Hayırlı Ümmet

2014 – Kasım, Sayı: 345, Sayfa: 032

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَاۤ اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

(İnsanları Kurʼân ile) Allâhʼa çağıran, amel-i sâlih işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33)

Hakîkî müslüman, İslâmʼı şahsiyet ve karakteriyle temsil edebilen insandır. İslâm, dâimâ bir “şahsiyet” ister müʼminden. Dîni temsil edebilmek de ancak güzel bir şahsiyetle olur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dîni tebliğ etmeden evvel, kendi şahsiyetini tescil ettirdi. Bir gün Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş kabîlesine seslendi. Onlar da bu dâvete icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara hitâb etti:

“–Ey Kureyş cemaati!

Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide size saldıracak ve mallarınızı gasbedecek düşman atlıları var desem, bana inanır mısınız?”

Onlar da hiç tereddüt etmeden:

“–Evet inanırız! Çünkü (Sen el-Emîn ve es-Sâdıkʼsın) şimdiye kadar Senʼin yalan söylediğini hiç işitmedik. Senʼi hep doğru biri olarak tanıdık.” dediler… (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îmân, 348-355; Ahmed, I, 281-307)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oraya gelmiş olan herkesten bu tasdîki aldı. Yani kendi şahsiyetini oradakilere tescil ettirdi. Bu tasdik ve tescilden sonra ilâhî hakikatleri tebliğ etmeye başladı.

İslâm, bu yüksek şahsiyetle tebliğe devam edildiği müddetçe; asr-ı saâdet, hulefâ-i râşidîn dönemi, Emevîlerin Ömer bin Abdülaziz devri, Endülüs-İspanyaʼnın ilk üç yüz senesi ve Osmanlıʼnın ilk üç asrında muhteşem bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi.

İnsanlıkta medeniyet, ahlâkta medeniyet, ilimde medeniyet, ictimâî ve iktisâdî hayatta medeniyet, mîmârîde, edebiyatta müstesnâ bir medeniyet meydana geldi.

Bu medeniyetin insanları nasıl insanlardı? Birkaç misal:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-…

Hazret-i Ömer, îmân ile şereflenmezden evvel, mer­ha­met­ mahrumu, hak ve hu­kuk ta­nı­mayan câhiliye in­sa­nlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendiğinde ise, in­ce ruhlu, di­ğer­gâm, hikmet ehli, adâlet âbidesi bir insan hâline geldi. İslâm’dan evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eriyip gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahî incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin saâdetini düşünen, yüksek mes’ûliyet şuuruna sahip bir “Hazret-i Ömer” geldi.

“Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım.”[1] diyerek kendisini sürekli bir nefis muhâsebesine tâbî tuttu. Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanıbaşında bulundu. Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin kimsesi oldu. Kırık gönülleri tesellî etmeden, onların gözyaşlarını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmadı.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-…

Hazret-i Ömerʼin torunu olan, İslâm tarihinde beşinci râşid hâlife sayılan Ömer bin Abdülaziz’in gönül dünyasını yansıtan bir hâlini, hanımı Fâtıma şöyle naklediyor:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Bana dedi ki:

«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükü benim omuzlarımda. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri…

Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.»” (İbn-i Kesîr, 9/201)

İşte ümmetin derdiyle dertlenen, onların huzur ve saâdeti için kendi huzurunu terk eden fedâkâr gönüllerle, müstesnâ bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi. O medeniyette zenginler, zekât verecek fakir bulamadılar. Zira onlar, “komşusu açken tok yatamayan” hayırlı ümmet idiler.

O hayırlı ümmet, din kardeşliği ve diğergâmlıkta bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyuruyor:

Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri de şöyle buyuruyor:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin par­mağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”

İşte “hayırlı ümmet” böyle insanlardı…

Zira her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakterleriyle âhenk arz eder.

İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi, selîm beşerî fıtratın, ilâhî ilim, irfan ve hikmetle teçhîz edilmiş olmasıdır. Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi; mükemmel bir medeniyet şâhikası ortaya çıkarmıştır. Bu şâhikanın tarihî adı, hiç şüphesiz ki “Osmanlı”dır.

Hakîkaten, ecdâdımız Osmanlı, maddî îmarla mânevî îmârı birlikte yürüten, beldelerin fethini, gönüllerin fethi için yapan, yüksek ufuklu şahsiyetlerdi.

Osmanlıʼnın velî bânîsi Osman Gâziʼnin, oğlu Orhan Gâziʼye ve onun şahsında istikbâlin bütün devlet adamlarına yaptığı nasihatler de bunun bir ifâdesiydi. Diyordu ki o büyük gâzi:

“Oğul! Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «îlâ-yı kelimetullâh»tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir!..”

Orhan Gâzi de; “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde gerçekleştirmeyi tercih ediyordu. Zâhirî fütûhâtı, gönül fetihleri ile ebedîleştiriyordu. Fethedilen yerlere en evvel, gönül ehli, sâlih müʼminleri iskân ediyordu. Onların örnek yaşayışları ve hâl ile tebliğleri, bölge halkının hidâyetine vesîle oluyordu.

