Hayatımızda Kuyumcu Terazisi Hassasiyeti

“Müslümanın Para ile İmtihanı” Üzerine… (2)

2012 – Temmuz, Sayı: 317, Sayfa: 032

FAKİRLİK-ZENGİNLİK İMTİHANI

Altınoluk: Şöyle bir kanaat dillendiriliyor; “Müslümanlar eskiden fakirlik imtihanından geçerdi, şimdi ise zenginlik testinden geçiyor. Bu kanaati nasıl değerlendiriyorsunuz? Zenginlik günah mıdır?

Osman Nûri Topbaş: Daha önce de ifade ettiğimiz gibi zenginlik ve fakirlik, neticede bir baht işidir. İkisi de bu imtihan dershanesinin zorlu imtihanlarıdır. Zorluk itibarıyla biri diğerinden daha kolay olmamıştır hiçbir zaman. Cenâb-ı Hak ikisiyle de kullarını imtihan eder.

Zenginleşmek ağır bir imtihandır. Zira parayı gâyeli kullanabilmek, mânen seviye kazanmış kalplerin sanatıdır. Çoğu insan, parayı kullandığını düşünür. Hâlbuki para onları yönlendirmektedir de farkında değildirler. Bugün sermaye, fertlere damgasını vuruyor. Hâlbuki fertler sermayeye damgasını vurabilmeli… Bu sebeple paranın mahkûmu değil, hâkimi olmak lâzım. Bu da Hâkimler Hâkimi’nin emrine teslîmiyet göstermekle olur.

Bu hâlin en zirvesini peygamberlerde, ashâb-ı kiramda ve evliyâullah’ta görüyoruz. Onlar, parayı bir gâye değil, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmanın vâsıtası olarak kullanmışlardır.

Süleyman -aleyhisselâm-’dan daha zengin bir kul cihana gelmemiştir. Fakat o, hiçbir zaman kalbini dünyanın kasası, kesesi hâline getirmemiş, Rabbimizin “ne güzel kul” iltifatına mazhar olmuştur. İbrahim -aleyhisselâm- da çok zengin olmasına rağmen hiçbir zaman Rabbinden gâfil kalmamış, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle infâk etmiş ve bu sayede Allâh’ın Halîl’i/dostu pâyesine nâil olmuştur. Cenâb-ı Hak da onun bu sehâveti dolayısıyla malına bereket vermiş; hattâ bu bereket, halk ağzında “Halil İbrahim bereketi” diye darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Yani dünya ile meşgul olmak değil, onu Hakk’a kulluğa perde etmek mahzurludur. Yanlış olan, vâsıtayı gâye hâline getirmektir. Meşhur tâbiriyle “El kârda, gönül Yâr’da” olduktan sonra servet ve zenginliğin hiçbir zararı yoktur. Hattâ hadîs-i şerîfte:

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir bir müslüman tâcir; kıyâmet günü nebîler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Büyû, 4)

Ayrıca geçmişte olduğu gibi günümüzde de fakir-fukarâya, gariplere sığınak ve barınak olacak meşrû kazançlı ve cömert, varlıklı insanlara ihtiyaç var. Yani dünyadan zühd ve istiğnâ, kalbî bir tavırdır. Mü’minin vazifesi dünyadan el etek çekmek değil, kalbini ona esir etmemektir.


“DÜNYA
ALLAH’TAN GÂFİL OLMAKTIR”

Bu itibarla zühd, fakirlik değil; zengin-fakir her mü’mine gereken bir kalbî tavırdır. İlâhî takdir neticesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevî arzular peşindeyse, o da, zühd ve istiğnâ ehli sayılmaz. Zira zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdî olarak, kendi isteğiyle kalbi dünyaya esir olmaktan muhafaza etmektir.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, zühd hâlini ne güzel târif buyurmuşlar:

“Dünyada zâhidlik, ne helâli haram bilmek ne de malı mülkü terk etmekledir. Dünyada zâhidlik, ancak Allâh’ın mülkünde olana kendi elindekinden daha fazla îtimâd etmen (yani rızka değil, Razzâk’a güvenmen); başına bir musîbet geldiği ve yakanı bırakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfâtından son derece ümitvâr olmandır.” (Tirmizî, Zühd, 29/2340)

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, kadın ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

Yine Mevlânâ Hazretleri, insanı varlık deryâsında yüzen bir gemiye teşbih ederek buyurur ki:

“Şâyet deryâ, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu helâke götürür.”

Fakirlikte de zenginlikte de sabrı bir mârifet hâline getirmek gerekir. Vasatın üstündeki zenginlik de, vasatın altındaki fakirlik de çok zordur. Lâkin sabredildiği takdirde, mükâfâtı çok büyüktür. Böyle olabilenler, yani “ağniyâ-ı şâkirîn / şükür ehli zenginler ve fukarâ-ı sâbirîn / sabreden fakirler”, toplum içinde azınlıktadır.

Gâfil insanlarda ise çok zenginlik de çok fakirlik de aynı günahta birleşir. Çok fakirlik ve çok zenginliğin, iffetsizliğin kapılarını açma riski vardır. Diğer taraftan çok zenginlik, ihtirâsı kamçıladığı için, çok fakirlik de sabrı zorladığı için, sirkati, haksız kazancı mübah gösterebilir. Bunun içindir ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Yâ Rabbi, unutturan fakirlikle birlikte azdıran zenginlikten… Sana sığınırım.”3 niyâzında bulunmuştur.

