Hazret-i Ali (radıyallâhu anh) – (656-661)

Hulefâ-i Râşidîn’den Hayat Düsturları -4-

2007 – Mayis, Sayı: 255, Sayfa: 032

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, kimseye nasîb olmamış bir mazhariyetle, Kâbe-i Muazzama içinde dünyaya geldi.1 Ailesi kalabalık olduğundan, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-onu himâyesine aldı. Beş yaşından itibâren Peygamber Efendimiz’in terbiyesi altında yetişti. Bu yüzden câhiliye döneminin kötü âdetleri ona hiç bulaşmadı. Çocuklardan ilk îmân eden kimse oldu.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine risâlet vazîfesi verildikten sonra, her sene hac için Mekke civârındaki panayırlarda toplanan kabîlelere İslâm’ı tebliğ etmeye gider, Hazret-i Ali’yi veya Hazret-i Ebû Bekir’i de yanında götürürdü. Hazret-i Ali’yi geride bıraktıkları zaman, o da tenhâ kalan Kâbe’ye gider, oradaki putlardan birkaçını kırıp dönerdi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in hicreti esnâsında da pek mühim hizmetler gördü. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın müşrikler tarafından kuşatılmış bulunan hâne-i saâdetlerinde, suikastçilere hedef şaşırtmak için Efendimiz’in yeşil hırkasına bürünüp yatağına korkusuzca uzandı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Mekkelilerin, Peygamber Efendimiz’e bıraktıkları emânetleri sâhiplerine teslim ettikten sonra, hasretle Medîne istikâmetinde yola çıktı. Gece yürüyüp gündüz dinlenmek sûretiyle meşakkatli bir yolculuğun ardından; yürümekten şişen ayaklarından kan damlar vaziyette, Medîne’de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a kavuştu.

Hicretin ikinci senesi, Allâh’ın emri üzerine Fâtıma vâlidemizle izdivaç şerefine nâil oldu. Böylece Peygamber Efendimiz’in muhterem dâmâdı ve “Ehl-i Beyt”i olma bahtiyarlığına erdi. Turuk-ı Aliyye’den on bir mübârek zâtın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e nisbeti, onun vesîlesiyle hâsıl oldu. Zevce-i muhteremeleri Fâtıma vâlidemizle zâhidâne yaşayışları, ferâgat ve fedâkârlıkları, dâsitânî bir ufka ulaştı. Bu bakımdan Ehl-i Beyt, İslâm tasavvufunda güzîde isimler hâline geldi.

Cömertlerin Sultânı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- nebevî terbiye neticesinde, hiçbir zaman dünyaya meyletmedi. Bu yüzden hayatı, İslâm kardeşliğinin ve diğergâmlığının misli görülmemiş tezâhürlerine sahne oldu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Allah, bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” buyurmuştu. (Süyûtî, II, 4/3924) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da bu nebevî müjdeye nâil olabilme heyecanı içinde şöyle buyurmuştu: “İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir.

Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)

Bu yüce ahlâkın fiilî misallerinden birkaçı şöyledir: Birgün Hazret-i Ali, zevce-i muhteremesi Fâtımatü’z-Zehrâ’ya: “–Çok acıktım, evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hazret-i Fâtıma, evde yiyecek bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçelerinin olduğunu söyledi. Hazret-i Ali bu altı akçeyle yiyecek almak üzere çarşının yolunu tuttu. Yolda giderken birinin, bir müslümanın yakasına yapışmış: “–Ya hakkımı ver ya da yürü mahkemeye gidelim!” dediğini duydu. Borçlu adam biraz mühlet istiyorsa da alacaklı müsâade etmiyordu. Adamların çekişmelerini gören

Hazret-i Ali: “–Münâkaşanız kaç para içindir?” diye sordu. “–Altı akçe için.” cevâbını alınca, kendisinin de muhtaç olduğu o altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Ardından Hazret-i Fâtıma’ya ne cevap vereceğini düşünmeye başladı. Sonunda; «Nasıl olsa Fâtıma, kadınların seyyidesi, Rasûlullâh’ın kızıdır, anlayış gösterir.» diyerek evine döndü.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- yaptığı îsârı Fâtıma vâlidemize anlattı. O da:

“–Çok iyi yapmışsın, el-hamdü lillâh, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kâfîdir.” buyurdu.

Fakat biraz da mahzun oldu. Hazret-i Ali, onun üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da açlıktan ağladığını görünce gönlünde bir kırıklık hissederek dışarı çıktı. «Bâri Rasûlullâh’a gideyim de O’nun mübârek yüzünü seyrederek üzüntümü unutayım.» diye düşündü. Bu düşünceyle yürürken, elinde besili bir deve olan bir kimseye rastladı.

