Hakkı Tebliğ İçin… -2-

Ebedî Fecre

Yıl: 2012 Ay: Şubat Sayı: 84

MES’ÛLİYET, NİMETE GÖRE…

Cenâb-ı Hak, yarattığı nâmütenâhî varlıklar içinde, insanı bambaşka husûsî vasıflarla donatmıştır.

İlâhî hikmet, nimet ile külfetin birbiriyle dengeli olmasını îcâb ettirir. Yani, ne kadar çok ve çeşitli nimet varsa, bununla mütenasip şekilde, mükellefiyetler, mes’ûliyetler ve vazifeler de çoğalır ve çeşitlenir.

Bu sebeple akıl, zekâ, ruh, nefs, irade, nutk gibi birçok husûsiyete sahip olan insanın boynunda, diğer mahlûkattan talep edilmeyen birçok mes’ûliyet ve mükellefiyet vardır.

Akıl ve zekâ nimetine mazhar olan insanın, ilm-i nâfî ile meşguliyet içinde bulunması, derin bir tefekküre sahip olması ve vahye teslim olması gerekir.

Diğer mahlûkata lutfedilmeyen beyan ve nutk husûsiyetlerine nâil olan insan, o kabiliyetleri Hakk’ı tebliğde istihdam etmek ve sözün her türlü edebini muhafaza etmekle mükelleftir.

Yeryüzünde Allâh’ın şahidi ve halîfesi vasfında, irade hürriyetine sahip olan insanın; tercihini Hak’tan yana kullanarak, bâtıldan yüz çevirmesi, azim ve sebatını Rabbinin emirlerini yerine getirmekte sarf etmesi, boynunun borcudur.

Cenâb-ı Hakk’ın bizden arzu ettiği kâmil mü’min olabilmenin vasıflarından, aynı zamanda muvaffak bir tebliğ insanının hasletlerinin en mühimlerinden biri de doğruluktur;

SADÂKAT VE AHDE VEFÂ

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, mes’ûliyeti gerektirir.” (el-İsrâ, 34)

Rabbimiz, «birr»e yani hayrın kemaline ulaşmış mü’minlerin vasıflarından birini de;

وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا

“…Onlar, söz verdiklerinde, ahitlerini yerine getirirler…”(el-Bakara, 177) şeklinde ifade buyurmaktadır.

Tebliğin aslî vazifelileri olan peygamberlerde mutlaka bulunan beş vasıftan ikisi, sıdk ve emânet yani doğruluk ve güvenilirliktir. Etrafına bu hasletleriyle, şahsiyet ve karakter tevzî edemeyen bir kişi, yüksek dâvâların sözcüsü olamaz. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in azılı düşmanları dahî O’nun bu yüksek vasıflarını inkâr edememiştir.

Bir kişinin çevresine güven vermez hâle gelmesi; îmânının zayıfladığına, haysiyetini yitirdiğine ve İslâmî hassâsiyetini kaybettiğine işarettir. Bu hâliyle, sûretâ ibâdet ehli gibi görünmesi de bir şey ifade etmez.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hususa dikkatimizi çekmektedir:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde ona riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)

Hazret-i Ömer’in beyân ettiği üzere; iffet ve doğruluk, bir kişinin şahsî hayatında kendini belli edecektir. Hazret-i Ömer; bir vazifeye tayin edeceği kişiler hakkında o şahısların dostlarından tezkere ister, bu bilgilerin de gelişigüzel, alelusûl sözlerle değil; alışveriş, evlilik, komşuluk, yolculuk gibi kişinin gerçek yüzünü ortaya çıkarıcı tecrübelere dayanan mütalâalarla ifade edilmesini arzu ederdi.

Çünkü şahsî hayatında bu sahalarda dikkatsiz olan kişi, hizmet ve tebliğ vazifelerine de halel getirir. Bu minvalde, istikamet sahibi olan kişi, hizmetinde de titiz, hakşinas ve âdil olur. Bu da tebliğ ehlinin bir başka husûsiyeti:

ADÂLET

Adâlet, zulmün ve haksızlığın zıddıdır. Adâlet; insaftır, dengedir, hak ve hukukun tevzî edilmesidir, mülkün temelidir.

