Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

2016 – Ocak, Sayı: 359, Sayfa: 032

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“…Cenâb-ı Hak’tan bizler ve sizler için istikâmetin devamını dileriz. İstikâmet sebeplerini tahsil etmek için bütün gayretinizle çalışınız! Zira istikâmet, bin kerâmetten daha hayırlıdır…”[1]

[Gönüllerde âdeta bir şok tesiri yapan kerâmetler, Cenâb-ı Hakkʼın bâzı kullarına verdiği istisnâî hâllerdir. Fakat ehlûllah hazarâtı, maddî âlemde tezâhür eden kerâmetleri -kibir ve enâniyet endişesi sebebiyle- kendilerine izâfe etmekten korkmuşlardır. Kerâmet izhârını “hayz-ı ricâl” tâbiriyle, muhakkak gizlenmesi gereken mahrem bir sır olarak kabul etmişlerdir.

Bu itibarla kerâmet, bir yönüyle müstesnâ bir lûtf-i ilâhî iken, diğer yönüyle mühim bir ilâhî imtihandır.

Nakledildiğine göre Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün Dicle Nehriʼnin karşı yakasına geçmek ister. Nehrin iki yakası kerâmeten birleşerek Hazretʼin geçebileceği bir yol hâline gelir. Bâyezîd Hazretleri ise derhâl kendini toparlayıp nefsine şu îkazda bulunur:

“–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Ey nefsim! Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!..”[2]

Yani kerâmet, Cenâb-ı Hakkʼın bâzı kullarına hem bir ikramıdır, hem de bir imtihanıdır. Yoksa evliyâullâhın her istedikleri zaman sergileyebildikleri bir güç gösterisi veya bir tasarruf kudreti değildir. Böyle bir fevkalâde ikrama nâil olan Hak dostları, bunun tamamen ilâhî bir lûtuf olduğu şuuruyla, kalplerini enâniyetten koruma hassâsiyeti sergilemişlerdir. Zira bu nevî hâllerden nefse pay çıkarmak, mânen helâke sebep olur.

Ayrıca keşif ve kerâmet, mânevî tekâmülün yegâne ölçüsü de değildir. Nice büyük Hak dostunun zâhirî bir kerâmeti bilinmemektedir. Nitekim pek çok rivâyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın da, zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir rivâyet yoktur.

Hâlbuki hicret esnâsında uğradıkları Sevr Mağarasıʼnda Allah Rasûlüʼnün yegâne can yoldaşı olması sebebiyle, Hazret-i Sıddîk Efendimizʼden Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede “ikinin ikincisi”[4] diye bahsetmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onun hakkında; “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi”[5] iltifatında bulunmuş; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…”[6] buyurmuştur.

Şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın en büyük kerâmeti; en çetin imtihanlar karşısında bile sarsılmayan îmânı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan eşsiz muhabbet, sadâkat, teslîmiyet ve itaatidir. Yani “istikâmet” hususundaki mânevî fazîletleridir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) buyurmaktadır.

İşte en büyük kerâmet, bu emr-i ilâhîyi her an yaşayabilmektir. İbadet hayatımızda, iş hayatımızda, âile hayatımızda, ictimâî hayattaki muâmelâtımızda, velhâsıl her ahvâlde, emrolunduğumuz doğruluk ve dürüstlüğü muhâfaza etmektir. Kurʼân ve Sünnetʼte bizler için tâyin edilmiş olan istikâmeti, yani sınırları ve ölçüleri, hayatın her safhasında titizlikle koruyabilmektir.

“İstikâmet”in mâhiyetini ise Cenâb-ı Hak bizlere şöyle beyan buyurmaktadır:

(Rasûlʼüm! Sen) sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4)

Demek ki sırât-ı müstakîm, yani dosdoğru istikâmet; en büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yoludur.

Bize de Cenâb-ı Hak; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ “Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle.” (el-Fâtiha, 6) niyâzını namazın her rekâtında tekrarlatmak sûretiyle, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yolunu istememizi telkin buyurmaktadır.]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Hak dostlarının çok kıymetli sözlerinden biri şöyledir:

«Allâh’a giden yollar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini adım adım takip edenlerden başkasına kapalıdır.»”[7]

[Zira Cenâb-ı Hak:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) buyurmaktadır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi hevâ ve hevesinden konuşmayıp sırf Rabbinin emir ve nehiylerini tebliğ ettiği içindir ki Cenâb-ı Hak, iki itaati birleştirmekte ve Rasûlʼüne itaatin, kendisine itaat mânâsına geldiğini beyân etmektedir.