Hadîs-i şerîfte de buyrulduğu üzere Allâh’ı unutturacak derece fakirlik ve azdıran zenginlik, birbirine muâdil görülmüştür.


ASGARÎ HARCAMA-ÂZAMÎ İNFAK

Dünya serveti, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri ışığında kullanmayı bilenler için büyük bir saâdettir. Böyle bir zenginlik, ebediyet saltanatıdır. Bunun için zengin müslüman, kendisine harcarken asgarî ile yetinecek, âzamî olarak infâk edecek. Sahâbeden Hazret-i Ebû Bekir, Abdurrahman bin Avf, Osman ibn-i Affan -radıyallâhu anh-; evliyâullah’tan Ebû Hanîfe, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bunun en güzel misallerindendir.

Bunun zıddına, israf ve pintiliğe boğulan zenginlik ise fitne ve felâkettir. İnsanlığın utanç vesîlesi olan kahredici bir duygusuzluktur. Nefsâniyetin putperesti hâline gelmektir. Nitekim Firavun, dünya saltanatıyla şımardı, şaşkınlaştı, “Ben sizin en yüce Rabbinizim”4 diyecek kadar ahmaklaştı.

Kārun da aynı belâya dûçâr oldu. Hâlbuki Kārun, fakirken Tevrât’ı en iyi tefsir eden âbid biriydi. Zenginleşince kavmi bile onun aşırılığına, şâşaasına, gösterişine isyan etti; “Şımarma, Allah şımaranları sevmez.” îkâzında bulundu. Fakat Kārun zenginlik sarhoşluğu içinde serveti lûtfedeni unutup malına güvendi. Neticede güvenip dayandığı malıyla birlikte yerin dibine geçirildi. Vaktiyle o mağrurların sarayları üzerine doğan güneş, şimdi o sarayların harâbeleri üzerine doğuyor.

Velhâsıl kul, -takvâ sahibiyse- zenginlikte de istikâmetini koruyabilir, fakirlikte de…

İSRAF VE LÜKSÜN ÖLÇÜSÜ

Altınoluk: Şu anda müslümanlara yönelik tenkitlerden birisi de; israfa gidiliyor, lükse kaçılıyor, para ile buluşan şato kuruyor, arabanın en lüksünü alıyor vs. şeklinde. Bunlar sembolik ifadeler ama genelde israf ve lüks tutkusunun devreye girdiği söyleniyor. İsrafta bir ölçü var mı? Meselâ ben gelsem zât-ı âlînize; Efendim benim malım mülküm var, kazanıyorum zenginim. Benim için israfın, lüksün sınırını belirler misiniz diye sorsam. Ya da şöyle de sorulabilir; bir Müslüman şer’î sorumluluklarını yerine getirdikten sonra istediği gibi harcama özgürlüğüne sahip midir?

Osman Nûri Topbaş: Bu sınır, takvâ olarak ayrıdır, ruhsat olarak ayrıdır. Bir defa mülk, Allâh’ındır. Öncelikle bu telâkkî zarurîdir. Bu mülk bana emanettir. Benim aşağımdaki kimseler bana zimmetlidir. Bende var, onda yok. Demek ki benim, onun ihtiyacını temin etmem lâzım. Bu anlayışın, bir mü’minde tabiat-i asliye hâline gelmesi zarurîdir. Mülkü kullanabilme sanatının en güzel yolu budur.

Bir mü’minin kalbi mânevî bir röntgen hâline gelecek. Kendisine kimlerin zimmetli olduğunu sîmâlardan bilecek. Bu zimmetine dikkat edecek. Halini arz eden muhtacı dinleyeceksin. Fakat iffeti dolayısıyla isteyemeyeni de sen gidip bulacaksın. Nasıl üstüne başına bir şeyler almak için dükkân dükkân dolaşıyorsan, üzerine zimmetli olan fakir fukarayı bulmak için de dolaşacaksın. Mülk Allâh’ın, bizim değil. Emânet bize. Bu durumda nasıl israf edersin? Sana ait olmayan bir malı, nasıl keyfince kullanabilirsin? Bu, emanete ihânet olmaz mı?

Bir Müslüman, şer’î sorumluluklarını yerine getirdikten sonra istediği gibi harcama özgürlüğüne sahip midir, sorunuza gelince…

Böyle bir özgürlüğe sahip değildir. Bir mü’min, dünyada nasların çerçevesi içinde hürdür. Nasların dışına çıktığı zaman, başka şeylerin esiri olur. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, mü’min ne kadar çok kazanırsa kazansın kendisi için kifâyet miktarıyla yetinip geri kalanı âhiret sermâyesi kılabilmenin gayreti içinde olmalıdır.

Zira ihtiyaçtan fazla harcamak israf, her şeyi kendi nefsine hasretmek de cimriliktir. Cenâb-ı Hak, bu iki menfî hâlden de kurtularak dengeli bir cömertliği emreder. Âyet-i kerîmede buyurur:

“…(Rasûlüm!) Sana (hayır-hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar.قُلِ الْعَفْوَ»   » De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219)

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e ganimetlerin beşte biri gelirdi, dilese zengin bir hayat sürebilirdi, fakat O, fakr’ı ve zâhidâne bir hayatı, gönüllü olarak tercih eder, kifâyet miktarıyla yetinir, geriye kalanı infâk eder, böylece “ağniyâ-i şâkirîn”e örnek olurdu. Evinde sudan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda da sabır ve şükür hâliyle “fukarâ-i sâbirîn”e fiilî kıstas, yani canlı bir örnek olurdu.