Mü’minler, Hakk’ın yeryüzündeki şahitleri olarak, haksızlıklara karşı mücadele hâlinde olurlar. Mehmed Âkif’in;

«Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!» diyerek belirttiği gibi adâlet tevzî eder ve adâletin zaafa uğramaması için gerekli cesareti gösterirler.

Nefsin arzularının iffet ve hayâ ile dizginlenmemesi, bu hâlin içtimâî bir buhran hâlini almasıyla câhiliyye meydana gelir. Câhiliyye toplumunda; zayıflar, fakirler, çaresizler, mazlumlar, çocuk ve kadınlar, yaşlı ve kimsesizler, dul ve yetimler dâimâ horlanır, haksızlık ve zulme uğrarlar.

İslâm, insanlığa getirdiği birçok kıymetle birlikte, cemiyet hayatına da hak ve hukuku hâkim kılmıştır. Bilhassa vicdanlara adâlet şuurunu yerleştirmiştir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâbında bu şuurun iyice pekişmesi için, eşraftan suç işleyen bir kadına ceza verilmemesi yönünde tavassutta bulunanları azarlamış;

“Vallâhi, kızım Fâtıma olsa yine cezalandırırdım!” buyurarak, adâletin tevziinde gösterilmesi gereken titizliği en yakınını misal vererek göstermiştir. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9) Aksi hâlde toplumun hakkı gasp edilmiş olurdu.

Tarihimiz bu noktada müthiş misallerle doludur.

Tebaasından bir mimarın kolunu kestirdiği için, kolunun kesilmesine hükmedilen ve ancak mimarın diyet istemesiyle kurtulan ve bu diyeti şahsî servetinden ödeyen Fatih Sultan Mehmed Han’ın misâline bir başka millette rastlamak mümkün müdür?

Fütuhat asırlarında, mü’minlerin bu hassas ve titiz adâlet anlayışı, despotlar elinde ezilen nice halkın kalbini İslâm’a ısındırmıştır. Birçok belde, halkının davetiyle fethedilmiştir.

Fert olarak da, müessese olarak da hizmet ve tebliğ müesseseleri; mazlumun yanında, zalimin karşısında olarak, gönüllerin fethine koşarlar. Nitekim bugün işlenmemiş bir tebliğ sahası olarak karşımızda duran Afrika; geçtiğimiz asırlarda müstemlekeci batılı devletlerin ve ruh taciri misyonerlerin zalim tasallutu altında, iliğine kadar sömürülmüş bir enkaz hâlinde idi. İnşâallah bugün mü’min kardeşlerinin imdadıyla ayağa kalkacak ve haklarına sahip çıkabilecektir.

Tebliğ ve hizmet; özü itibarıyla, bir merhamet mesleğidir. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıflarıyla mücehhez gönüllerin işidir. Hâdî ism-i şerîfiyle, hidâyetin de Fâil-i Mutlak’ı olan Cenâb-ı Hakk’ın; affedicilik, hilm, rıfk ve re’fet gibi cemâlî vasıfları, tebliğ ehlinde bulunmalıdır.

Açıktır ki, tebliğ edilecek muhataplar henüz hidâyetten uzaktır, İslâm’ın güzelliklerinden henüz mahrumdur. Bir mânâda; tebliğ ehli doktor, onlar hastalardır. Doktor, hastasını; «Niçin hastalandın? Dikkat etseydin ya!» diye azarlamayıp, onun tedavisiyle meşgul olur. Dolayısıyla tebliğ ehlinin mühim bir vasfı, kusurları bağışlamak;

AFFEDİCİLİK

İnsanların hatalarını affetmek ve kusurlarını örtmek, hem zor hem de son derece fazîletli bir vasıftır. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işaret eder.

Âyet-i kerîmee şöyle buyurulur:

(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (el-A‘râf, 199)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“…Kul başkalarının hatalarını affettikçe, Allah da onun şerefini yükseltir…”(Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)

Mekke fethinde kumandanlardan biri olan Sa‘d bin Ubâde -radıyallâhu anh-;

“‒Ey Ebû Süfyan! Bugün Yevmü’l-Melhame, yani insanların çokça öldürüleceği büyük bir savaş günüdür. Bugün Allah Teâlâ’nın Kureyş’i zelîl kılacağı bir gündür!” demişti.

