiş olurlar.

Ayrıca böyle durumlarda mü’minler, o zâlimlere karşı, Allah için buğzun tabiî bir gereği olan tavırları sergilemek mecbûriyetindedirler. Zira bu sûretle, İslâm şahsiyet ve vakarını korumak hususunda, gayret-i dîniyyelerinden imtihan edilmiş olurlar.

Îmânın kemâli de, lâ­yı­kına muhabbet (yani Allâh­’­ı ve O’nun sevdiklerini sevmek) ve müstehakkına nefret (yani Allah ve Ra­sû­lü’nün düşmanlarına buğzet­mek)tir. Nitekim Tebbet Sûre­si, mü­s­­te­hakkına nefretin, ya­­ni Allâh’ın sevmediklerine buğzun, en müşahhas bir tâ­lim ve telkînidir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey ekmek uğruna îman cevherini zaafa uğratan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gönlünü İbrahim’e râm etmedi ama, canını bir sivrisineğe teslim etti.”

[Fânî dünya metâını elde etmek için ebedî saâdet mekânı olan âhireti satmak, ne hazin bir aldanış ve ne fecî bir ahmaklıktır. Selef ulemâsından Ebû Hâzim -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Allâh’a yaklaştırmayan her türlü imkân (mal-mülk, makam-mevkî vs.) ancak başa belâ olan musîbetlerdir.”

Büyük Hak dostlarından Câfer-i Sâdık Hazretleri de şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ dünyaya: «Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise (kendi işlerinde) yor ve yıprat!» buyurdu.”

Dünya servetine kalbini esir ettiği için infaktan kaçınan cimriler; ten rahatını terk edemediği için tâat ve gayretten uzak kalan tembeller; nefsinin îtirazlarını yenemediği için Allah yolunda hizmet ve fedâkârlıktan kaçan gâfiller; gün gelir, o üzerine titredikleri nefislerini ve servetlerini, gâyet basit ve süflî gâyeler uğruna ziyan etmek durumunda kalabilirler. Yani Allah için büyük ve ulvî çilelerin engin deryâsına dalmaya cesaret edemeyenler, günün birinde, küçük bir su birikintisinde boğulup gidebilirler.

Nitekim, mağrur nefsine uyarak Allâh’a îman ve itaati reddeden, kibrinden kendini yere göğe sığdıramayıp tanrılık iddiasına kalkışan Nemrut da, eceli gelip çattığı zaman, cılız bir sivrisineği bertaraf etmekten âciz kaldı, kahr-ı ilâhîye çâresizce râm oldu.

Kâbe-i Muazzama’yı yık­­­mak gibi çirkin bir maksat­la San’a’dan yola çıkan Eb­re­­he’nin mağrur ordusu, Mek­ke yakınlarına ulaştığında, çölden gelen aslanlarla, kaplanlarla, vahşi canavarlarla değil, -kendileriyle istihzâ edilircesine- küçücük kuşların attığı taşlarla, âdeta çiğnenmiş ekin yapraklarına dönmüştü.

Her kibirli zâlimin fecî âkıbeti gibi, o gâfillerin de ömür harmanı ecel rüzgârıyla savrulduğunda, ne arkalarında bıraktıkları dünya saltanatı onlara ağladı, ne de karşılarına dikilen âhiret hayatı onları güler yüzle karşıladı. Bu zâlimlerin hazin âkıbeti, ahmakların dûçâr olduğu rezilliğe dâir, tarih sahnesinde sergilenen ibretli misaller oldu.

Bu itibarla gerçek saâdet ve saltanat, Cenâb-ı Hakk’a karşı haddini, kulluğunu, hiçlik ve acziyetini idrâk edip fırsat eldeyken Allah yolunda, gönüllü olarak nefsinden ferâgat edebilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde, Allah’tan (hayır) umandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

Şunu unutmamak îcâb eder ki, gerçek huzur ve saâdet, nefsin bitmek bilmeyen arzu ve ihtirasları peşinde koşmaktan vazgeçip onu dizginlemekle mümkündür. Hattâ nefsi, Hakk’a vuslat yolculuğunun bineği yapıp, onu son nefese kadar doludizgin koşturmakla mümkündür. İmâm Gazâlî Hazretleri bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa, helâk olması mukadderdir… O hâlde nef­sinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifâde etmeye bak! (Zira Hakk’a kulluk, beden ile, yani nefs bineği üzerinde îfâ edilebilir.)”

Nefs tezkiyesine mu­­­vaffak olabilen bir mü’minin rûhu, dâimâ güçlü, sıhhatli ve huzurlu olur.

Nitekim peygamberler, sahâbe-i kiram, ev­liyâullah ve sâlih mü’min­­ler, hayat imtihanlarında, büyük çile ve meşakkatlerin kıska­cında yoğrulmuşlar, fakat ten plânındaki bu mad­dî sıkıntılara rağmen, gönül saâdetinin, kal­bî sekînetin ve vicdan huzurunun zirvelerinde yaşamışlardır.

Dolayısıyla mü’min için huzur ve saâdetin sırrı, aslâ doymayacak olan nefsi doyurmaya çalışmakta değil, onu hodgâmlıktan kurtarıp terbiye etmekte gizlidir. Yûsuf Has Hâcib’in, Kutadgu Bilig adlı eserindeki şu nasihati ne kadar hikmetlidir:

“Ey büyük ilim sahibi! Nefsinin esiri olma! Çünkü nefsin seni esir ederse, kurtuluş fidyesi olarak, dînini ister!..”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Şunu iyi bil ki açlık, ilâçların şâhıdır. Açlığı canla başla benimse, onu hor görme! Nice hastalık, açlıkla iyileşir. Güzel yemekler bile, acıkmadıkça hoşa gitmez!

