Hayat ve Ölüm

1998 – Kasim, Sayı: 153, Sayfa: 020

Cenâb-ı Hakk, insanın idrâkini, ancak zıdlıklarla kavrayabilen bir yapıya sâhib kılmıştır. Bu sebepledir ki âlemde, zıdlık asıldır. Dolayısıyla zıdlık ne kadar tam olursa, idrâk o kadar berraklaşır. Muhabbet nefretle, güzel çirkinle, hayır şer ile, akıllılık ahmaklıkla, sürûr ızdırabla, dünyâ âhıret ile, şehâdet olan asîl ölüm, süflîsi ile ilh kavranır.

İnsan, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıdlığın içinde çalkalanır durur. Dâimî bir akış hâlinde olan hayât ve ölümün hakîkî mânâları idrâk edilmeden, yaradılış sır ve hikmeti ile insanın gerçek mâhiyeti de kavranamaz.Selîm bir muhâkeme sâhibi düşünmez mi ki; kâinâtta her şey, bir tek çekirdeğin çatlamasından bahâr şenliğine, doğumlardan ölümlere ve mikro âlemden makro âleme, zerrelerden kürrelere kadar lâyıkıyle kavranması imkânsız bir nizâm ve intizâm ile takdîr edilmiş bir âheng içinde devâm edip gider. Peki, bu âhengin ve bu nizâmın san’atkârı ve hâlıkı kimdir? Kâinâtta insan idrâkini âciz bırakan bu mükemmellik, hikmet ve ibretler manzûmesi değil midir? Bu suâllerin cevâbı, en güzel bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de mevcûddur. Allâh Teâlâ buyurur:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?!.” (el-Kıyâme, 36)

İnsanın yaradılış hikmeti, kendi istidâd ve iktidârı nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ı bilebilmek, bu bilgiyi irfân ile mücehhez kılarak amel-i sâlih ile Hakk’ı tekrîm etmektir. Biz buna kısaca kulluk diyoruz. Bu kulluk keyfiyetinin hedefi de, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye ede ede Rabbe kavuşabilmektir. Vâsıl-ı ilâllâh olabilmektir. Bu da, nübüvvetten sonra en yüce bir derece ile Rabbe ulaşmayı ifâde eden velâyette kemâl bulur.

Velâyet, nefsânî ölçülerin üstüne çıkılması, benliğin asgarî seviyeye düşürülerek mânen Rabbe ulaşılmasıdır ki, bu yüksek dereceye -makâm itibârıyle- fenâ fillâh denir. Bu da, bir akarsuyun denize vâsıl olduktan sonra kendi hüviyetini kaybedip denizde yok olması veya yediklerimizin vücûdumuza dâhil olduktan sonra hâriçteki mâhiyetlerini kaybetmesi gibidir.

Bu makama ulaştıktan sonra gelen bir ölüm, hakîkî mânâsıyla bir vuslat-ı ilâhiyyedir. “Mûtû kable en temûtû” (Ölmeden evvel ölünüz!) hadîsi, bu hâlin en güzel ifâdesidir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-:

“Dirilmek istiyorsanız, ölünüz!..” buyurur ki, kasdettiği; bu mânevî ölümdür. Bâkî hayâta doğuş, bir başka âlemde diriliştir.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, tevhîd ve mârifetullâh neş’esi içinde nefsini yok ederek böyle ölebilenleri müjdeler ve taltîf eder.

Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ, fânî âlemden kurtulup da bâkî hayata doğuşa {_F feeb-i arûs} (düğün gecesi» der. Beyitlerinde şöyle buyurur:

“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünyâ derdi var sanma!”

“Benim için ağlama, yazık, {REF vâh, vâh!} deme! Beni toprağa verdiklerinde de {REF vedâ, vedâ!} (ayrılık, ayrılık) deme!”

“Mezar bir perdedir ki, onun ardında cennetin huzûru vardır!”

“(Bilin ki ben), ölü idim; dirildim… Gözyaşı idim; tebessüm oldum… Aşk deryâsına daldım; nihâyet bâkî olan devlete erişdim…”

Şüphesiz ki, istisnâsız her hayât seyyâhının başına gelecek olan ölüm, idrâk sahibi olan bütün varlıkların çözmeye mecbûr bulunduğu bir muammâdır.