O şahıs Hazret-i Ali’ye: “–Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali parasının olmadığını söylediyse de adam veresiye olarak deveyi yüz akçeye sattı. Hazret-i Ali, elinde deve ile biraz uzaklaşmıştı ki, yolda rastladığı başka bir adam: “–Bu deveyi bana üç yüz akçeye satar mısın?” diye sordu. Hazret-i Ali kabul etti ve deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca da çarşıdan yiyecek bir şeyler alıp evine götürdü. Hazret-i Fâtıma’ya, olup biteni anlattı. Yemeklerini yiyip Allâh’a hamd ü senâlar ettiler.

Daha sonra Hazret-i Ali, evinden çıkıp Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın biliyor musun?” buyurunca: “–Allah ve Rasulü bilir.” dedi. Peygamber Efendimiz: Sana deveyi satan, Cebrâil -aleyhisselâm-; satın alan da İsrâfil -aleyhisselâm- idi. Deve de cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyada bire elli verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.2

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-’dan rivâyetle Atâ -rahimehullâh- der ki: “Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler.

İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)

İşte bu güzel ahlâkından dolayı Hazret-i Ali hakkında Rasûl-i Ekrem Efendimiz; “Sultânü’l-Eshıyâ” yâni “Cömertlerin Sultânı” buyurmuştur. Hazret-i Ali, ashâb-ı kirâm içinde fedâkârlık ve îsârı, engin ilim ve irfânı, isâbetli kararları kadar, cesâret ve yiğitliğiyle de temâyüz etmişti. Allâh’ın Gâlip Arslanı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bütün gazvelere katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Yalnız Tebük Gazvesi’ne iştirâk edemedi. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onu, Medîne’deki müslümanların ve Ehl-i Beyt’in muhâfazasına nezâret etmek üzere geride bırakmıştı. Hattâ cesâret ve şecaati herkesçe mâlum olan o yiğit sahâbî: “–Yâ Rasûlallah! Beni kadınların ve çocukların başına mı bırakıyorsunuz?” deyince Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: Yâ Ali! Mûsâ’ya göre Hârun ne ise, sen de bana osun! Ancak benden sonra peygamber yoktur.” buyurarak onu taltif ve tesellî etmişti.3

Arap âdetleri gereğince savaşlarda ordunun en namlı cengâverleri er meydanına çıkar, karşısına çarpışmak için en yiğit ve asil kimseleri çağırırdı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da ekseriyetle Hazret-i Ali’yi er meydanına çıkarırdı. Hazret-i Ali, karşısına çıktığı bütün cengâverlere Allâh’ın lutfuyla gâlip gelirdi. Bu yüzden onun, Allâh’ın inâyetiyle mazhar olduğu bu vasfını ifâde etmek üzere kendisine “Esedullâhi’l-Gâlib” (Allâh’ın gâlip arslanı) unvânı verilmişti. Hiç şüphesiz ki, onun zâhirdeki bu kahramanlığının temelinde, Allah Rasûlü’nün nebevî terbiyesi altında vâkıf olduğu yüksek mânevî değerler bulunmaktaydı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuşlardı:

“Gerçek babayiğit, güreşte rakîbini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Müslim, Birr, 107)

İşte asıl cengâverlik ve pehlivanlığın, nefse karşı cihaddaki gâlibiyete bağlı olduğu şuuruyla yaşayan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bu hadîs-i şerîfin de canlı bir misâli oldu. Nitekim bir gazâda çarpışarak alt ettiği bir kâfire son darbeyi indirecekken, o kâfirin çâresizlik içinde Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürmesi karşısında, o kahraman sahâbînin düşmanını öldürmekten vazgeçmesi, onun sâhip olduğu gönül hassâsiyetini ne güzel sergilemektedir. Tam öldürüleceği anda serbest kalan kâfirin gönlünde bu hâl büyük bir muammâ olmuştu. O hengâmede savaşı, kavgayı unuttu, Hazret-i Ali’ye niçin kendisini serbest bıraktığını sordu.

O Hak âşığı şöyle buyurdu: Bizim gazâmız iki türlüdür: Biri, senin gibi kâfirle gazâ etmektir ki, Allah rızâsı için olur. Diğeri de nefsimizle gazâdır ki, nefsânî arzuları köreltmekle olur. Seninle savaşmam, Allah rızâsı içindi. Fakat sen benim yüzüme tükürdüğünde seni öldürseydim, nefsimin öfkesini tatmin etmek için öldürmüş olurdum ve nefsim beni mağlûb etmiş olurdu. Bu yüzden seni âzâd ettim. Nefsimi zaptedip gazâ-yı ekber etmiş oldum. Zîrâ bir mü’minin, nefsinin arzularına esir olması, senin gibi bir kâfirin zararından daha büyüktür.”4 O gönül erinin bu ârifâne cevâbı karşısında, kâfirin gözünden gaflet perdeleri kalktı, gönlü îman nûruyla aydınlandı. Daha sonra Hazret-i Ali’yle birlikte nice gazâlara katıldı.

