Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullâhi aleyh) -1-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Ağustos, Sayı: 354, Sayfa: 032

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Ey Rabbim! Sana hakkıyla hamd ü senâda aslâ bulunamam! Zâten böyle bir şeyi iddiâ etmek, ölüm kokusunu alan bir kişi için ahmaklıktır.

Vallâhi bana ebedî bir hayat verilse ve benim Allâh’a hamd ü senâ etmekten başka bir işim olmasa;

Vücudumdaki her kıla, binlerce lisan konuşabilen iki bin dil verilse;

Kalbime vesvese vererek beni meşgul etmemeleri için nefs ile şeytan benden uzaklaştırılsa;

Ben de bütün varlığımla hiç ara vermeden ömrümü O’nun hamd ü senâsına sarf etsem;

Bütün bu yaptıklarımla bir tek nîmetin bile hamdini îfâ edemem! Nerede kaldı ki tek tek veya tamamıyla bütün nîmetlerine şükredebileyim… Zira şükretmek de ayrı bir nîmettir!”[1]

[Bu cihanda, idrâk edebildiğimiz ve edemediğimiz sayısız nîmetlerle perverde hâldeyiz. O hâlde bunları lûtfeden Cenâb-ı Hakkʼa ne kadar şükran ve minnettarlık duymalıyız?

Rabbimizʼe lâyıkıyla şükredebilmekten âciziz. Bununla birlikte, Oʼna gücümüz nisbetinde şükredebilmek için, üzerimizdeki ilâhî lûtufları sık sık tefekkür etmeli ve bunların kıymetini takdir etmeliyiz.

Zira Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkürden uzaklaşmak, gafleti beraberinde getirir. Gaflet ilerledikçe de, nîmetleri lûtfeden Cenâb-ı Hakkʼa karşı gönüldeki şükran duyguları zayıflar. Hattâ bir müddet sonra, insanı küfrân-ı nîmete, yani nankörlüğe sürükler. Bu ise, nîmetlerin elden çıkmasına ve azâba sebebiyet verir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Eğer şükrederseniz elbette size nîmetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)

O hâlde, üzerimizdeki nîmetlerin kadrini bilmek ve şükrünü edâ etmek, yine kendi saâdetimiz için zarûrîdir. Bununsa ilk adımı, nîmetlerin tefekküründe derinleşmektir.

Meselâ bir “göz” nîmetini düşünelim:

Şayet doğuştan âmâ olarak dünyaya gelmiş olsaydık ve bize yıllar sonra görme imkânı bahşedilseydi, o anda kim bilir nasıl bir sevince gark olurduk?! Görebilme nîmetin büyüklüğü, güzelliği ve ihtişâmı karşısında, nasıl hayretlere düşerdik?! Bu nîmeti lûtfeden Rabbimizʼin kudretine hayran olurduk.

Hakîkaten, renklerin ve ışığın sayısız tonunu, Güneşʼin gurubda resmettiği muhteşem manzaraları, yıldızları, mehtâbı, geceyi, gündüzü, deryaları, ormanları, hayvanları vs. Cenâb-ı Hakkʼın kâinatta sergilediği muhteşem sanatın eserlerini ilk defa görüyor olsaydık, kim bilir ne kadar mesʼud olurduk!.. Sadece görebilme nîmetinin doyumsuz zevkinden ve târifsiz sevincinden âdeta mest olurduk. O anda gördüğümüz varlıklara, şimdiki gibi sathî ve sıradan bir nazarla değil, tıpkı derin bir okyanusa bakar gibi; ibret, hikmet ve hayranlık hissiyâtıyla nazar kılardık.

İşte gönüllerinden gafleti bertaraf edebilen ârif kullar, her dâim, böylesine “ulvî bir nazar”la âlemi temâşâ ederler. Diğer insanlardaki, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini alelâde tabiat hâdiseleri olarak görme gafleti, onlarda bulunmaz. Gerçekten, sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek meydana getirdiği tabloları bile takdirle seyrederken, çoğu zaman, kâinât ve onun Hâlık’ı karşısında aynı takdir hissini duyamaz. Kâinatta sergilenen ilâhî kudret tecellîlerini “sıradan şeyler” olarak telâkkî eder.

Ârif kullar ise bir ressamın yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkâr olan Cenâb-ı Hak ve O’nun eserleri karşısında hayret ve heyecan duyan, hassas bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilâhiyyenin kâinatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler.