Bir gün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır.” buyurdular.5

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlarını bildirmek üzere:

“İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.”6 buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîfte ise:

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” îkâzında bulunmuştur.7

Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş gibi israflar, örnek almamız gereken sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyor, yiyip içtiklerinden, giyip tükettiklerinden mutlakâ hesaba çekileceklerini hiçbir zaman unutmuyorlardı.

Zira Cenâb-ı Hak:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır.

Yani İslâm; “İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!” şeklinde bir anlayışı aslâ kabul etmez.

Zira müslüman, dünyanın gidişâtından mes’ûldür. Sahâbe, bu mes’ûliyeti yerine getirmek için bütün imkânlarını seferber edip Çin’e, Semerkand’a, Afri­ka’nın ortalarına, dünyanın uç noktalarına kadar gitti.

Maddî olarak zekâtın nisâbını bilebiliriz. Fakat servet dışında da Cenâb-ı Hakk’ın bize lûtfettiği nîmetlerin nisâbını, şükür borcumuzun miktarını bilemeyiz. Bu sebeple sahâbe, var gücüyle son nefesine kadar fedâkârâne bir hizmet ve infak hayatı yaşadı. Durmadı, yorulmak bilmedi, dinlenmedi. Vedâ Haccındaki yüz yirmi bin sahâbeden sadece yirmi bininin Mekke ve Medîne’de medfun olması, bizlere mes’ûliyetimizi hatırlatan bir ibret aynasıdır…

Altınoluk: Aslında bu buyurduklarınızın zengin, fakir her müslüman tarafından bilinmesi gerekiyor. Sanki bu bilgileri zihnin arka plânlarına itip hayatı devam ettirme gibi bir durum söz konusu günümüzde.

Osman Nûri Topbaş: Basit bir misal vereyim sizlere. Ben biraz Kur’ân Kurslarıyla meşgul oluyorum. Kur’ân Kurslarına çocuğunu gönderenlerin çoğu, ancak bin beş yüz lira, bilemedin iki bin lira geliri olan aileler. Bunun üzerinde geliri olup da çocuğunu Kur’an kurslarına gönderen aileler, yok kadar az. Niçin? Çünkü nefsânî hayat, rûhânî hayatı bastırıyor. Problem burada.


ASHÂBIN HAYATINA BAKIN

Altınoluk: Zaten o husus eleştiriliyor. Deniyor ki dindarlar genelde fakirler. Yani zenginleştikçe dinle irtibatları azalıyor.

Osman Nûri Topbaş: Bu maalesef mânevî terbiyeden uzak kalmanın acı bir sonucu. Ashâb-ı kirâm, önümüzde en güzel örnek olarak duruyor. Cenâb-ı Hak bize ashâb-ı kirâmı misal gösteriyor. Onlarda dünyaya aldanıp dîni geri plâna atmak var mı? Ten rahatlığı için dînî gayretlerden uzak kalma var mı? Bir lüks, bir israf var mı? Bir pintilik var mı? Fakir bir sahâbîye hediye edilen bir koyun başı yedi fakir âileyi dolaşıyor. Herkes diğer muhtaç kardeşini kendine tercih ederek ona gönderiyor, neticede o koyun başı, yine ilk verenin önüne geliyor. Bu nasıl bir terbiye? Bu nasıl bir ahlâk nizâmı? Bugün o terbiyeye muhtacız.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ilâhî emirlere en çok riâyet eden kimse olmasına rağmen, ashâbına örnek olmak için, pek çok îkaz ve ihtarlarını kendi şahsına izâfe ederek buyururdu. Vefatına yakın Ravza’ya geldi. Ashâbını topladı. “Ashâbım, kimin sırtına vurduysam işte sırtım, gelsin vursun!” dedi. “Kimin malını aldıysam, işte malım, gelsin alsın!” buyurdu.

Demek ki her müslüman bu hassâsiyet içinde olmalı. “Benim üzerimde bir kul hakkı var mı? Allâh’ın huzûruna ben nasıl çıkacağım? Bir yanlışlık yaptım mı, birine haksızlık ettim mi?” diye endişelenmeli.

Peygamberimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde bir köle vardı. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:

“–Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Yâ Rasûlâllah, hizmetçine şehidlik mübârek olsun!” diyerek ona gıpta ettiklerinde Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Hayır, öyle değildir. Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganimet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu.

Bunu işiten müslümanlar çok korktular. O sırada bir kişi Peygamber Efendimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben de ganimet malları taksim edilmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım.” dedi. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yani bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îmân, 183)

Velhâsıl kim zerre kadar iyilik yaparsa veya kim zerre kadar kötülük yaparsa karşılığını görecek.


KUYUMCU TERAZİSİ
ODUNCU KANTARI

Onun için Allah dostları her hâllerini, büyük bir titizlikle, âdeta kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle tartmışlar. Kuyumcu terazisinde miligramlar bile fark eder. Avâm ise, bunu oduncu kantarıyla bile tartsa, yine de kurtulmuş olur. Fakat bugün durum, oduncu kantarını da geçti, aştı. Nefsânî hayat ve gaflet o kadar çoğaldı ki îman hassâsiyetleri dumura uğradı.