Enbiyâ Sûresi’nin 35. âyetinde:

“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihân olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz…” buyurulur.

Mülk Sûresi’nin 2. âyetinde de:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölüm ve hayâtı yaratmıştır.” buyurulmaktadır.

Ölümün bilinen bir dili yoktur. Lâkin o, derîn bir sükûta ne korkunç mânâlar gömmüştür. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Size iki nasîhatçı bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasîhatçı ölüm, konuşan ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.”

Ölümler, sessiz ve kelimesiz derslerdir ki, alıcı, hassas insanlara en salâhiyetli ağızlardan daha mükemmel ibret, âkıbet ve hakîkat beyân eder.

Ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölüm karşısında bütün iktidârlar sona erer ve erir.

Gel-geç sevdâlar, çılgın arzular, soluk zevk u safâlar ve insanları çıkmaz sokaklarda perîşân eden sakat felsefeler, ölümün önünde solgun sonbahar yapraklarından daha fecî bir sürünme edâsı içinde âciz kalırlar!

Kabristanlar, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, sevgili, hısım, akrabâ, dost ve arkadaş adresleri ile doludur. Dünyâ hayâtı, ister sarayda isterse saman üzerinde yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Ondan kaçıp kurtulunulacak ne bir zaman, ne de bir mekân vardır.

Hadîs-i şerîfde:

“Bütün dünyevî zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayın!” buyurulur.

Âyet-i kerîmede de:

O gün (kıyâmet günü) insan: (Kaçacak yer neresi?) der.” (el-Kıyâme, 10) buyurulur.

Düşünmelidir ki, ne dünyâda ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır…

Allâh’ın emirlerine tâbî olup olmamak bakımından tasnîf edilen davranışlarımızla şekillenecek olan kabir hakkında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur…” tâbirini kullanmakla ölümle hayatın sıkı râbıta ve alâkasına işâret buyurmuşlardır.

Kalb gözü açık olan Ebû Derdâ -radıyallâhu anh- bir kabir başında durup:

“Ey kabir! Dışın ne kadar sessiz, fakat için ne dehşet verici korkularla doludur!..” demiş ve hüngür hüngür ağlamıştır.

Bir sahâbî, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e sordu:

“-Akıllı insan kimdir yâ Rasûlallâh?”

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurdular:

“-Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir. İşte onlar zekî insanlardır…”

Nefsine mağlûb gâfil insanların dünyâlık evleri, âdetâ yaşayan ölülerin âile kabristanıdır. Düşünmezler ki ölüm, ne gecinden ne de erkeninden gelir. Ancak ve ancak vaktinde gelir.

Ölümden kaçmak isteyenlere Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

“(Ey Rasûlüm!) De ki: Kaçmakta olduğunuz ölüm size erişecek; sonra da görünür ve görünmezi bilen Allâh’ın huzûruna çıkarılacaksınız! Ne yaptınız ise, size bildirilecektir.” (el-Cum’a 8)

İnsan, kendi zâtî varlığı ile birlikte bütün bir kâinâtın yaradılış hikmetine ulaşamaz ise, süfliyyat onu yutar. Dünyâya geliş ve dünyâdan gidiş idrâk ve tefekkürüne vâkıf olamayan insan, kendi varlığının hakîkatinden bile gâfil demektir!. İnsan, hikmetsiz bir mâcerânın tesâdüfü değildir…

Bu gerçeğe ulaşan mü’minler için ölüm, beşerî nasîblerin en büyüğü olan ilâhî vuslatın ilk merhalesidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh” lafza-i celâlinden sonra en çok zikredilen lafızlardan biri de takvâdır. Takvâ, kalbin korunması, vikâye edilmesi, kişinin nefsine ve benliğine hükmetmesidir. İnsan rûhunun zirveleşerek kemâle ermesidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sizin en değerliniz, Allâh’dan en çok korkanınız (takvâca en üstün olanınız) dır.” (el-Hucurât, 13)

Takvâ ve zühd ile ameller kemâl bularak “amel-i sâlih” vasfını kazanır. Amel-i sâlih sahipleri için de Allâh Teâlâ buyurur:

“Îmân edip amel-i sâlih işleyenleri, içinde ebedî kalmak üzere, zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyacağız…” (en-Nisâ, 122)

Zühd, takvâ ve amel-i sâlih, gönülde hassasiyet, vicdanda nûr, rûhda huzûr ve ahlâkda kemâldir.