Adamın biri büyük bir iştahla, bayat ekmek yiyordu. Başka bir adam;

«–O bayat ekmeği ne diye bu kadar iştahla yiyorsun?» diye sordu. Adam dedi ki:

«–Sabrın sonunda açlık iki misli arttı ve bu bayat arpa ekmeği bile bana helva gibi lezzetli oldu! Sabırlı olduğum takdirde, dâimâ helva yemiş olurum!»”

[Açlık; kalbi yumuşatıp nurlandırırken, aşırı tokluk ise kalbe kasvet verir, gönlü karartır. Açlık, nefsin azgınlıklarına engel olup onun hakka ve hayra yönelmesini kolaylaştırırken, aşırı tokluk ise, mânevî hassâsiyetleri köreltir, rûhu daraltır, şuur ve idrâkin hikmet kanallarını tıkar.

Şeyh Şiblî Hazretleri de âdeta bu hakîkati te’yid sadedinde;

“Ne zaman aç kaldıysam, kalbime hikmetten açılmış bir kapı buldum!” buyurmuştur.

Ebû Süleyman Dâ­rânî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“Her nesnenin pası vardır. Gönlün pası da çok yemektir. Kim çok yerse, şu altı çeşit belâ ile karşılaşır:

1) Kıldığı namazın tadını bulamaz.

2) Unutkan olur.

3) Şefkati az olur. Zira kendisi tok olduğu için başkalarını da tok zanneder.

4) Tâat ve ibadetlerde tembellik eder.

5) Şehveti gâlip olur.

6) Müslümanlar mescide gittiklerinde o, he­lâ­ya gider.”

Bu itibarla maddî-mânevî huzur için, nefsi aşırı doyurmaktan sakınmak îcâb eder. Nitekim günümüzde maddî imkânlar bakımından bolluk içinde yaşayan pek çok insan, bedenî ve rûhî rahatsızlık, huzursuzluk, tatminsizlik, memnûniyetsizlik, şükürsüzlük ve gaflet illetlerine müptelâ hâldedir. Bu illetlerin en mühim sebeplerinden biri de, nefisleri aşırı beslemektir. Bunun tedâvisi; haram ve şüphelilerden sakınmakla birlikte, helâl nîmetleri de kifâyet miktarı kullanmaktır.

Kanaat ehli, sabırlı, nefsini dizginleyen bir kula, helâl dâiresi içindeki az bir rızık bile kâfî gelir, gönlüne huzur verir. Fakat açlık nedir bilmeyen obur bir kişi ise, hiçbir nîmetin kıymetini bilemez, en leziz gıdâlar bile ona tatsız gelmeye başlar. Bu sebeple varlıklı kimselerin de gönül huzuru ve rûhî muvâzeneleri için; fakir fukarayı koruyup gözetmeleri, mâtemlerin civarında bulunmaları, sefâlet manzaralarını gö­rüp ibret almaları elzemdir. Aksi hâlde varlıklı insanlar, şefkat ve merhameti unutarak kas­vet-i kalbe müptelâ olmaktan kurtulamazlar.

Nitekim Mısır’da şid­detli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde, Yû­suf -aleyhisselâm-’a şöyle sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun?”

O ise şu ibretli cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa, açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

Mü’minlerin sahip olması gereken bu gönül hassasiyetine dâir, Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin ibretli bir hâtırası vardır:

Bir yıl Şam’da müthiş bir kıtlık olur. Halk, perişan bir hâldedir. Bu sırada yanına, zengin bir dostu çıkagelir. O dostu, kıtlıktan önce hayli güçlü-kuvvetli ve iri cüsseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun bir hâlde görünce şaşırır. Ona niçin bu hâlde olduğunu sorar. Dostu ise bu suâle üzülüp hayretler içinde:

“–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı…” der.

Şeyh Sâdî:

“–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar üzülüp eriyorsun ki? Senin her şeyin var…” deyince, o kemâl ehli dost şöyle der:

“–Kendisi sâhilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta olduğunu gören bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, müslümanların dûçâr olduğu ıztıraplar sebebiyle sararıp soldu… Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gözüm nemlenir…”

Bizler de, bugün âdeta bir yangın yeri olan Filistin, Sûriye, Arakan ve Afrika başta olmak üzere, zulüm altındaki bütün müslüman kardeşlerimiz için bu kalbî hassâsiyeti ne kadar gös­­terebildiğimize dâir, nefislerimizi derin derin muhâsebe et­mek mecburiyetindeyiz. Zi­ra bu husus, hepimiz için son derece mühim bir din kar­deş­li­ği mes’ûliyeti ve âhiret ve­bâlidir.

Unutmayalım ki hiç­bir gölgenin bulun­mayacağı kı­yâmet gü­nün­de Arş-ı Âlâ’nın gölgesi altında muhafaza edilecek yedi sınıftan biri de, birbirlerini Allah için seven din kardeşleri olacaktır.1 Bu kardeşliğin hakkını verebilmek ise, bugünkü gibi zor zamanlarda yapılacak fedâkârlıklara bağlıdır. Dolayısıyla, mazlum, mağdur ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız duâlar, infaklar ve fedâkârlıklar, -inşâallah- Rabbimize hamd ve şükrümüzün de en güzel bir fiilî ifâdesi olacaktır.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, din kardeşlerinin dertleriyle dertlenen, elinden, dilinden ve gön­lünden ümmet-i Muhammed’in müstefîd olduğu, cömert, fedâkâr, hizmet ehli, sâlih kullarından eylesin…

Âmîn!..

Dipnot: 1. Bkz. Buhârî, Rikak, 24.