Bu söz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşınca;

“‒Ey Ebû Süfyan! Bugün Yevmü’l-Merhame’dir, yani merhamet günüdür. Bugün Allah Teâlâ’nın Kureyş’i azîz kılacağı, yücelteceği ve şereflendireceği bir gündür.” buyurdular. (Vâkıdî, II, 821-822)

Affetmek, affa nâil olmanın da yegâne yoludur. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurur:

“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. Kusurları bağışlamayan kimsenin, kendisi de bağışlanmaz. Affetmeyen kişi affolunmaz…”(Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 415, no: 371)

Affetme bahsinde dikkat edilmesi gereken husus, meselenin göz yumma noktasına gelmemesidir. Hatalar ve kusurlar, muhatabı utandırıp da tedaviden kaçırmamak için setredilir. Îkaza gerek kalmadan, yüz-göz olmadan düzelme fırsatını değerlendirmesi için setredilir. Hatalar, şahsımıza karşı yapılmışsa ve muhatap pişman ise, Mekke Fethi’nde Efendimiz’in, kardeşleri karşısında Hazret-i Yûsuf’un yaptığı gibi, kardeşliği tesis edip, hataların üzerine şal atmak üzere affedilir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman Sen’inle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 34)

Yoksa af ve setretme vasfı; hata, kusur ve günahların sümen altı edilmesi, hiç gün yüzüne çıkarılmaması, hastanın hasta olarak bırakılması demek değildir.

Ayrıca affetme ve setretme bir yaklaşım ve tedrîcîlik / sıralama meselesidir. Ehemden mühimme, yani daha önemli olandan, önemli olana doğru bir sıralama yapma meselesidir. Burada uygulamada firâset ve basîret gözetilir.

HİLM VE MÜSÂMAHA

Merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin en tabiî bir neticesi olan hilm ve müsâmaha, beşerî münasebetlerde de mühim bir esastır. Cenâb-ı Hakk’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”(Âl-i İmrân, 134)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.”(Müslim, Birr, 78-79)

Hilm ve müsâmahanın tebliğde ne kadar mühim bir unsur olduğunu şu âyet-i kerîme çok vâzıh bir şekilde ifade etmektedir:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen; kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…”(Âl-i İmrân, 159)

Tebliğ insanı bilmelidir ki, muhatabı; Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir sanatı olan insandır. Her bir insan; ilâhî tekrîm ile, ahsen-i takvîm üzere yaratılmış bir sırdır, bir muammâdır. Ona bir marangozun, kütüklere davrandığı gibi yaklaşılmamalıdır.

Tebliğ; Hak nâmına yapılan davet demek ise, bu davette gösterilmesi gereken hassâsiyet de tebliğ ve hizmet insanının ayrılmaz bir vasfı olmalıdır. Gönül alıcı bir hassâsiyet, zarâfet ve;

NEZÂKET

İnsan, eşref-i mahlûkat; yani yaratılmışların en şereflisi ve mükemmelidir. Onun kalbi ise nazargâh-ı ilâhîdir. Bu durumda, insanın hatırını veya kalbini kırmanın ne derece ağır bir cürüm olduğu âşikârdır.

Müslüman, hassas ve rakîk bir gönle sahip olmalı ve kimseyi incitmemelidir. Çünkü Allah Rasûlü’nün tarif ettiği ve sevdiği mü’min, herkesle ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir gönül insanıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müslümanın hâlini şöyle beyân eder:

“(Gerçek) müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emîn olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allâh’ın yasakladıklarını terk edendir.”(Buhârî, Îmân 4-5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65)

Kâinâtı bezeyen ilâhî sanat tezâhürlerine, çiçeklere bakalım: Renkleri, şekil ve râyihaları çeşit çeşit güzellikte… İnsan, Rabbinin hususî sanatı olarak, çiçeklerden daha zarif, meltemlerden daha latif olmalıdır.