Bir Allah dostuna “Nefis nedir?” diye sorulur. “Gözünün önüne iki parmağını koy, bir şey görebilir misin?” diye cevap verir. Yani terbiye olmamış bir nefis, insanın kendi eliyle kendini âmâ etmesidir, kendi kendini kandırmasıdır. Bu da şundan meydana geliyor; nefsin mayasında fânîliğe isyan var. Nefis fânîliği kabul etmek istemiyor. Yaşlansa bile kabul etmiyor.

Biz, döşemelik kumaş ticaretiyle meşgul iken, bir gün mağazaya iki tane yaşlı kadın geldi. Birbirlerine “kız” diye hitâb ediyorlardı. O yaşlarına rağmen “Kız gel şuna da bak!” diyorlardı. Kılık kıyafetleri de kolejli genç kızlar gibiydi. Nedir bu? Fânîliğe isyan edercesine bir yaşayış. Gözünün önüne iki parmağını koymuş, yaklaşan ölümü görmüyor. Sosyetik mühitlerde musallâ taşı olan, kabristan gören yerlerde kat fiyatları düşüyor. Niye? Ölümü hatırlattığı için. Tabut görüp de ölümü düşünmek istemiyor insanlar. Çünkü ham nefiste fânîliğe isyan var. Hâlbuki bir cenâze arabası geçerken; “Bu tabutun içinde bugün ben olabilirdim…” diyeceksin. Gazâlî Hazretleri öyle söylüyor: “Oğlum farzet ki bugün öldün ve dünyaya geri gönderildin. Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Her nefesi paha biçilmez bir nîmet bil!” Yani bundan sonraki hayatını ona göre tanzim et, buyuruyor.

Velhasıl en büyük mârifet, nefsin gafletini bertaraf edebilmek…


ÖLÇÜLER SADECE
ALLAH DOSTLARI İÇİN Mİ?

Altınoluk: Efendim, şöyle bir şey var; sanki İslâm’ın birtakım hassas ölçüleri sadece Allah dostlarının yaşayacağı şeylerdir. Bu misalleri verdiğiniz zaman diyoruz ki bunlar Osman Efendi için gayet tabiî. Ahmet Taşgetiren başka şeylerle hayatını düzenleyebilir gibi bir telâkkî oluşuyor. Hâlbuki buyurduğunuz bu hususlar bütün müslümanları bağlayan meseleler.

Osman Nûri Topbaş: Allah Teâlâ; “…Takvâ sahibi olun, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyuruyor. Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde muhtelif şekillerde takvâ geçiyor. Bu ilâhî emre itaat, elbette bütün mü’minlerin mes’ûliyeti. Fakat herkesin kalbî hassâsiyeti farklı.

Tabiî şu var: İtaat, muhabbete bağlı. Gerçek bir muhabbet ise, iki kalp arasındaki bir cereyan hattı gibidir. İşte sahâbe-i kirâm, o muhabbet hattını Allah Rasûlü ile kurdu. O muhabbetle öyle bir hâle geldi ki Efendimiz’in en ufak bir arzusunu; “Canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek yerine getirdi. Canını, malını Allah Rasûlü için bezletmeyi, kendisi için bir nîmet, bir saâdet bildi. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; “Bu tebliğ mektubunu krallara kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci ânında; “Yâ Rasûlâllah, bu şerefi bana ver!” diyorlardı. Hâlbuki kralların cellâtlarının önünde Allah Rasûlü’nün mektubunu okumaya talip olmak, ölümü göze almaktı.

Allah Rasûlü’ne muhabbet, bütün dünyevî arzuları bastırıyordu. Mekke’nin yakışıklı delikanlısı Mus’ab bin Umeyr, zengin bir ailedendi. Sürdüğü koku, bütün Mekke’de moda olurdu. Genç kızlar onun geçtiği yerlere yığılırlardı. Ama o, hepsini bir tarafa itti. Îman muhabbetiyle bütün nefsânî rahatlık imkânlarını terk etti.

Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, işte o Mus’ab bin Umeyr’i Ravza’da eski, yamalı bir libâsın içinde görünce kendini tutamayıp gözyaşları içinde kalıyor. Bu nasıl oluyor? Bunun sırrı, Allah Rasûlü’nü doğru tanıyabilmekte gizli. Onu kalben tanıyabilmek, O’nun gönül dokusundan hisse alabilmek ve O’na cân u gönülden râm olabilmeye bağlı… Bugün toplum olarak bütün mânevî hastalıklarımızın temelinde, Allah Rasûlü’nü lâyıkıyla tanıyamamak var.

Bu yüzden “Siyer dersleri” çok mühim. Siyer, bir kronoloji bilgisi değil. Altını çizerek, gözümüzden ziyâde kalbimizle Siyer okumamız gerekiyor. Zira Siyer, okuyanın kalbindeki muhabbet ve iştiyâka göre kendisini açar. Kişinin kalbî durumuna göre hâlini seyredeceği bir ayna mesâbesindedir.

Bugün hastalıkların pek çoğu psikolojik sebeplerden kaynaklanıyor. Kazananda da buhran var, kazanamayanda da. Hiç asr-ı saâdette psikiyatrik bir vaka görüyor muyuz? Ben buhran geçiriyorum diyerek Allah Rasûlü’ne gelen bir sahâbe biliyor muyuz? Dengemi, muvâzenemi kaybettim diyen bir tek sahâbî var mı?

Bugün ne kadar Efendimiz’in terbiyesine muhtacız? Ne kadar O’na râm olmaya muhtacız? Ne kadar O’nun muhabbetine muhtacız? Muhabbet sermayemizi yanlış yerlerde tüketmek, kaldırım kenarlarında açıp ayaklar altında kalmaya mahkûm bir çiçek olmaktan farksız.

