Hayat ve Ölüm Ne İçin Yaratılmıştır?

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

HAYAT VE ÖLÜM NE İÇİN YARATILMIŞTIR?

Muhterem kardeşlerimiz!

Kur’ân-ı Kerîm’in her âyeti ayrı bir mesaj. Cenâb-ı Hak bu okunan âyetlerde; Cenâb-ı Hak kulundan dostluk istiyor. Kulun Rabbiyle dost olmasını. Ve okunan bu âyet-i kerîmelerde, ilk âyet-i kerîmede, ilâhî sanatı müşâhede etmemiz… Şu cihandaki ilâhî sanatı müşâhede etmemiz, ilâhî kudret akışları, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar, kulun kalbinin uyanık olması, seyredebilmesi…

Ondan sonra “ibâdurrahmân/Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar” kimlerdir? Yani Cenâb-ı Hakk’ın dost kulları kimlerdir, Rabbimiz bildiriyor. Ve kendisine dost olmamızı arzu ediyor. Ömürlük bir imtihan içindeyiz ve Cennet’i kazanabilme ve Allah rızâsını kazanabilmenin bir hazırlığı… Ömür de sanki metrajı yazılmayan üzerinde, bir makara gibi, nerede, ne zaman kopacağı belli değil. Cenâb-ı Hak mahfuz bırakıyor, her an kul hazırlıklı olacak.

Rabbimiz buyuruyor:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için, ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

Ölümden sonra gerçek hayat başlayacak.

“…Ve hayatı yaratmıştır. O mutlak gâlip, çok bağışlayıcıdır.” (el-Mülk, 2)

Ve Cenâb-ı Hak “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. “…Kimin ameli en güzel olacak?..” (el-Mülk, 2) Demek ki, amellerimizin en güzel olabilmesi.

Diğer âyet-i kerîmede:

“اَحْسِنُوا” buyruluyor. (el-Bakara, 195) Hayatımızın her safhasının en güzel olabilmesi, “اَحْسِنُوا”. Cenâb-ı Hak bu şekilde bizden bir ömür istiyor.

Bu imtihan dershanesinin muallimleri, peygamberler. Cenâb-ı Hak insan terbiyecileri peygamberleri gönderiyor. Nasıl bu, nefsânî arzular var, imtihan dünyasında olduğumuz için; meleklerde bu yok, çünkü onlar için imtihan yok. Bu nefsânî arzular nasıl bertaraf edilecek? Bunun için de peygamberler gönderiyor. Ve peygamberlerin yanında da suhuflar ve kitaplar gönderiyor.

Cenâb-ı Hak bizleri en büyük kitaba muhâtap kıldı, büyük bir lûtuf, büyük bir ihsan. En büyük Peygamber’e de ümmet kıldı.

Peygamberlerin vazifeleri, dünyada vazifeleri:

–Allâh’ın âyetlerini tebliğ etmek. Yani bu âyetlerle insana bir saâdet ufku çizebilme.

İkinci vazifeleri:

–Bu âyetlerin derinliğine girebilme, bunun için fücûru…

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki).” [eş-Şems, 8])

Kalbi menfîliklerden uzaklaştırmak, kalbi rûhâniyetle doldurabilmek.

Üçüncü vazifesi de:

–Rûhâniyetle dolan kalbin bir uyanık olması, Kitap ve Sünneti, Kur’ân ve hikmeti telâkkî etmesi. Her âyetin, o kula bir derinlik vermesi. Gözünün gördüğü her şeyde kalbinin ayrı bir manzara seyretmesi.

Velhâsıl:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9]) buyruluyor.

Demek ki kul, fücurdan kurtulacak.

Fücur nedir? Allah’tan uzaklaştırıcı her şey.

Bunun başında ne geliyor? İblis’in âkıbeti, enâniyet geliyor. Kârun’un âkıbeti, enâniyet geliyor, kibir geliyor, gurur geliyor.

Yani, bir başarıları kendine izâfe etmesi ve “ben” demesi. Cenâb-ı Hak bu “ben”i istemiyor. Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak. Onun için kul dâimâ bir acziyet içinde olacak: “Yâ Rabbi, hep Sen!” diyecek. “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!..” diyecek. “Ben” demeyecek. Kârun “ben” dedi, kahroldu gitti. İblis “ben” dedi, o da kahroldu gitti.

Demek ki fücurun en büyük felâketi, insanın enâniyete dûçâr olması.