Bu hassâsiyet;

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”(el-Alâk, 1) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girerek, bir dershâne olan kâinâtı bu gözle okuyabilmekten geçer.

Mü’min şahsiyetinin bir parçası olan nezâket ve zarâfet; yapmacık bir kibarlık olarak anlaşılmamalıdır. Zarâfet, yapılan her işi, müslümanca bir hikmet, asâlet, güzellik, hassâsiyet ve incelik içinde gerçekleştirmektir.

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den misallerle mevzuu açabiliriz:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdahale ederek;

“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana 3 ile 10 arasında deve verilmesini söyledi.

Sonra da şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle; hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Mahlûkata dahî böyle düşünceli, ince bir şekilde davranmayı emreden Peygamber Efendimiz’in, insana hitap ve onunla muamelede arzu ettiği zarâfeti düşünmek îcâb eder.

İnsana gösterilen nezâket, onun Cenâb-ı Hakk’ın sırrını taşıması hasebiyledir. Yoksa kâmil bir mü’min ve ehil bir tebliğ neferi, cesur ve kahraman bir yüreğe sahiptir. Zalimlerle mücadele etmekten korkmaz.

Büyük hizmetler, büyük riskler taşıyabilir. Dolayısıyla tebliğ insanının bir vasfı da;

CESARET VE ŞECÂAT

Şecâat; yiğitlik, bahadırlık, kalp metâneti, tehlike esnasında cesaret göstermek gibi mânâlara gelir.

Şecâatin esası, Allah Teâlâ’nın takdîrine rızâ ve teslîmiyettir. Bu sebeple kadere îman ve Allâh’a tevekkül eden bir müslümana, korkaklık ve zillet asla yakışmaz.

Bir mü’min, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a sığınır ve güvenir. Hayatı boyunca da dîni, îmânı, vatanı ve milleti uğruna büyük bir şecâat sergiler.

Harpleri kazandıran; azim, îman, şecâat ve cesarettir.

Enes -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederdi:

“Allâh’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir, 50)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gazâ meydanında öyle bir şecâat ve bahâdırlık sergilerdi ki, Yiğitlerin Pîri Hazret-i Ali dahî O’nun cesaretini şöyle anlatmıştır:

“Biz Bedir’de Allah Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)

Cesaret ve şecâat duygusunu pekiştirecek olan, âhirete îmandır. Âhirete îmân eden; asıl korkulacak olanın, sert ve abûs çehreli o dehşetli gün olduğunun idrâkinde olur; bu cihanın gelip geçici tehdit ve ezâlarına boyun eğmez;

Sabreder…

Tebliğ insanının bütün hasletlerine lâzım gelen bir tamamlayıcı hasleti de sebat, metânet ve;

SABIR

Sabır; değişen maddî ve mânevî hâller karşısında dengeyi bozmamak, îtidâli muhafaza etmek, tahammül göstermek, aklın ve dînin gösterdiği yolda sebat etmektir.

Sabır, dünyaya ait bir keyfiyettir. Cennette sabretmemizi gerektirecek bir şey bulunmadığı gibi, Cenâb-ı Hak muhafaza eylesin, cehenneme de sabredebilecek bir tâkat insanda mevcut değildir.

İnsan; ham bir acelecilik vasfıyla halk edilmiştir ve tabiatındaki bu sıfatla mücadele etmesi, sabır ve sebatı öğrenmesi gerekir.

Varlık, güç ve imkânlar; sabır gerektirir. Zira bunlar nefsânî arzulara temâyül ettirir.

Yokluk ve mahrumiyet, sabır gerektirir. Çünkü bunlar isyana ve yasakları delmeye sevk eder.

Başa gelen musibetler, sabır gerektirir. Çünkü insanın içinde bulunduğu şartları değiştirerek; hâlinde, inancında, istikametinde ve bilhassa dengesinde bir eğrilik olup olmadığını imtihan etmeye hizmet eder.

İbâdet ve hizmet gayretleri, sabır gerektirir. Çünkü ham nefse; çalışmak, cömert olmak, diğergâm olmak gibi ulvî hasletler ağır gelir. Nefis; hodbinliğe, tembelliğe, cimriliğe temâyüllüdür.