Orhan Gâzi de, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:

“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükümrân olmak yetmez! Zira îlâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”

Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar ilerledi.

Birinci Murad Han, niye Bursaʼnın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken rahatını bozdu da, tâ Kosovaʼya kadar gitti? Hangi gaye için kendini kurbân etti?

İşte Peygamber Efendimizʼe hayırlı bir ümmet olabilmek, o bahtiyar müʼminler arasına dâhil olabilmek, hayra dâvet eden bir ümmet olabilmek için. Allâhʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Ensâr ve Muhâcirlerin izinden gidebilmek için…

Nitekim sahâbe-i kirâm, Medîne hurmalıklarını bırakarak tâ Semerkandʼa, hattâ Çinʼe gitti. Zira Cenâb-ı Hak:

“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyordu. Yani dünyanın süsüne, gösterişine, rahatına, alâyişine aldanıp da Allâhʼın rızâsını tahsil etme gayretinden uzaklaşanları îkaz buyuruyordu. Bunun için sahâbe-i kirâm tâ Çinʼe kadar gitti. Ömer bin Abdülaziz döneminde İspanyaʼya çıkıldı. Ukbe bin Nâfî Kayravanʼa kadar gitti. Gönlündeki îman heyecanının bir ifâdesi sadedinde:

“–Yâ Rabbi! Şu okyanus olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim!” niyâzında bulundu.

Bütün bu gayretler hep “kendini tehlikeye atmama” endişesinin bir tezâhürüydü.

İşte bu ruhla dünya rahatını terk edip Allah yolunda gayret eden Sultan Muradʼın açtığı yoldan gelenler de, fethedilen beldelere yerleştiler. Bosnaʼda “hayırlı bir ümmet” meydana geldi. Bütün Boşnaklar cân u gönülden samimî bir müslüman oldular. İşkodraʼda “hayırlı bir ümmet” teşekkül etti.

Velhâsıl ecdadımızın bütün derdi, “îlâ-yı kelimetullah” idi. İnsanlığı İslâmʼın saâdet ve huzuruyla tanıştırmaktı. Onlar hakka ve hayra çağırıyorlardı. İnsanlığın ebedî kurtuluşu için çırpınıyorlardı.

Fâtih Sultan Mehmed Han, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bâzen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçirmek için Fâtih’e ricâcı olarak göndermişti.

Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve dedi ki:

“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki, çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzi denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

İşte o “hayırlı ümmet”, ferdî bir müslümanlığın nâkıs olduğu, müslümanın ictimâîleşmesi, gönlünün bütün cihânı kuşatması gerektiğine dâir müşahhas bir misal oldular. Zira bir müslüman, dünyanın gidişâtından kendisini mesʼûl görmelidir.

İşte onlar, “hayırlı ümmet”in yetiştirdiği örnek şahsiyetlerdi. O örnek şahsiyetler, hayatın her alanında İslâm şahsiyetini sergilediler.

O “hayırlı ümmet”, mîmârîde bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Meselâ bir Süleymaniyeʼye baktığımız zaman; ellerini semâya açmış, duâ eden bir insan silüeti görürüz. Bu, taşa aksetmiş bir gönül yapısıdır… Maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin bir şâheseridir.

O “hayırlı ümmet”, kimsenin evini gölgede bırakacak, güneşine mânî olacak bir ev inşâ etmezdi. Kimse kimsenin manzarasını kapatmazdı. Bugün ise yüksek binâlar, hattâ gökdelenler, sanki ruhsuz şehirlerin mezar taşlarını andırıyor.

Nasıl ki, bir mîmârî şâheserin her hattı, her çizgisi, her unsuru, onun mükemmelliğinden bir nasip ve tecellî taşırsa, bir medeniyetin her cüz’ü de aynen böyledir. Bizim medeniyetimizin merkezi “insan” olduğundan, ondaki mükemmelliklerin sertâcı da, ortaya koyduğu “insan tipi”dir.

Hayırlı ümmet, insanlıkta bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Bir evde hasta olduğu zaman, cumbanın önüne kırmızı bir saksı konulurdu. Seyyar satıcılar bile oradan sessizce geçer, mahallenin çocukları da rahatsızlık vermemek için diğer mahallelerde oynarlardı.

Onların bu gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseriydi? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog, hangi sosyal antropolog verebilir?..

Bugün düğünlerde, kutlamalarda atılan havâî fişeklerle, maytaplarla bir zümrenin eğlencesi için; -o gürültüden rahatsız olan bebek mi var, hâmile mi var, hasta mı var, mâtemi olan mı var, düşünülmeden- bütün bir toplumun hakkına giriliyor.

Hâlbuki bizim ecdâdımız, o “hayırlı ümmet”, bir karıncayı bile incitmekten çekinen, hassas ruhlu insanlardı.

Zikrine mânî olmamak için bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan rakik kalpli Hüdâyîlerimiz, bir karıncaya bile ulu nazarla bakan ve “Yaratılanı severiz, Yaratanʼdan ötürü” diyen, derin duygulu Yûnuslarımız vardı.