Tabi bu enâniyete dûçâr olan bir nefiste haksızlık başlar. Kendini dâimâ haklı görür. Bütün zâlimler -tarihe baktığımız zaman, günümüze baktığımız zaman- bütün zâlimler, kendisini haklı görürler. Ve bu haklı görmenin neticesinde bir intikam duygusu artar. Hırs artar, fâniliği unutur ve fitnelere sebep olur. Yalan, kandırmaca başlar. Velhâsıl bu kötü hasletler, insan rûhuna zehir serper.

En basiti, yoğunlukla “gıybet” olur: Bir kardeşinin yaptığı bir hatayı ortaya dökme. Bundan bir lezzet duyma başlar.

Tecessüs başlar: Bir kardeşinin bir gizli tarafını açığa çıkartmak.

Velhâsıl bu şekilde bir:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا

(“…(Nefse) kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki)…” [eş-Şems, 8]) Kalp, benzeri kötü alâmetlerden kurtulacak.

Bu da bize şunun göstergesi:

Bize namazımız ne kadar tesir ediyor, diğer ibadetlerimiz ne kadar bize tesir hâlinde? Yani bir ayna bu. Bu aynada kendi iç dünyamızı seyredebilme.

Güzel alâmetler de, bu takvâya bizi yönlendiren alâmetler de bize ayna. İlâhî muhabbet kalpte artacak. Fânî muhabbetler, nefsânî muhabbetler ömrünü tüketecek, rûhânî muhabbetler artacak. İlâhî muhabbetle kalp rûhâniyet kazanacak. Kalp, mârifetullahtan bir nasip almaya başlayacak.

Efendimiz buyuruyor:

“Kim, Allâh’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim de Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmazsa (yani nefsânî arzularına râm olursa) Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, Rikāk, 41; Müslim, Zikr, 14)

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, tevâzu başlayacak. Kul mütevâzı olacak. Hep; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Hep; “Yâ Rabbi! Sen’in lûtfundur.” diyecek.

Hakşinaslık başlayacak:

وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ

(“…Birbirlerine hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3])

Hakkı yaşamak ve hakkı tevzî etmek olacak.

وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

(“…Birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti öğütleyenlerden.” [el-Beled, 17]) olacak. Birbirine sabrı ve hakkı tavsiye edecekler.

“El-emîn ve es-sâdık” olacak. En güvenilir insan olacak.

İhsan sahibi olacak. İlâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak.

Cenâb-ı Hak:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ buyuruyor.

“…Nerede olursanız, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Bunun bir idrâki gelişecek kalpte.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ buyuruyor.

“Biz o (insan)a şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyuruyor. Ben de ne kadar yakınım? Bunun bir idrâki başlayacak.

İnsaf ehli olacak. Bir mü’minin vicdânî ufku geniş olacak. Kendi için istediğini, diğer kardeşleri için de isteyecek.

Kelâm-ı kibarda:

اَلْاِنْصَافُ نِصْفُ الدِّينِ buyruluyor. “İnsaf, dînin yarısıdır.” buyruluyor.

Vakar: Kibir olmayacak asla. Fakat vakar olacak. İslâmî karakterini muhâfaza edecek.

Merhamet olacak: Sende olanı onda olmayana… Kendine zimmetli olarak bileceksin.

Hizmet olacak: Cenâb-ı Hakk’ın “Rahman” sıfatının bir tecellîsi olacak.

Velhâsıl bu şekilde bir “takvâ”ya mesâfe alacak.

Cömert olacak: Her şeyde cömert. Sırf malda-mülkte değil. Allah sana ne verdiyse, imkân, güç-kuvvet, her şeyde cömertlik olacak.

Adâlet olacak: Hak-hukuk, dikkat edecek.

Kanaat olacak: Kanaat da kalbin bir sanatıdır. Cenâb-ı Hakk’ın verdiklerine; “Bu benim için hayırdır.” diyecek, daha öteye gitmeyecek.

Hüsn-i zan sahibi olacak. Affedici olacak, sabır ehli olacak. Velhâsıl bunlarla:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki).” [eş-Şems, 8])

Takvâda kul mesafe alacak.

Ve Rabbimiz bizden bu şekilde bir gönül iklimi istiyor. Bu gönül iklimine kavuşunca da ilâhî müşâhedeler artacak.

İşte Cenâb-ı Hak âyette:

“…Göklerde burçlar var eden…” (el-Furkân, 61) Yani yıldız kümeleri var eden. Cenâb-ı Hak bu âyetlerde idrâkimizi bir sonsuza çeviriyor. Semâ ne, yedi kat semâ? Sonsuzluk. İnsan idrâkinin üzerinde.