Rûh, dünyânın aldatıcılığından uzaklaşma ve seraplara aldanmama neticesinde öyle bir seviye kazanır ki, ancak maddî ve mânevî zaferlere onunla erilir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde meâlen:

“Zaferlerin zaferi, kişinin nefsine hâkim olmasıdır.” buyurmuşlardır.

Muttâkî ve zâhid mü’min, derin bir hayât idrâki, rûhânî bir ahlâk şuûru içinde aklını Hakk’a, kalbini hayra, âzâlarını güzel ve hayırlı işlere istikâmetlendirir ki, bu hâllerle “amel-i sâlihler” oluşur.

Bir mü’min, amel-i sâlihler içinde Hakk’ın rızâsına nâil olup Hakk’da fânîleşirken, aşkı ile bâkî kalma bahtiyarlığına erer.

Şair, bir gönül ehlinin dünyâdaki huzûr hayatının kabir âleminde de devam edeceğini ne güzel ifâde eder:

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

Ancak bu hâl, kalbin durumuna göre seviye kazanır. Bu da zikrullâh ve neticesi muhabbet ile mümkündür. Kâinâtı; şuûr, duygu, vicdan ürperişleri ve îmânî heyecanlar zâviyesinden seyretmek, ilâhî muhabbet gözlüğü ile temâşâ etmek îcâb eder. Rabbin nûru ile parlayan yürekler başka bir hâle girer. O’nun ile gören gözler ve açılan kulaklar, bambaşka ihtizâzlarla duyarlık kazanır. O’nun ile genişleyen kalbler ve idrâkler, varlıkdaki hikmet ve ibretlere âşinâlık kesbeder.

Seâdetli bir ölüm, îmân ve Kur’ân nûrları, gönül feyzleri altında geçen bir hayatın mükâfâtıdır.

Dünyâyı, çirkin amellerle bir rezâlet meydânına çevirmek, ne acı bir aldanıştır!

Lâkin gözlerden akan nedâmet şebnemleri ile gufrân iklîmine ulaşmak, Ğaffâr olan Rabbin insana yüce bir ikrâmıdır!

Beşer tefekkürü ile lâyıkıyle kavranmasına imkân bulunmayan ölüm gerçeğine ulaşabilmek, peygamberler ve evliyâullâhın örnek yaşayışlarından ve onların gönül iklîmlerinden hisse almakla mümkündür. Aksi hâlde ölüm, müthiş bir felâketin ilk ve acı bir tecellîsi olur!.. Zîrâ bütün zıdlıklar gibi, ölümün de, beşerî idrâk ve vasfa göre birbirine zıd iki tezâhür ve tecellî şekli vardır.

Ölüm mes’elesi, peygamberlerin irşâdlarına rağmen öteden beri beşeriyyeti çok meşgûl etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman iz’âç halkaları ile kımıldanan bu dehşetli handikap, türlü nefsânî ifâdelerle susturulmak istenmiştir.

Herkesi hayat mevzûunda daha üstün ve ateşli girdap hâlinde saracak olan ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin bir istikbâl endîşesi ve musîbeti veya rahmetidir… Beşer tefekkürü ile lâyıkıyla kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbâl düğümünü çözebilmek, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak verip, peygamberlerin ve evliyâullâhın gönül iklîminin aşk, vecd ve istiğrâkından nasîb ve feyz alabilmekle kâbildir..

Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:

“Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68)

İlâhî! Hayatımızı ve ölümümüzü sâlih kullarına lutfettiğin bereket, nîmet, ulvî güzellikler ve sana vuslat ile müzeyyen ve mükerrem kıl!..

Âmîn!..