Hizmet ve tebliğ faaliyeti de sabır gerektirir. Zira muhatabın gönül kilidinin, kaç defa davet edilmekle açılacağı bilinmez. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Tâif için senelerce sabretmiştir. Babaları değilse, evlâtları için sabretmiştir.

Sabır ve sebat, neticeyi Allah’tan bekleyerek hizmete sarılma kuvvetidir.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Ey îmân edenler! Sabrediniz, sabır yarışında bulununuz ve nöbet bekleyiniz ve Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, felâh bulabilesiniz.”(Âl-i İmrân, 200)

(Melekler cennete nâil olan mü’minlere:) Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler) (er-Ra‘d, 24)

Tebliğ insanının son ve tamamlayıcı vasfı da, her fiilini vahiy mîzânında tartan bir denge içinde hareket etmesidir. Bir başka tabirle;

ÎTİDAL VE TEENNÎ

İslâm, dînî ve dünyevî her hususta ifrat ve tefrite düşmeden îtidâl üzere hareket etmeyi emreder. Her hususta kıstaslar, ölçüler belirlidir.

Allâh’ın kelâmı rehberliğinde, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünneti…

Vahyin muhtevasına aykırı, sünnetin hilâfına olan bir gayret; ne kadar sûret-i haktan görünürse görünsün, beyhûdedir, bâtıldır, vebaldir.

Meşrû bir hedefe, gayrimeşrû vasıtalarla varılamaz.

Tebliğ adı altında, ihtilât; yani kadın-erkek karma karışıklığı asla câiz görülemez.

Gönülleri ısındırmak adı altında, dinden tâviz verilemez.

Çünkü mevzu tebliğ ise; tebliği en mükemmel sûrette gerçekleştirmiş olan bir rehber, Fahr-i Kâinât Efendimiz ve O’nun satır satır bize intikal etmiş hayatı, sîret-i şerîfesi, sünnet-i seniyyesidir. Nebîler silsilesinin ölçülerini bize aktaran Kur’ân-ı Kerim bize kılavuzdur. Misal arıyorsak, asırlardır Kur’ân ve Sünnet ekseninde tebliğlerini gerçekleştirmiş ve bugün dünya nüfusunun üçte birinin İslâm nûruyla müşerref olmasını sağlamış, seleflerimizin tecrübeleri ortadadır.

Îtidal, bizi hatalardan, tahriflerden, savrulmalardan muhafaza eder. Îtidâle riâyet edilmeyen bir tebliğ, başarıya ulaşmış gibi görünse de; artık, muhataplar İslâm’ın istikametli yolunu değil, tebliğde îcat edilmiş, bid‘at yolunu tutan bir fırka hâline gelmiş olur.

Îtidal prensibi, yukarıda saydığımız bütün hasletlerde de bir mihenktir. Nebevî ölçülerin dışına çıkarsa, îtidalden şaşarsa, merhamet, marazîleşir; tevâzu, zillet yahut gizli kibre dönüşür; affedicilik, ayartıcı bir şımartıcılığa; hilm ve müsamaha, vurdumduymazlığa; cesaret ve şecâat, acımasızlığa; sabır, uyuşukluğa; zarâfet, yapmacıklığa ve tâvize döner.

İslâm dâimâ; îtidaldir, teennîdir, ölçüdür. İnsan, kendisini İslâm’ın kaidelerine göre disipline etmeli; nefsinin inisiyatif kullanmasına izin vermemelidir.

Bir mü’minin, mes’ûliyetini hissettiği tebliğ vazifesini kemâliyle yerine getirmesi için sahip olması gereken bu vasıflar yanında, muvaffakiyete engel olacak, çukurlardan da korunması gerekir.

Güzel ahlâkın zıddı olan vasıflar, kötü ahlâkı teşkîl eder. Adâletin, cömertliğin, ahde vefânın bulunmadığı yerde; zulüm, haksızlık, israf, cimrilik ve ihânet vardır.