Velhâsıl, takvânın yaşanması, Allah Rasûlü’ne muhabbetimizin artmasına bağlı. Sahâbe-i kiram bu sâyede merhale aldı.

Bu sebeple; “Râbıta nedir?” diye soranlara, “Muhabbeti taze tutabilmektir.” diyorum. Muhabbeti gönüllerde pörsütmemek lâzım. Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın Peygamber Efendimiz’e olan muhabbet, fedakârlık ve alâkası, O’nda fânî olması, râbıtaya en güzel misaldir.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bizim en büyük servetimiz. O bizim sonsuz hayatımızı şekillendirecek. Ne büyük lûtuf. Bir Budist cemaatinin içinde doğsaydık, İslâm’dan uzak kalsaydık, bununla beraber bütün dünya nîmetleri bizim olsaydı, ne kıymet ifade ederdi? İnsan maddiyatta küçük bir şey kaybettiği zaman üzülüyor. Onu tekrar bulabilir miyim, kaygısı içinde oluyor. Mânevî kayıplarımız karşısında bu endişeyi daha derinden duymamız lâzım.

Hakîkaten kendi kendime soruyorum; “Ne kadar dünya, ne kadar âhiret endişesi içindeyiz? Ne kadar son nefes ve kabir endişesi içindeyiz? Ne kadar kıyamet endişesi içindeyiz? Ne kadar Allah Teâlâ’nın bir ikābına ya da gazabına muhatap olma kaygısı taşıyoruz?”

Bunları düşünmeyi engelleyen, hep fânîliğe isyan hâlindeki ham nefsin gafleti. Gafleti yırtıp atacak olan ise zikrullahtır. Allah Teâlâ; “…Kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur/huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyuruyor. Zikrin de sadece dilde değil, aynı zamanda kalpte tezâhür etmesi lâzım.

Mü’minin kalbi; “Ben nasıl Cenâb-ı Hak ile dost olabilirim.” gayretinde olacak. İlâhî kameranın altında olduğumuzu unutmayacağız. Şu basit dünya kamerasının önünde bile ben rahat hareket edemem. Çünkü çekiyor beni. Yarın bu görüntüleri benim gibi fânîler seyredecek. O fânîler sebebiyle dikkat ediyorum kendime. Fakat esas ilâhî kamera devamlı beni çekiyor. Zamanı gelince o kameranın kayıtları ortaya çıkacak; “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.


ANA PROBLEM KALP EĞİTİMİ

Altınoluk: Müslümanın para ile imtihanı muhtevâsında dile getirdiklerinizden, paranın takvâdan uzaklaştırdığı, gaflete yönlendirdiği mânâsını çıkartmak mümkün mü? Paradan uzak mı durmak gerekir?

Osman Nûri Topbaş: Para iki uçlu bıçak gibidir. Para takvâya yaklaştırır da uzaklaştırır da. Bu, kalbin durumuna göre tezâhür eder. Parayı yönlendiren kalptir. Kalbimiz nasılsa, para o yönde şekillenir. Yani asıl sıkıntı kalpte. Cenâb-ı Allah bu yüzden hep kalbe vurgu yapıyor. Âhirette “Ancak selîm bir kalp” ile gelenlerin kurtulacağını bildiriyor. Tezkiye olmuş bir kalbe dâvet ediyor bizleri.

Altınoluk: O zaman müslümanın para ile imtihanındaki problemi de kalp eğitimi eksikliğinden kaynaklanıyor.

Osman Nûri Topbaş: Çok doğru. Bizlere mektuplar geliyor: “Kızım böyle oldu, oğlum şöyle oldu…” diye şikâyet ediliyor. Hâlbuki anne-baba olarak onlara ne verdin ki ne bekliyorsun? Önce kusuru kendi içimizde aramalıyız.

Merhum Ali Ulvi Kurucu hocamızın bir hâtırası hatırıma geldi. 50 sene evvel ancak on bin kişi hacca gidermiş. Gelen hacı adayları az olunca diğer ülkelerden gelen hacılarla daha sıkı temas kurma imkânı olurmuş. Ali Ulvi hoca ve arkadaşları bir gün, Afrika’dan gelen hacıların kâfile başkanlarıyla, Ârif Hikmet kütüphânesinde oturuyorlarmış. Hac vazifelilerinden biri, Afrika’dan gelen bâzı hacıların âdâb-ı muâşerete pek dikkat etmediklerini dile getirmiş. Bunun üzerine Afrikalı hacıların kafile başkanlarından biri ayağa kalkarak; “Siz ne emek verdiniz ki ne bekliyorsunuz?!” demiş. “Allah Rasûlü Afrika’ya sahâbesini gönderdi, siz hiç geldiniz mi? Buraya gelenler mescit olarak ilk defa burayı görüyorlar. Onlar ormanlarda yaşayan insanlar, gelip bize öğrettiniz mi?” şeklinde serzenişte bulunmuş.