Yine Cenâb-ı Hak bir başka âyet-i kerîmede de:

(Rasûlʼüm!) De ki: Eğer Allâhʼı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır. Demek ki kulu Allâhʼa muhabbet deryasına ulaştıracak yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Allâh’a giden yol, Oʼnun Sevgili Rasûlüʼne duyulan muhabbet ve itaatten geçmektedir. Oʼnun sünnetine uymayan, Oʼnun yolundan gitmeyen hiç kimse; Allâhʼın rahmet ve mağfiretine, muhabbet ve rızâsına nâil olamaz.

Yine âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

(Rasûlʼüm!) Onu Rûhuʼl-Emîn (Cebrâîl), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, Senʼin kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Demek ki Fahr-i Kâinât Efendimizʼin kalp âleminden hisse almamız zarûrîdir. Zira Oʼnu kalben tanımadan, Oʼnun gönül dokusundan hisse almadan, Oʼnun yaşadığı gibi yaşamaya gayret etmeden; ne Kurʼân-ı Kerîmʼi tam olarak idrâk edebiliriz, ne îmânımız tam bir îmân olur, ne ibadetimiz ibadet, ne de ahlâkımız ahlâk olur.

Cenâb-ı Hak kendisine yapılacak kulluğun en mükemmel ve makbul şeklini, Rasûlʼünün şahsında sergilemiştir. Bu itibarla, ibadette, muâşerette, ahlâkta, hak ve hukuka riâyette Efendimizʼle beraberliğimiz, Oʼna yakınlık ve benzerliğimiz hangi seviyedeyse, Hak katındaki değerimiz de ancak o seviyededir.

Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼinde “namaz”ı emreder, fakat onun keyfiyetini, yani nasıl edâ edileceğini Sünnetʼten öğrenmemizi ister. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…”[8] buyurmuştur. Buna mümâsil; zekât, oruç, hac gibi bütün ibadetleri Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne şekilde îfâ etmişse o şekilde îfâ etmemiz zarûrîdir. Nebevî ahlâk ile ahlâklanmak da bu hassâsiyeti hayatın her alanında sergilemekle mümkündür.

Dâimâ şunu düşüneceğiz:

Merhametimiz, Allah Rasûlüʼnün merhametine kıyasla ne kadar? Oʼnun tevâzû, fedakârlık, diğergâmlık, hizmet, cömertlik gibi güzel hasletleriyle bizim hâlimiz arasında ne kadar seviye farkı var?!. Muâmelâtımızda; edep, nezâket ve zarâfete, bilhassa da kul haklarına ne kadar riâyet edebiliyoruz?

Fahr-i Kâinât Efendimiz vefâtına yakın, ümmetini kul hakkı hususunda îkaz etmek için, kendi şahsından misal vererek şöyle buyurmuştu:

“Ashâbım!.. Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından yanlışlıkla bir şey almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!..” (Ahmed, III, 400)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de helâlleşmeye teşvik ederek:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir (kul) hak(kı) varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” buyurmuştu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Vefâtı esnâsında da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üç defa:

“Namaz hususunda Allah’tan korkun!” buyurmuş, sonra da:

“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz hususunda Allah’tan korkun!” îkâzında bulunmuştu.

Sonra da rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar içten içe; “Namaz, namaz.” diye tekrar etmişti. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Velhâsıl bu ve benzeri bütün nebevî hassâsiyetler, bizim hayatımızda ne kadar mevcut ise; îmânımızın seviyesi de, ibadetlerimizin makbûliyeti de, o derecede demektir.

Bu itibarla hayatımızın her ânında, âdeta bir gölgenin sahibine olan sadâkati misâli, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bizlere gösterdiği istikâmet üzere yaşamaya gayret etmeliyiz. Öyle ki; O Rahmet Peygamberiʼnin ümmeti olduğumuzu -dilimizden ziyâde- hâl ve davranışlarımız söylemelidir. Oʼnun yolunda ve istikâmetinde olduğumuzu, hâlimiz ifâde etmelidir.]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Şunu bilin ki hakîkatte dünya, geçici bir gölge ve kul ile Mevlâsı arasına giren bir perdedir. Kalbinde zerre miktârı dünya muhabbeti bulunan kişi, hakîkî kul sayılmaz. Dünyayı kabuğuyla ve özüyle birlikte (kalbinden) atmayan kişi makbûl değildir.”[9]

[İnsan, içindeki hisleri herkesten gizleyebilir, fakat Allah Teâlâʼdan gizleyemez. Bütün duygularımız Cenâb-ı Hakkʼın mâlûmudur. Zira âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere; Cenâb-ı Hak kişiyle kalbi arasına girer[10], insana şah damarından daha yakındır.[11]

Kulun da Cenâb-ı Hakkʼa yakın olması ve Allah ile beraberliğin huzurunu tatması için, kalbinden gaflet perdelerini bertaraf etmesi îcâb eder. Bu perdelerin başında ise “dünya muhabbeti” gelir. Îman, ibadet, muâmelât ve ahlâkın kemâle ermesi için, bu süflî muhabbetin kalpten sökülüp atılması şarttır.