Bizim Sinanlarımız, Karahisârîlerimiz, Fuzûlîlerimiz vardı. Dünyaya müslümanın gönül dünyasının güzelliğini, estetiğini, zarâfetini, ihtişâmını yansıtan âbide şahsiyetlerimiz vardı.

Bu millet; Mevlânâların, Yûnusların, Geylânîlerin, Nakşibendlerin, Hüdâyîlerin, Fâtihlerin, Akşemseddinlerin, Yavuzların neslidir. Bizim medeniyetimiz, bir fazîletler medeniyetiydi. Biz de o medeniyetin bugünkü devamı olmak mecburiyetindeyiz.

Arif Nihat Asyaʼnın “Na‘t”inde dediği gibi:

Yüreklerden taşsın

Yine îmanlar!

Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;

Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!

Ve Kur’ânʼı göz nûruyla çoğaltsın

Kayışzâde Osman’lar!

Na‘tini Gâlip yazsın,

Mevlid’ini Süleyman’lar!

Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle,

Geri gelsin Sinan’lar!..

Tarihte o hayırlı ümmet devam ettiği müddetçe, toplumda dâimâ huzur vardı, saâdet vardı.

Bugün ise Liberal sistemin; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin” anlayışının neticesinde, nefsâniyete prim veren, âhiretsiz bir dünya anlayışı işleniyor kalplere ve zihinlere.

Dünyevî imkânların zirvede olduğu bir asırda yaşıyoruz. Fakat ruhlar hasta, gönüller aç! Mânevî açlık sebebiyle bugün insanlık bunalımda!..

Hâlbuki asr-ı saâdete baktığımızda, dünyevî imkânsızlıklara rağmen, bir rûhî buhranla karşılaşmıyoruz.

Çünkü onlar, gerçek huzur ve saâdetin mânâsını kavramışlardı. Asıl hayatın, âhiret hayatı olduğunu idrâk etmişlerdi.

Bugün yine “asr-ı saâdet” ümmeti gibi “hayırlı bir ümmet” olmanın gayreti içinde bulunmamız zarûrî…

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Allah cümlemize bu bereketli yağmurun hayırlı bir damlası olabilmeyi ihsân eylesin!

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetli (güçlü ve vakarlı)dırlar…” (el-Mâide, 54) buyuruyor.

Ümmet olarak gayr-i müslimlere ve din düşmanlarına karşı dâimâ izzetli, vakarlı olmak ve bir İslâm şahsiyeti, bir müslüman duruşu sergilemek mecburiyetindeyiz.

Cenâb-ı Hak ibadette bile bizden bir şahsiyet istiyor. Bize namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtihaʼda;

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ

“Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (el-Fâtiha, 6-7) buyuruyor.

Bu âyet-i kerîmeler, bize bir müslümanın sahip olması gereken şahsiyet ve karakteri vurguluyor. Müslümanın, her hususta kendi gönül ikliminde yaşamasının zarûretini bildiriyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Benî İsrâilʼe benzemeyelim diye, 10 Muharrem orucunda bile bir gün ilâve etmek sûretiyle İslâmʼın izzet ve vakârını korudu, dînin şeref ve îtibârını zaafa uğratmaktan sakındı…

Bugün ise maalesef global çaptaki kültür istîlâsı ve kapitalist, materyalist, liberalist zihniyetin mânevî değerlerimiz ve dolayısıyla şahsiyetimiz üzerinde yaptığı büyük tahribat, herkesin mâlûmu…

Televizyonun nefsâniyeti tahrik eden telkinleri, internetin yanlış adresleri, kandırıcı reklâmların ve modaların menfî şartlandırmaları; nesillerimizi, global kültürün parmağında oynattığı bir robot hâline getiriyor âdeta. Bizim insanımızı alıyor, iç dünyasını boşaltıyor, kendi değerlerini sinsice empoze ediyor, başka dünyaların insanlarına dönüştürüyor.

İnsanımız egoist ve menfaatperest bir toplum hâline geliyor. Îmanlar zaafa uğruyor; ahlâk ve fazîletler zâyî oluyor; merhamet, şefkat ve insanlığa vedâ edilerek tıpkı bir robot gibi duygusuz ve nâdân bir insan tipi oluşturuluyor. Toplumda mânevî huzur ve saâdetin yolları, âdeta cam kırıklarıyla doluyor. Mânevî huzurumuza zehir serpiliyor.

Bugün maalesef toplum, mânen bir sahra hastahanesi gibi. Bu salgın hâldeki ifsâdı bertaraf edebilmek, bu tehlikeli gidişâta direnebilmek ve dâimâ İslâm şahsiyetini muhafaza ederek müslümanca bir duruş sergileyebilmek için; bugün gönül âlemimizi inkişâf ettirerek mânevî değerlerimize daha sıkı sarılmamız zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak cümlemize, iyiliği emredip kötülükten nehyeden “hayırlı bir ümmet” olabilmeyi lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

[1] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153.