Hak uğrunda öfke ile nefsinden gelen öfkeyi birbirine karıştırmadan, önce nefsine, sonra da düşmana karşı kahramanca savaştı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- cenk meydanlarında eşsiz kahramanlıklar sergilerken, diğer taraftan ibâdet hayatında da müstesnâ bir huzur ve huşû iklîminde yaşardı.

Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler. Zîrâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî hazzı ile âdeta kendinden geçmiş, dünyâdan tecerrüd etmişti… Kâbe’den Kûfe Mescidi’ne… Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın âhirete irtihâlinden sonra iş başına gelen halîfelere gücü yettiğince yardımcı oldu. Onların istişâre meclislerinde hazır bulundu, firâset ve basîret dolu görüşleriyle, isâbetli kararlar almalarına yardımcı oldu.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın Medîne’de âsîler tarafından şehîd edilmesinin ardından, ashâbın ısrarları neticesinde hilâfeti kabul etti. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilk icraatlerinden biri, hükûmet merkezini Medîne-i Münevvere’den Kûfe’ye taşımak oldu. Zîrâ Allah Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu o mübârek beldenin siyâsî mücadelelere sahne olması, bütün mü’minlerin gönlünü yaralıyordu. Bu yüzden orayı lâyık olduğu âsûde iklîm içinde bir ilim ve irfan ocağı olarak muhâfaza etmek için, bu kararı aldı. Nitekim gittiği Kûfe’de, ömrünün kalan kısmı, fitne, fesat ve karışıklıklarla mücâdele içinde geçti. Bir defasında Hazret-i Ali’ye: “–Ey Mü’minlerin Emîri! (İzin verin) size bekçilik yapalım?” denilmişti. O ise: “–Kişinin bekçisi ecelidir.” buyurdu. Şehîd olmasına birkaç gün kala, âdeta vefât edeceğini hissederek, yeme-içmeden kesildi. Niçin yemediğini soranlara; “Emr-i ilâhînin, ben aç iken gerçekleşmesini arzu ederim.” buyuruyordu. Nitekim çok geçmeden Kûfe Mescidi’nde sabah namazını kıldırırken, İbn-i Mülcem tarafından şehîd edildi. O sırada 63 yaşında idi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ağır yaralıyken Cündeb bin Abdullah ona: “–Ey mü’minlerin emîri! Allah bize senin eksikliğini göstermesin ama, şayet sana bir hâl olursa, biz oğlun Hasan’a bey’at ederiz.” dedi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ise vaktiyle Hazret-i Ömer’in gösterdiği firâsetle: Bu hususta size ne emrederim ne de nehyederim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz.” diyerek sözü kesti. Ardından Hasan ve Hüseyin Efendilerimize şu vasiyette bulundu: “Size takvâyı vasiyet ederim. Dünyaya rağbet etmeyiniz. Zâyiiniz için ağlamayınız. Dâimâ doğru söyleyiniz. Allâh’ın Kitâbı ile amel ediniz. Zâlimin hasmı, mazlumun yardımcısı olunuz. Dînin hükümleri husûsunda kınayanın kınamasına aldırmayınız.”5

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, daha sonra kelime-i tevhîd getirdi. Son nefesiyle hayat kitâbını hatmeyledi. Hayata, Kâbe-i Muazzama’da açtığı gözlerini, yine bir mescidde kapama şerefiyle yüce makâmına erdi. Hazret-i Ali’ye karşı girdiği mücâdelelerden büyük pişmanlık duyan Muâviye’nin, ömrünün son demlerinde söylediği şu sözler, onun bu ıztırâbını çok açık bir şekilde ifâde etmektedir: “Âh keşke Kureyş’ten Zî-Tuvâ Vâdisi’nde (kendi hâlinde yaşayan, sıradan) bir kimse olsaydım da şu (idârecilik) işlerine hiç girmeseydim.” (İbn-i Esîr, el-Bidâye, VIII, 135)

Büyük Hak dostu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki: “Eğer Hazret-i Ali muhârebelerden biraz fırsat bulsaydı, bize Kur’ân ilimlerinden neler neler öğretirdi. Zîrâ o, âriflerin reisidir. O hiç kimsenin söylemediği ve benzerini de kimsenin söyleyemeyeceği sözler söylemiştir.”6 İşte Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ilim, irfan ve hikmet hazinesi gönül iklîminden, her biri hayat düstûru kıymetindeki birkaç ifâde:

Hazret-i Ali’den Hikmetli Sözler

“Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”

“Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta, kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır yoktur.”

“İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdır.”

“Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin yeridir.”