Kötü ahlâktan korunmak, insanı ebedî kurtuluşa götürür. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“İç âlemini temizleyen (kötü ahlâktan arınan) felâh buldu.” (eş-Şems, 9)

Güzel ahlâk bakımından insanlığın zirvesini teşkil eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ Cevâd’dır, yani cömert ve ihsan sahibidir; bu sebeple cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan da hoşlanmaz.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 60)

Saydığımız müsbet vasıfların tersi olan bütün menfî hasletlerden kaçınmak îcâb eder. Bunlar yanında bilhassa hizmet faaliyetlerinin gizli mayınları hükmünde olan birtakım kötü huylar vardır ki, onlardan kaçınmanın ehemmiyetini bilhassa vurgulamak yerinde olacaktır.

Hizmet ve tebliğ faaliyetleri; kenetlenmeyi, yüksek bir kardeşlik şuuruna sahip olmayı îcâb ettirir. Kardeşlik şuurunu zedeleyen rezil huyların başında, çekememe hastalığı gelir;

HASET VE KISKANÇLIK

Kötü ahlâkın en çirkini haset ve kıskançlıktır.

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu çirkin huydan sakındırmak için şöyle buyurmuştur:

“Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.”(Ebû Dâvûd, Edeb 44; İbn-i Mâce, Zühd, 22)

Haset, Hakk’ın taksimatına karşı rızâsızlıktır. Bu da gizli bir isyandır. Başkasının saâdetinden sevinmek yerine rahatsız olmak gibi âdî ve hasis bir duygudur. Bu duyguyu, iç âleminden temizleyemeyenler; tebliğ gibi hizmet yolunda dahî arkadaşları muvaffak olsun istemezler.

Haset duygusu; imrenme ve hayırda yarışma gibi hayırlı duygulara dönüştürülerek, iç âlemden temizlenmelidir.

Bir mü’minin kardeşleriyle hukukunda dikkat edeceği bir husus da kardeşinin gıyabında menfîliğe düşmemesidir:

GIYBET

Gıybet, bir müslümanın diğer bir müslüman kardeşinin arkasından konuşarak, duyduğunda üzüleceği veya utanacağı bir kusurundan bahsetmesidir.

Gıybet; kalplere kin ve husûmet zehri saçarak İslâm kardeşliğini bozan, birlik ve beraberlik rûhunu öldüren büyük bir günahtır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Arkadan çekiştirmeyi (gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi (alay etmeyi) âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Hak dostlarından Fudayl bin Iyâz;

“Gıybetin girdiği yerden kardeşlik çıkar gider.” demiştir.

Kardeşliğin bulunmadığı bir yerde, hizmet ve tebliğ asla müsbet bir netice hâsıl edemez.

Hasedin de gıybetin de temelinde; kişinin kardeşi hakkında kin, öfke gibi duygular biriktirmesi vardır. Merhametli, affedici, hilm sahibi bir hizmet eri; kalbinden nefsânî öfkeyi çıkarmış kişidir.

ÖFKE

Öfke, aklı baştan gideren ve kalbi perdeleyen bir hâldir. Dengeyi bozar, insanı cinnet ve vahşete kadar götürür. Öfkeli insanın iç dünyası; «kin, intikam, hakaret, kavga ve cinayet» gibi şerlerle doludur.

Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluşun çaresi; öfke karşısında kardeşlik, af ve sabra yönelerek, muvâzeneyi korumak ve sükûnete bürünmektir.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’e;

“–Cennete girmeme vesile olacak bir şey öğretir misiniz?” deyince;

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

لَا تَغْضَبْ

“–Öfkelenme!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)

Gazap kuvveti; bize hak nâmına öfkelenmek, adâleti tesis etmek, zulme ve haksızlığa karşı cesaret ve şecâat gösterebilmek için lutfedilmiş bir melekedir. Adresine tevcih edildiğinde, yani Allah için buğz edildiğinde, Allah için sevmek hissiyle karşılıklı olarak, müsbet bir duygudur.

Küfür, isyan, fısk u fücûra karşı bir mü’minin kalbi, nefretle dopdolu olur. Bunları kendisine fısıldayacak insî ve cinnî şeytanların düşmanlığına, adâvetle karşı koyar.

Öfkenin, mü’min kardeşe tevcihi ise; bu melekenin yanlış adreste kullanılması, bir bakıma ameliyat için olan neşterin, cinayet için kullanılması demek olur.