Meselâ; sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık ömrü olan kelebeğin kanatlarındaki zarif desenlere, insanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler. Gözün görmesi, aklın idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler. Böyle ârif gönüller için bütün kâinât, okunmaya hazır bir kitap gibidir.

Göz nîmeti hakkında zikrettiğimiz bu hakîkatleri, âdeta bir şablon gibi, üzerimizde tecellî eden, duyma, yürüme, akledebilme gibi bütün nîmetlere teşmil edebilirsek; bu cihana sadece bunların şükrünü îfâ etmek için geldiğimizi düşünecek kadar, minnettarlık hisleriyle dolmamız îcâb eder.

Aklı başında bir insana; “Ver gözlerini, al İstanbulʼu!” deseler, kim verir? “Ver sıhhatini, al Dünyaʼyı!” deseler, kim değişir? Akl-ı selîm sahibi hiç kimse bunu kabul etmez. Zira bunun, kendisi için ezâ ve cefâ dolu bir mahkûmiyetten farksız olacağını bilir.

Bunun içindir ki cihan pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleyman:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

demiştir. Hakîkaten, sıhhat ve âfiyet üzere alınan bir nefes bile, muazzam bir devlet, yani büyük bir nîmet, saâdet ve mazhariyettir. Ecel vâdesi dolan bir insan, dünyada bir nefes daha alabilmek için bütün servetini fedâ etse, yine de bu nîmete eremez.

Fakat kalplerin bu hikmet manzaralarını temâşâ edebilmesi için, mânen seviye kazanması zarûrîdir. Sahip olduğu cihan sultanlığına rağmen, gerçek saâdetin ancak yüksek keyfiyetli bir gönülle mümkün olacağını idrâk eden Yavuz Sultan Selîm Han:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş.

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.

demiştir. Böylece, gönül gözünü açarak ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini kendisine temâşâ ettirecek bir velînin irşâdını, şanlı zaferlerle dolu saltanatından üstün görmüştür.

Hak dostlarından Mehmed Emin Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

“…Her bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi, nefesi alabilmek; ikincisi de aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere, yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir.

Bir insan bütün işlerini bırakıp; «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini bile edâ edemez.”

Bunlar, üzerimizde tecellî eden maddî nîmetlere karşı şükür borcumuzla alâkalı misaller. Fakat şükründen âciz olduğumuz en muazzam nîmetlerin başında ise; hiçbir sermayemiz bulunmadığı hâlde yoktan var edilmiş olmak, varlıklar içinde yılan-çıyan, kurt-kuş, toprak-yaprak değil de eşref-i mahlûkât olan “insan” kılınmak, insanlar içinde ehl-i îman, ehl-i îmân içinde 124 bin küsur peygamberin imâmı ve sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ümmetinden olmak, kıyâmete kadar devam edecek ilâhî mûcize Kur’ân-ı Kerîmʼe muhâtap kılınmak gelir.

Sadece bu nîmetler için bile Rabbimiz’e şükür secdesine kapanıp bir ömür başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hiç” hükmünde…

Îman, Kur’ân ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük mânevî servetimiz. Bütün fânî nîmet ve imkânlar bizim olsa ve dünyada bin yıl yaşasaydık, fakat îman ve Kur’ânʼdan mahrum olup Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira, bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet ise sonsuz…

O hâlde, dünyevî bir nîmete eriştiğimizde ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saâdete götürecek olan îman nîmetinin ve ümmet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sürûru ve şükrü içindeyiz?

İşte bunları hakkıyla tefekkür edebilmek; kula, fânî sıkıntılar için şikâyetin, sızlanmanın, isyânın ne dehşetli bir nankörlük olduğunu idrâk ettirir. Onu, her hâlükârda hamd ve rızâ ile gönül huzuruna erdirir.

Bir düşünecek olursak: Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken cüzʼî miktar bir para düşürüp kaybetse, dönüp ona üzülür mü? O trilyonlar karşısında o cüzʼî miktarın ne hükmü olur? Biz de, başımıza dünyevî bir musibet geldiği zaman, Allâhʼa kul, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet olmanın, en büyük bahtiyarlık olduğunu düşünüp sabredeceğiz. Fânî sıkıntı ve kayıplarda haddinden fazla üzülüp kendini harap etmeyi, şikâyeti, sızlanmayı unutacağız. “Niye oldu, üf, of!” demeyeceğiz. Dünya imtihanlarındaki meşakkatlere mukâbil, yegâne hak dîn İslâmʼın bir mensubu ve Âlemlere Rahmet Efendimizʼin ümmeti olmanın huzur ve saadetiyle tesellî bulacağız. Bileceğiz ki Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şükretsek, yine de şükür borcumuzu tam olarak ödeyemeyiz.

Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:

“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.

Allah Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti:

“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)

Şükür borcumuz sonsuzdur. Zira Cenâb-ı Hak, kuluna şükredebilme nîmetini lûtfederse, bunun da ayrıca şükrü gerekir. Bu hep böyle devam eder ve kul için şükrün nihâyetine varabilmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki zelleden başka hataları bulunmayan, günahsız peygamberler dahî, Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerine lâyıkıyla şükredememe endişesi içinde Allahʼtan af ve mağfiret dilemişlerdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”[2] niyâzında bulunmuştur.

Böylece Cenâb-ı Hakkʼa lâyıkıyla hamd ü senâda bulunmaktan âciz olduğumuzu ve bu hususta Rabbimizʼin affına sığınmamız gerektiğini ifâde buyurmuştur.

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün Muaz bin Cebel’in elinden tutarak ona şöyle buyurmuştur:

“–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Ey Muâz! Sana her namazın sonunda:

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Senʼi zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Demek ki şükredebilmek için de Allahʼtan yardım dilemeliyiz.

Diğer taraftan, hamd ve şükür, yalnızca dille olmaz. Gerçek bir hamd ve şükür, birbirine bağlı üç unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hâl ve ameldir.

–İlim; bütün nîmetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.

–Hâl; nîmetlerin gerçek sahibine karşı tâzim, hürmet ve muhabbet duymaktır.

–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvâl üzere yaşayıp şükrü kavlen ve fiilen ifâde etmek, nîmetleri Hakk’ın rızâsına uygun olarak kullanmaktır.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri fiilî şükrü şöyle ifâde buyurur:

“Şükür; Allah Teâlâ’nın lûtfettiği nîmetle O’na âsî olmamak ve o nîmeti günaha sermâye etmemektir.”

Demek ki ibadet, muâmelât, ahlâk, Allah yolunda gayret, fedakârlık, takvâ, günahlardan sakınmak gibi Hakkʼa itaat tezâhürleriyle, hamd ve şükrümüzü fiilen de sergilemeliyiz.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hayatı, bunun sayısız misâlleriyle doludur. Bunlardan birini Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?» buyurdular…” (İbn-i Hibbân, II, 386)

Şükür; nîmetlerin asıl sahibini tanımak ve onları ihsân eden Rabbine; özü, sözü ve davranışlarıyla itaat hâlinde bir hayat yaşamaktır. Buna göre, bütün nîmetlerin Hakʼtan olduğunu bilip dil ile şükretmek gerektiği gibi, o nîmetlerden mahrum olanlara ikram etmek de, fiilî şükrün en güzel tezâhürlerinden biridir.

Ayrıca, mânen terbiye olmamış ham bir nefsin arzu ve ihtiraslarının sonu gelmez. Şükretmesini bilmeyen, kanaat ve rızâ mahrumu insanların hâlini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle tasvîr eder:

“İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz…” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)

Bu dünyada gönül huzurunun kaynağı; eldekine kanaat, hâle rızâ ve nîmetlere şükürdür. Yine bunun içindir ki ârif zâtlar, bu cihanda mahrum kaldıkları nîmetlerin hasretiyle ıztırap çekmek yerine, nâil oldukları nîmetlerin kadrini bilerek gönül huzuruyla yaşarlar. Gâfil kimseler ise, ellerindeki nîmetlerin kadrini bilmeyip, kendilerine takdir edilmemiş nîmetlerin hasretiyle huzursuz olurlar. Nâil oldukları nîmetlerin azlığının mı, çokluğunun mu kendileri için daha hayırlı olduğunu bilmeden, dâimâ fazlasını arzu ederler.

Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sâlebeʼye yaptığı şu îkaz, hepimiz için büyük bir ders mâhiyetindedir:

“Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır…” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372)

Diğer taraftan insanoğlu, îman anahtarı olan rûhânî tefekkürden uzaklaştıkça, kendisine bahşedilmiş olan nîmetleri, ilâhî bir lûtuf olarak değil de tabiî bir hakkı olarak görmeye başlar. Bu ise insanı, üzerindeki sayısız nîmetleri görebilme hususunda âdeta âmâ kılar.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîmʼde;

“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır. Bu şekilde, üzerimizdeki bütün nîmetlerin mesʼûliyetine dikkat çekmektedir. İşte bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda, dikili bir çadırı bile olmayan yoksul bir sahâbî ayağa kalkarak;

“–Benim üzerimde (hesaba çekileceğim) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;

(İstifâde ettiğin) ağacın gölgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (içtiğin) soğuk su.” cevâbını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Böylece, hiçbir şeye sahip olmadığını düşünen bir insanın dahî, âhirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.

Bu anlayışla düşünecek olursak kolayca idrâk ederiz ki, doğrudan veya dolaylı olarak istifâde ettiğimiz her varlığı Cenâb-ı Hak bizim için yaratmıştır:

Meselâ; gölgesinden, meyvesinden, gönle ferahlık veren râyihasından ve gözü okşayan hoş görüntüsünden istifâde ettiğimiz nebâtâtı; etinden, sütünden, derisinden müstefîd olduğumuz hayvanâtı, içtiğimiz tatlı suları, diğer hayvanâta verilmeyip bizlere lûtfedilen müstesnâ nîmetleri, Rabbimiz hep bizim için ihsân eyledi. Hayatımızı mümkün kılacak derecede hassas ölçülerle, Dünyaʼyı, atmosferi, toprağı, suyu yaratıp, bütün bunları bizlere âmâde kıldı.

Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼın bizlere ihsân ettiği nîmetleri saymakla bitiremeyiz. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allâh’ın nîmetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim, 34)

Demek ki dünyada hiçbir şeyi olmadığını düşünen, fakr u zarûret içindeki bir insan bile -şâyet iyi tefekkür edebilirse- şükretmesi gereken nice nîmetlere müstağrak hâlde bulunduğunu anlar. Bunun neticesinde de, huzur ve şükür hâlinde bulunur.

Bunun aksine insan, sayısız nîmetlere gark olmuş bulunsa da, bu nîmetler üzerinde lâyıkıyla tefekkür etmediği takdirde, hiçbir şeyi yokmuş gibi, bir iç sıkıntısı, stres ve kasvet hâli yaşar. Bu hâl, günümüzün en mühim problemlerinden biridir.

Zira kapitalist, liberalist ve materyalist sistem, insanların şuur altına dâimâ;

“–Daha fazlasına sahip olmalısın, daha çok tüketebilmelisin!..” anlayışını telkin ediyor. Nefsânî iştahların reklâm ve modalarla sürekli tahrik edilmesi neticesinde, insanlar hiçbir nîmeti kâfi görmeyip kanaatsizliğin getirdiği rûhî buhranlardan kurtulamıyor. Bugün dünyanın bir tarafı maddî refahın zirvesinde, fakat aynı zamanda rûhî buhranların pençesinde…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, gönül huzuruna erebilmemizin âdeta reçetesi mâhiyetinde, şu kıymetli tavsiyelerde bulunmuşlardır:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâhʼın, üzerinizdeki nîmetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

“…Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp Allâh’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar…” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)

İşte bu nebevî telkin ve tâlimatların bereketiyledir ki, bütün maddî imkânsızlıklara rağmen, asr-ı saâdette bir rûhî buhrana rastlamıyoruz. Asr-ı saâdet toplumu; kanaatin, zühdün, takvânın ve asıl hayatın âhiret hayatı olduğu gerçeğini idrâk etmenin verdiği gönül huzuruna kavuşmuşlardı. Böylece şahsî problemlerini aşmış, diğergâm bir ruhla, ebedî saâdet mesajını bütün dünyaya taşıma dâvâsının ulvî heyecanına bürünmüşlerdi.

Velhâsıl, bir bardak su ikram edene bile bir teşekkür borcu hissetmek gerekirken üzerimizdeki sayısız nîmetlerin tefekküründe derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- bütün ikramları için Rabbimizʼe şükretmeli, Oʼnu her dâim hamd ile tesbîh etmeliyiz. Lâyıkıyla şükredebilmekten âciz olduğumuz için de, affımızı dileyip istiğfâra devam etmeliyiz.]

Cenâb-ı Hak; hamd, şükür, zikir, rızâ ve duâ hâllerini, hayatımızın şartları değişse de gönlümüzün değişmez vasfı eylesin.

Âmîn!..

[1] Kavak, Dîvân, beyt: 1140-1146.

[2] Müslim, Salât, 222.