“Âlimlere; «Niçin öğretmediniz?» sorusu sorulmadan câhillere; «Niçin öğrenmediniz?» sorusu sorulmayacaktır.”

“Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateşten korkan, şehvetlerden sakınır. Öleceğine inananın, nefsânî ve şehvânî lezzetleri yıkılır. Dünyayı bilene, musîbetler zâhir olur.”

“Namus, güzelliğin sadakasıdır.”

“Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin meyvesidir.”

“Aklı tam olanın, sözü az olur.”

“Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.”

“Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.”

“Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme, çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine onlarla cevap verir.”

“Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”

“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.”

“Eğrinin gölgesi de eğri olur.”

“Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.”

“Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti, sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.”

“Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla muayyen bir mesâfede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu sürdür, yoksa vazgeç.”

“Kalbi düşmanlıklarla meşgul olan kişi, faydalı işler yapamaz. Çünkü kalb, iki zıt meşgûliyeti bir arada bulunduracak kadar geniş değildir.”

“Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”

“Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir.”

“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”

“Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine (yâni sana tebessüm hâlinde), bir gün de aleyhine (yâni hüzün içinde)dir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryâd ü figân etme!”

“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.

“Nefesler, ecele doğru atılan adımlardır.”

“Dört şey devam ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:

1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe. 2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe. 3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe. 4. Fakirler de âhiretlerini dünyalarına satmadıkları müddetçe.”

“Zenginlerin, Allah katındaki mükâfâtı taleb ederek tevâzu göstermeleri ne güzeldir. Bundan daha güzeli ise, fakirlerin Allâh’a tevekkül ederek zenginlere karşı müstağnî davranmalarıdır.”

“Mahrûmiyet, minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.”

“İffet, fakirliğin; şükür de zenginliğin süsüdür.”

“Cimrilik bütün kötü ahlâkı kendinde toplar.” (Bu hakîkatin mefhûm-ı muhâlifince; merhamet de cömertliği, cömertlik tevâzûyu, tevâzû da hizmeti beraberinde getirir.)

“Yoksul düştüğün zaman sadaka vererek Allâh ile ticâret yap. Eline nîmet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!”

“Dünyanın; nîmetlerinden İslâm nîmeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.”

“İlim, en hayırlı mirastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”

“Amel-i sâlih gibi ticâret, sevap gibi kazanç, Allâh’ın tevfîki gibi fayda, tevâzû gibi asâlet, ilim gibi şeref, şüphelilerden uzak durmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi Allâh’a yakınlık, farzları edâ gibi ibâdet, tedbir gibi akıl, birlik ve beraberlik gibi insanı kendini beğenmekten uzak tutan başka bir haslet yoktur.”

“Amellerin en güç olanı dört haslettir:

1. Öfkeli anda affetmek. 2. Muhtaçken de cömert davranmak. 3. Kapalı ve tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak. 4. Korktuğu veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.”

“Küçük musîbetleri büyük göreni, Allah büyük musîbetlere mübtelâ kılar.”

“Mal, nefsânî arzuların hammaddesidir. (Nefsânî ve dünyevî) arzular, sıkıntıların anahtarıdır. Hased de boş yorgunluğun bineğidir.”

“(Dünyevî) arzu ve ümitler, basîretli kimseleri dahî âmâ eder.”

“Kişinin kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır.”

“Kim nefsin bitmek bilmeyen istek ve arzularının zebûnu olursa, amelleri de kötü olur.”

“Nasîb, kendisine gelmeyene de gider.”

“Canlarınız için cennetten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak cennet karşılığında satın!”

“Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın zâhirî görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyanın içyüzünü görürler.”

“Bir kul, Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil olmaz!”

Rabbimiz, bu hikmetli sözleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsıyla amel edebilmeyi nasîb eylesin. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın en yakın dostları olan dört büyük halîfenin muhabbetini gönüllerimizden eksik eylemesin. Âhirette bizleri onlarla birlikte haşr u cem eylesin! Hiç şüphesiz ki o mübârek sahâbîler ile âhiretteki berâberlik, daha bu dünyâda başlar. Onlarla bugün dost olabilirsek ve bu dostluğun hukûkuna riâyet edebilirsek -inşâallah- yarın kıyâmette onların yakınlığına mazhar oluruz. Rabbimiz Hulefâ-i Râşidîn’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmayı cümlemize nasîb eylesin. Şefaatlerine nâil buyursun! Âmîn!

Dipnotlar: 1) Hâkim, Müstedrek, III, 549. 2) Bkz. Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Hz. Aliyyü’l-Murtezâ, s. 54. s. 119-122. 3) Bkz. a.g.e. s. 54. 4) Bkz. a.g.e. s. 117. 5) Bkz. a.g.e. s. 74. 6) Bkz. a.g.e. s. 113.