Bugün problem de bu. Anne-babalar evlâtlarına ne verdiler ki ne bekliyorlar? Onun için İslâm’ı yeniden anlamak ve anlatmak lâzım. İslâm’ı yaşayan ideal insana ihtiyaç var bugün. Mevlânâ Hazretleri mecâzî bir üslûpla ne güzel misal veriyor buna: “Bir gece dışarı çıktım.” diyor. “Tarlada dolaşıyorum. Baktım, tarlada fenerle dolaşan bir insan gördüm. «Ne arıyorsun?» dedim kendisine. «İnsan arıyorum!» dedi. «Vazgeç, hiç yorulma git yat, ben çok yoruldum onu aramaktan!» dedim. Bana acı acı baktı ve «Ben de biliyorum bulamayacağımı, ama hiç değilse onun hasretiyle dolaşıyorum, onun hasreti bile bana lezzet veriyor.» dedi.”

İşte bugün bütün toplumlar böyle ideal insanları arıyor. Kutlu doğum programlarında büyük kalabalıklar gördük. Bu kalabalıklar da ideal insana hasretin bir yansıması…

İŞÇİ-PATRON MÜNASEBETİ

Altınoluk: Efendim, Allah râzı olsun çok temel hatırlatmalar yaptınız. Bu konuyla bağlantılı işçi hakları meselesi de çok konuşuluyor. Yani hiçbir İslâmî hassasiyeti olmayan bir iş adamının işçisi ile münasebetini burada mevzubahis etmeyebiliriz. Ama bir müslüman işadamının çalıştırdığı işçi ile münâsebetleri nasıl olacak? İşçi hakkı nedir? İşçi ücretlerinin tayininde nasıl bir kıstas uygulanabilir?

Osman Nûri Topbaş: Bizler daha ziyade fakir-fukarâya acırız. Aslında en çok acınacak olanlar, işçisine zulmeden zalim patronlardır. Onlara acımak ve irşâd etmek lâzım. Bugün yaşanan problemlerin büyük bir bölümü, zalim patronlardan çıkıyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi zalim patron, işçisine “Benim kapımdan ekmek yiyorsun.” diyor. Bunu demeye ne hakkı var? Hem ona ne kadar ekmek veriyor?

Efendimiz vefat ânında dahî iki şey üzerinde şiddetle durdu. Hattâ râvî diyor ki; “Allah Rasûlü’nün sesi kısılmıştı, sesi duyulmaz hâle gelmişti, buna rağmen Allah Rasûlü sözlerini tekrar tekrar söylüyordu.”

Birincisi; Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifemiz olan “Namaz, namaz, namaz!”

İkincisi ise “Emriniz altındakilerin hukukuna dikkat edin!” buyuruyordu.

Ashâb-ı kiram bu hukuk endişesiyle birçok harp esirini âzâd ettiler.

Velhâsıl, müslüman işadamı, yediğinden yedirecek, içtiğinden içirecek. Aşırı yük vermeyecek. Ki bu hukuku, İslâm insanlara değil hayvanlara bile verdi. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- binek hayvanları üzerinde oturmuş, sohbet eden bir grup gördü. Onlara:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin (sırtlarında durarak sohbet etmeyin). Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” buyurdu. (Ahmed, III, 439)

Altınoluk: Müslüman bir patron işçisine davranışında daha hassas olması mı gerekiyor?

Osman Nûri Topbaş: Hucurât Sûresi’nde; “…Allâh’ın huzûrunda sizin en ekreminiz (en değerliniz), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) âyeti var. Bu âyetin iniş sebebi bir köledir. Çok câlib-i dikkattir. Mâlum, harp hukuku gereği, esirler köle diye satılıyordu o dönemde. Müslüman olmuştu o köle. “Beni satın alacak kişiden benim de bir talebim var.” demişti. “Ezan okunduğunda beni serbest bırakacak, gideceğim, Allah Rasûlü’nün arkasında namaz kılacağım.” diyordu. Öyle de oldu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- her Ravza’ya girişinde, gözü, gönlü o köleyi arardı. Bir gün kölenin sahibine:

“–Köleni göremiyorum, nerededir?” diye sordu.

“–Yâ Rasûlâllah, çok hasta.” cevabını alınca Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bütün sahâbeyi yanına alarak:

“–Haydi, köleyi ziyarete gidiyoruz.” dedi. Bir müddet sonra yine köleyi göremedi. Efendimiz yine sahibine, kölesinin nerede olduğunu sordu. Bir iş mi verdin, namaza gelme hakkını mı gasp ettin, dercesine…

“–Yâ Rasûlâllah, canı gırtlakta, sekerat hâlinde.” cevabını alınca da Efendimiz yine:

“–Haydi öyleyse, hepimiz köleyi ziyarete gidiyoruz.” dedi. Vefat edinceye kadar Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kölenin yanından ayrılmadı. Vefat edince de Efendimiz köleyi yıkattırdı, defnedilinceye kadar mezarının başında bulundu.

Mekkeliler; “Biz îmânımızı korumak için, canımızı ve malımızı fedâ ettik, Allah Rasûlü’nün bu köleye alâkası bizden daha fazla oldu.” dediler. Medineliler; “–Biz de canımızı ve malımızı Allah yolunda bezlettik, lâkin Allah Rasûlü’nün bu köleye alâkası bizden daha fazla oldu.” dediler. Bunun üzerine; “…Allah katında sizin en ekreminiz (en değerliniz), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) âyeti nâzil oldu. Yani bu âyet, yüksek mevkî sahibi, varlıklı bir kişi için inmedi. Bir köle için indi. Zâhiren bir köle idi, fakat hakikatte bir takvâ sultânı idi.

Zira o köle ne istedi ücret olarak? Allah Rasûlü ile beraberliği istedi. Bu beraberliği ne için istedi? Allah Rasûlü ile beraber secde edebilmek için istedi.