Fakat kalpten atılması gereken “dünya muhabbeti”nin mâhiyetini de doğru anlamak îcâb eder. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

Yani kulu Rabbinden gâfil bırakan ve Allah muhabbetinin önüne geçen bütün muhabbetler bu cümledendir. Buna göre müʼminin vazifesi; ilâhî imtihan vesîleleri olan mal-mülk, makam-mevkî, çoluk-çocuk vesâireyi terk etmek değildir. Bu fânî nîmetlerle imtihan olunurken, onlara hadd-i lâyığında değer vermektir. Bu şuur içinde Hakkʼa râm olabilen bir kalbe, hiçbir dünya nîmeti, gaflet perdesi çekemez. Şu hâdise, bu hakikatin ne güzel bir misâlidir:

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde, nur yüzlü, genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle hiç durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşguliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“‒Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edebileceği bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der.

Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin dâimâ Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Yani âzâlar dünyevî meşgûliyette, fakat kalp, Rabbini zikreder hâlde, Rabbiyle beraber… Bu sefer:

“‒Mâşâallâh! El kârda, gönül Yâr’da!..” buyurarak genci takdîr eder.

Tasavvufta “halvet der encümen” diye tâbir edilen bu hâl; halk içinde Hak ile beraberliği, kalabalıklar arasında ve dünyevî meşgaleler esnâsında bile, kalbin Allâh ile olmasını ifâde eder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâhʼı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı adamlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Yine Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında, Kâbe’nin örtüsüne sarılmış, içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“‒Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine gönlü mahzun olur.

İnsanlık tarihi gözden geçirildiğinde, tarihin müsbet akışlarına hep büyük şahsiyetlerin yön verdiği görülür. Bu şahsiyetler; başta peygamberler, sonra o peygamberlerin yetiştirdiği büyük zâtlar, sonra da onların izinden giden Hak dostları, ilim ve irfan ehli âlimler, madde ve mânâ sultânı padişahlardır.

Bunlardan biri olan Yavuz Selim Han, îlâ-yı kelimetullah dâvâsı uğrunda büyük cenkler ve zaferlerle dolu bir ömrün son demlerini yaşarken, arkadaşı Hasan Can yanına girer. Hastalığının bir hayli ilerlediğini gören Hasan Can, hünkârın vefatının yakın olduğunu anlayıp büyük bir hüzünle:

“‒Pâdişâhım! Artık Allah Teâlâ ile beraber olma zamanınız geldi herhâlde.” der.

Yavuz Han, hayret içinde Hasanʼın yüzüne bakarak:

“‒Hasan, Hasan! Sen beni şimdiye kadar kiminle beraber zannediyordun?! Cenâb-ı Hakkʼa teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?! Sen bana bir Yâsîn oku…” der. Ve Yâsîn Sûresi okunurken azîz rûhunu Rabbine teslîm eder.

Madde ve mânâ sultanlığını şahsında mezceden o ulu hâkânın kalbi hep Cenâb-ı Hakʼla beraberdi… O geçilmez denilen Sina çöllerinde de beraberdi; muzaffer bir kumandan olarak Mısırʼa girerken de. Pâyitahta döndüğünde, yüksek bir îman firâseti sergileyip, fânîlerin alkışlarıyla gurura kapılmaktan ve Allah için yaptığı amelini zâyî etmekten titizlikle sakınırken, gönlü hep Allah ile beraberdi.

Makbul bir kulluğun, hayatın her safhasında kalben Allah ile beraberliğe bağlı bulunduğunu, şu hâdise de ne güzel hulâsa etmektedir:

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”

Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»”]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Sakın ebedî saâdeti dünyaya değişme! Dikkatle bakarsan görürsün ki, bütün dünya, ancak bir-iki nefesten ibârettir.