“…Onlar içinde bir çerağ (bir Güneş), nurlu bir Ay barındıran Allah, yücelerin yücesidir.” (el-Furkân, 61)

Demek ki her sabah kalktığımız zaman şu Güneş’e diğer mahlûkat gibi bakmayacağız. Gece olduğu zaman şu Ay’a diğer mahlûkat gibi bakmayacağız. Kalp, her baktığı şeyde uyanacak. Azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar…

Yine Cenâb-ı Hak:

“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için geceyle gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.” (el-Furkân, 62) buyuruyor.

Bir takdim-tehir var mı?

Demek ki bir ekolojik dengeye kalp dikkat edecek. Nasıl ilâhî bir nizam? Nasıl bir, zerreden küreye her şeyde bir ekolojik, değişmez, şaşmaz bir denge.

İnsan, bu dünyaya boş bir kaset olarak geldi. Bu kaset, Kur’ân ve Sünnet ile dolarsa kemâl bulur ve “ahsen-i takvim” sırrına nâil olur. Böylece kalp, sonsuzluğa açılır. Tefekkür derinleşir, zirveleşir. Hâdisat ve vukuât, kalpte tahlil edilir. Kalpte mârifetullâha ufuklar açılmış olur.

Dînin ilk emri, -nasıl ben insan olacağım, kalbim nasıl olacak- ilk emir:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Yani sen seyrettiğin bütün manzaralarda, gördüğün her zerrede O’nu okur, O’nu görür ve O’nu bulabilirsin. Eğer kalbin O’nu okuyabilirse, sen O’nu her şeyde, her şeyde Rabbini bulabilirsin.

Hattâ bir Hak dostu onu söylüyor:

“Rabbimiz o kadar zâhirdir ki (diyor), zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”

Her şey O’nun şâhididir. Yeter ki kalp O’nu idrâk içinde olsun ve gaflet perdelerini yırtsın. İşte gerçek tahsil de böyle bir gönül elde edebilmek. Yani mârifetullah. Kalpte Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek ve böyle bir gönle sahip olmak.

Kâinatta gördüğümüz her şey, ilâhî azametin şâhidi. Fakat gaflet, bunu tabiî hâle getiriyor. Cenâb-ı Hak yine buyuruyor, Câsiye Sûresi’nin 13. âyeti:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lûtuf olmak üzere insana) âmâde kıldı…”

Diğer yıldızlarda, Dünya’da bulunan hiçbir şey yok. İnsanın ne ihtiyacı varsa, gönül ufkunu nasıl derinleştirecekse, nasıl zarâfet, inceliğe, bir hassâsiyete kavuşacaksa, hep kâinat onun misalleriyle dolu.

Biz insan olarak yaratıldık. Ahsen-i takvîm olarak yaratıldık. Bir nebâtattan, bir gülden, bir çiçekten insan daha mı aşağı olacak? Cenâb-ı Hak niye onları yarattı?

Velhâsıl kul, dâimâ bir ibret hâlinde olacak. Hayvanları niye yarattı? Niye bize hayvanlar âmâde, sütüyle, etiyle, her şeyiyle?.. Ben öyle olabilirdim, onlar da benim gibi bulunabilirdi. Biz ise ne kadar hamd, şükür ve tesbihat hâlindeyiz?

Velhâsıl kâinattaki her şeyi hamd ve şükürle oku, Cenâb-ı Hak buyuruyor; zikret buyuruyor. Cenâb-ı Hak yine kâinattan misal veriyor:

“Yedi gök, yer ve bunlar arasında bulunan her şey O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlayamazsınız…” (el-İsrâ, 44)

Nasıl biz, diğer mahlûkâtı anlayamıyoruz, onların hâlet-i rûhiye, konuşmalarını vs… Cansız diye bir şey yok kâinatta. Bir atomun içine bak: Proton, nötron, elektron, bin bir türlü hareket… Ayrı, bizim idrâkimizin dışında bir tesbîhat.

Cenâb-ı Hak:

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder…” (el-Cumua, 1) buyuruyor. Demek ki biz, ne kadar tesbih ediyoruz? Bize bütün kâinatta zerreden küreye her şey ilâhî bir ayna.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Allâh’ın nîmetlerini saymaya kalkarsanız sayamazsınız…” (İbrahim, 34) Yani bu nedir? Elden geldiğince, hamd hâlinde, şükür hâlinde ve tesbihat hâlinde bulunabilmemiz. Her hâlimiz…