YEDİĞİMİZDEN YEDİRMEK

Altınoluk: Efendim, yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin tavsiyesi ücret tayininde de bir kıstas olarak düşünülebilir mi?

Osman Nûri Topbaş: Bu nebevî tâlimat, günümüz şartlarına adapte edilebilir. Asr-ı saâdette kölelere ihtiyaten, hak ettiklerinden fazlası verilmiş ve onların âzâd edilmesine vesîle olsun diye, böyle bir şart konulmuştur. Öyle ki, köle sahibi olmak bir külfet hâline gelmiş, onları âzâd etmek daha kolay bir yol olarak görülmüştür. Ayrıca aradaki sınıf farkını kaldırmak için de köleleri hür olanlarla evlendirme teşebbüsleri olmuştur. Hattâ birçok gayr-i müslim köle, İslâm’ın bu nezâket, zarâfet ve inceliği karşısında hidâyetle şereflenmiştir.

Güzîde sahâbîlerden Mus’ab bin Umeyr’in müşrik kardeşi Ebû Aziz, Bedir’de esir olmuştu. Bütün esirler gibi o da bir eve verildi. Fakir bir evdi. Evin çocuklarına, -esâretten kurtuluş fidyesi olarak- okuma yazma öğretecekti. O ev halkı temini zor olan yiyecekleri çocuklarına okuma yazma öğreten esire verir, kendileri ise hurma ve su ile idare ederlerdi. Ebû Aziz, “O aile sadece su ve hurma yerken bana ise buldukları en iyi yiyecekleri verdiklerinden dolayı ben utanırdım.” diyor. Onlara dedim ki, diyor, “–Böyle yapmayın. Ben de sizin gibi hurma ile su içeyim, bu getirdiğiniz lezzetli yiyecekleri çocuklarınıza verin.” Onlar ise, “–Olmaz, Allah Rasûlü bize böyle emretti.” dediler.

Altınoluk: Bir İslâm toplumu, gelir farklarının uçurum seviyesinde olduğu bir duruma gelebilir mi? Nasıl gelir?

Osman Nûri Topbaş: Bir toplumun zengin ile yoksul kesimi arasındaki ekonomik fark, âdeta bir uçuruma dönüştüğünde, o toplumda huzur ve emniyet kalmaz. Bu yüzden zenginleri cimri, cimrileri de zengin olan bir toplum çok bedbahttır. Buna mukâbil zenginleri cömert, cömertleri de zengin olan bir toplum ise çok bahtiyardır.

Bu sebeple bilhassa varlıklı mü’minlerin; hak, adâlet, kardeşlik, yardımlaşma, infak, yoksulu gözetme gibi İslâm ahlâkına sahip olmaları elzemdir. Fakat aynı şekilde yoksul mü’minlerin de sabır, kanaat, helâl rızık peşinde koşmak, başkasının malına göz dikmemek, kin gütmemek gibi ilâhî emirlere riâyet etmeleri şarttır. Ancak böyle bir toplumda kavga ve düşmanlıkların yerini, muhabbet ve kardeşlik alır.

KAPİTALİST DÜZENDE MÜSLÜMANCA YAŞAMAK

Altınoluk: Son bir soru olarak belki genel bir değerlendirme yapılacak olursa, kapitalist düzen içerisinde müslümanca yaşamak mümkün mü acaba? Mümkünse nasıl bir hassasiyet geliştirmek gerekiyor?

Osman Nûri Topbaş: Kapitalist sistem içinde müslümanca yaşamak zor olsa da mümkündür. İslâm’ın, içinden neş’et ettiği câhiliye toplumundaki iktisâdî hayat şartları, bugünkünden daha iyi değildi. Fâiz, tefecilik, zulüm, aldatma had safhaya ulaşmıştı. İslâm, böyle bir ortamda doğup neşv ü nemâ buldu. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, o şartlar altında ticârî faaliyetlerde bulundu. Bütün bu çarpık düzenle mücâdele ederek İslâm’ın hak ve adâlet temelleri üzerinde yükselen iktisâdî hayatının tohumlarını attı.

Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ve enflasyona sebep olan fâiz ve tefecilik, asr-ı saâdet toplumunda sıfırlandı.

Ayrıca mü’minler, tarih boyunca pek çok yabancı sistem içinde kendi sistemlerini devam ettirmişlerdir. Zira gerçek bir müslüman, hangi toplum içinde olursa olsun her hâlükârda varlığını ve îman heyecanını koruyabilen, tıpkı bir altın cevheri gibi, çamura düşse bile kıymetini kaybetmeyen, şahsiyetli insandır.

Nitekim, gayr-i İslâmî sistemler içinde bile ilâhî emir ve nehiylere riâyet edebilen mü’minler, etraflarında dâimâ bir fazîlet timsâli olmuşlardır. Hattâ bu hassasiyetleriyle nice hidâyetlere vesîle olmuşlardır.

Hiç şüphesiz insanlar karakter ve şahsiyete hayran olur, karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük hâl ve davranış bile, bâzen en beliğ sözlerden daha tesirlidir. Nitekim şu hâdise, bunun bâriz bir misâlidir:

ENDONEZYA İSLÂM’A NASIL GİRDİ?

Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticâreti ile uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder.

Getirdiği kaliteli kumaşlar tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.

İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“–Hangi kumaştan sattın?”

“–Şu kumaştan efendim.”

“–Kaça sattın?”

“–On akçeye.”

“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”

“–Evet, tanırım!”