Dünyada kaldığın müddetçe şahlık sırası hep sende olsa, yine de başlangıcın baş ağrısı, âkıbetin de pişmanlıktır.”[12]

[Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne çıkardıysa (âhiretin yanında) dünya işte odur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/319)

Ashâb-ı kirâm, Mekke devrinde müşriklerin zulüm ve ambargosu altında iken kendi aralarında:

“Bizler Rabbimize kul olabilmek için her cefâya katlanıyoruz. Allâh’a isyân eden kâfirler ise dünyada refah içinde rahat rahat dolaşıyor, dünya menfaatlerini istedikleri gibi kullanıyorlar.” diye konuştular. Bunun üzerine Rabbimiz, mü’minlere dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâyı tercih etmelerini emretti:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kötü varış yeridir! Fakat Rabʼlerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları Cennetler vardır. Ebrâr (hayır-hasenat sahipleri) için Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de her vesîleyle;

“Esas hayat âhiret hayatıdır.”[13] buyurarak dünyanın gelip geçici sıkıntılarına sabretmeyi, onun aldatıcı câzibelerine kanmamayı, her dâim âhiret hazırlığı ve endişesi içinde bulunmayı tavsiye etmişlerdir. Nitekim bu şuur ve idrâk içinde yetişen ashâb-ı kirâm da Allah yolunda her türlü cefâyı safâ bilmiş, zahmetleri rahmet vesîlesi addetmişlerdir. Büyük bir îman vecdi içinde; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” demişlerdir. Fânî nîmetler yerine dâimâ âhireti tercih edebilme firâsetini sergilemişlerdir.

Şu hâdise, bunun sayısız misallerinden biridir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin kapısında geceleyen, Oʼna abdest suyunu hazırlayıp lâzım olan şeyleri getiren[14] Rebîa bin Kâʻb (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bana:

“‒Benden iste, vereyim.” buyurdu. Ben de:

“‒Yâ Rasûlâllah! Müsâade buyurun, bir düşüneyim, durumuma bir bakayım.” dedim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Peki, düşün, durumuna bak!” buyurdu.

Düşündüm ve kendi kendime;

“Dünyaya âit menfaatler çabuk bitip tükenir. Ben, kendim için, âhiretle alâkalı bir faydayı tercih etmekten daha hayırlı bir şey görmüyorum.” dedim. Sonra da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i âlîlerine çıktım. Bana:

“‒İhtiyacın nedir?” buyurdu.

“‒Yâ Rasûlâllah! Bana şefâat et de Rabbin -aleyhisselâm- beni Cehennemʼden âzâd eylesin!” dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Böyle demeni sana kim söyledi?” buyurdu.

“‒Vallâhi yâ Rasûlâllah, kimse söylemedi. Lâkin durumuma baktım ve gördüm ki; dünya, ehlinin elinde durmuyor, hemen zevâl buluyor. Bu sebeple âhiretim için bir şey istemek, bana daha sevimli geldi.” dedim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“‒O hâlde çok secde ederek kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu. (Ahmed, IV, 59; Bkz. Müslim, Salât, 226)

İşte müʼmin, fânî ömür sermâyesini bu îman firâsetiyle değerlendirmelidir. Düşünmelidir ki:

Allah bin sene ömür verse, meselâ 1000 yılında dünyaya gelmiş olsak ve 2000 yılına kadar dünyada saltanat sürsek, ömrümüz biteli 16 sene olurdu. Yani ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, âhiretin yanında dünya hayatı kısacık bir fasıldan ibarettir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

İşte önümüzde bir ibret manzarası hâlinde mezarlıklar… Nice büyük servet sahipleri orada eli-avucu bomboş yatıyor. Hiçbir şeyimiz olmadan geldiğimiz dünyadan, yalnız bir kefenle gideceğiz. O da bir müddet sonra çürüyüp toprak olacak. Bugün sahiplik iddiâ ettiğimiz hiçbir şey elimizde olmayacak. Toprağın altına yalnızca müsbet veya menfî amellerimizle gömüleceğiz.

Velhâsıl, fânîliği hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı, her an ölüm ve ötesine hazır olmaya gayret etmeliyiz. Unutmayalım ki; Nûh -aleyhisselâm- kadar uzun ömürlü olsak, Süleyman -aleyhisselâm- kadar varlıklı olsak, Yûsuf -aleyhisselâm- kadar cemâl sahibi olsak, şâyet fânîliğin idrâki içinde değilsek; ziyandayız demektir.]

Rabbimiz, ölmeden evvel gaflet uykusundan uyanmayı nasîb eylesin. Dünyanın gelgeç sevdâlarıyla ömür tüketerek âhiretini ebedî bir azap faslına çeviren bedbahtların âkıbetine dûçâr olmaktan, cümlemizi lûtf u keremiyle muhâfaza buyursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 267, no: 98.

[2] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

[3] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.

[4] Bkz. et-Tevbe, 40.

[5] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilüʼs-Sahâbe, 1.

[6] Tirmizî, Menâkıb, 20.

[7] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 81, no: 5.

[8] Buhârî, Ezân, 18.

[9] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 119, no: 15.

[10] el-Enfâl, 24.

[11] Kāf, 16.

[12] Dîvân, beyt: 452-453.

[13] Buhârî, Rikāk, 1.

[14] Bkz. İbn-i Sa‘d, IV, 313.