“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”

Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesinin mânâsını kavramaya çalışır.

Bu hâdise, kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:

“–Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu îzah eder misiniz?” diye sorar.

Tüccar ise kemâl-i edeple:

“–Ben bir müslümanım. İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız kazanç, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” diyerek cevap verir.

Bunun üzerine kral:

“–İslâm nedir, müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar.

Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir üslûpla cevaplandırır.

Böyle bir dînin varlığını bu vesîleyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içindehalk da müslüman olur.8

İşte dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en yoğun müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece bu beş akçelik kumaş ticâretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır. Müslüman tâcirin yaptığı şey ise:

İslâm şahsiyet ve vakārını temsil ederek İslâm’ın güler yüzünü ve gönül dokusunu fiilen sergilemektir.


TİCARET AHLÂKI SEFERBERLİĞİ

Netice olarak diyebiliriz ki, kardeşlik duygularının zayıfladığı, ictimâî huzur ve sükûnun kaybolduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı toplumumuzda, ciddî bir ticâret ahlâkı seferberliğine ihtiyaç bulunmaktadır.

İnsanların maddeye râm olduğu günümüzde her müslümanın, her zamankinden daha ziyade yüksek bir ahlâkî yapıya sahip olması, Allah korkusuyla hareket edip kul hakkından sakınması zarurîdir.

KEBABIN KOKUSU-REKLÂMI

Altınoluk: Müslümanın para ile imtihanında, kazanırken ve harcarken dikkate alması kaçınılmaz olan ölçüler nelerdir? Peygamberimiz’in ve sahâbe-i kirâmın hayatında nasıl bir denge kurulmuştu?

Osman Nûri Topbaş: Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Medîne’ye hicretinde ilk defa kardeşliği tesis etti. Onun akabinde müslümanlarla gayr-i müslimler arasında vatandaşlık şartlarını yürürlüğe koydu. Ardından çarşıya çıktı, ticaret ve kazancı tedkik etti. Çarşıda bir satıcıya uğradı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı. Islak olduğunu hissedince:

“–Nedir bu?” diye sordu. Adam:

“–Yağmur ıslattı ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Bu ıslak kısmı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir…” buyurdu. (Müslim, Îman, 164)

Günümüz ticârî hayatındaki kandırmaların en başında ise reklâmlar gelmektedir. Reklâmlar; ekseriyetle israfı teşvik, malı olduğundan daha üstün gösterme, diğer taraftan da kadının çekiciliğini bir vitrin malzemesine dönüştürerek bu yolla ticaretine revaç verme mâhiyetini aldı…

Şu da çok hazin bir tablodur ki, günümüzde oburluğu teşvik yarışı başladı. Kebap ve emsâli yemekler vitrine edilmekte, birçok garip, yetim ve kimsesizlerin kul hakkına girilmektedir. Hâlbuki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yemeğin kokusuyla bile komşuya eziyet etmeyi yasaklamıştır. Günümüzde ise maalesef kokusuyla beraber bir de vitrine edilmesi, mübah görülmeye başlandı. Bu hâl ise toplumda varlıklı ve yoksul arasındaki muhabbet ve tesânüd duygularını zayıflatmaktadır.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hayatı boyunca hak ve hukuk tevzî etti. Buna rağmen vefâtına yakın Mescid-i Nebevî’de ashâbını toplayıp onlara:

“–Ashâbım! Kimin sırtına vurduysam işte sırtım, gelsin vursun, kimin malını sehven aldıysam, işte malım gelsin alsın.” buyurdu. Böylece kendi şahsında bizlere; “Kul hakkına riâyet edin; bu dünyada helâlleşin; nefsâniyet yapıp da insanlara rezil olurum diye korkmayın; âhiret rezilliği, bu dünyadaki rezillikten çok daha beterdir; ne yapın edin âhirete kul hakkıyla gitmeyin!” tâlimâtı verdi. Hak yememek ve helâlleşmek, ticârî hayatın en mühim düsturları…

Altınoluk: Allah râzı olsun efendim. Çok bereketli bir sohbet oldu.

Osman Nûri Topbaş: Sizlerden de Allah râzı olsun. Hakîkaten Altınoluk bugün elli bin kişilik bir mektep. Onu böyle görmek lâzım. Yüz kişilik bir mektep açan; “Ben yüz kişiyi irşâd ediyorum.” diye memnun oluyor. Bu mektebin en zayıf talebesi, bu derginin bir sayfasını okusa, yine de büyük bir kâr. Bugün Altınoluk’un her sayısı meçhûle giden bir mektup. Kimin eline geçeceği meçhûl. Belki problemi olan pek çok kişinin derdine devâ olacak.

Bu mektup her yere gidiyor. Erkeğe, kadına, gence, çocuğa, avâma, akademisyene, velhâsıl toplumun en alt kademesinden en üst kademesine kadar hitap var bu dergide. Elhamdülillah, bu çok büyük bir hizmet. Cenâb-ı Hak 27 senedir bu bereketi devam ettiriyor. Sizlerin fânî hayatından sonra da bu hizmet devam eder, sizlere de sadaka-yı câriye olur inşâallah…

Dipnotlar: 1) Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945. 2) Buhârî, Rikak, 1. 3) Tirmizî. 4) Nâziât, 24. 5) Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4. 6) Buhârî, Libas, 1. 7) İbn-i Mâce, Et’ime, 51. 8) Mehmet Paksu, Îman Hayata Geçince.