Benzeri bir yanlış tevcih de maddiyat âleminde karşımıza çıkar ki bu da hizmet ve tebliğ gayretlerinin düşmanıdır:

LÜKS ÖZENTİSİ VE İSRAF

Mü’minin dünyadaki aslî vazifesi; kulluk ve kulluğun muhtevasına giren mes’ûliyetlerini idrâk ederek, gereğini yerine getirmesidir. Dünyada kendisine teslim edilen, emrine âmâde kılınan her imkân; evvelâ bu vazifeye malzeme olmak gayesine mâtuftur.

Bu sebeple, maddî imkânlardan kifâyeti aşan miktarda istifade etmeye kalkışmak, sermayeyi tüketmek; aslî yerinden çalmak demektir.

Bunu idrâk eden sahâbe nesli, dünyadan ve dünyalık şeylerden ihtiyacın üstünde bir istifadeyle yararlanmak demek olan lüksü ve israfı asla tanımadı.

Bir şeyin adını değiştirmekle mâhiyetinin ve hükmünün değişmeyeceği, İslâmî bir prensiptir. Meselâ fâize nemâ adını vermekle, o helâl olmaz. Bunun gibi, aslen ihtiyaç duyulmayan birçok şeyin, özentiyle; “Onda var, bende niye yok?!.” gibi çiğ, mânâsız düşüncelerle, zarûrî ihtiyaç sınıfına dâhil edilmesi, lüks ve israfa dalmaya mazeret değildir.

İsraf ve lüks alışkanlığı, insanı merhametsizliğe sevk eder. Yoksulları düşündürmez. Vicdanı hantallaştırır. İnsana âhireti unutturur, dünyaya meftûn eder.

Dünyaya olan meyli, asgarîye indirip, bütün imkânları hizmet ve tebliğ yoluna seferber etmek ise Allah Rasûlü’yle beraberlik müjdesine erdirir.

Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

«(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın (gafil) zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme.»” (Tirmizî, Libâs, 38/1780)

Lüks ve israfın temelinde, özenti yatar. Özenmek; insanın model aldığı, nümûne-i imtisal olarak gördüğü kişileri takip etmesi, onlar gibi olmak istemesi olarak tarif edilir.

Tebliğ ve hizmet gayretlerinde, muvaffakiyetten alıkoyan, sakınılması gereken mühim bir yanlış da yanlış adımları takip etmek;

YANLIŞ MODEL SEÇİMİ

İnsan, yaratılış itibarıyla sevip hayran olduğu kimseleri örnek almaya ve kabiliyeti ölçüsünde onları taklit etmeye meyyaldir. Bilhassa karakter ve şahsiyetin inşâ edildiği gençlik devresinde, bu hususun hayatî bir rolü vardır. Yani peşinden gidilecek doğru örnekleri tercih edebilmek, ebedî saâdetin anahtarı mevkiindedir.

İnsan için en mükemmel örnek şahsiyetler, peygamberler ve onların izinden yürüyen sâlih zâtlardır.

Peygamberler, vahy-i ilâhîye dayandıkları için; birbirlerini tasdîk ederek gelen hidâyet rehberleridir. Hâlbuki insanlara yol göstermeyi hedefleyen filozoflar, sadece akılları ile hareket ettikleri için birbirlerinin sistemlerini çürüterek ve yalanlayarak gelmişlerdir. Bu yüzden de ne kendilerini ne de toplumlarını irşâd edebilmişlerdir.

Saydığımız bütün müsbet hasletleri kazanmak ve menfî huylardan kaçınmak hususunda, en mühim anahtar; güzel, doğru bir model seçebilmektir. Yanlış modeller ise muhabbet damarından taklit ile, farkında olmadan yanlışlara alıştırır.

İmtisâl etme, model alma ihtiyacımızı bilen Cenâb-ı Hak, bize üsve-i hasene olarak Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i rehber eyledi.

Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’i taklit ve takip etmek, kolay bir iş değildir.

Belki;

Alelâde bir insanı taklit etmek kolaydır. Çünkü alelâde kişilerin vasıfları da alelâde, basit ve nefsin temâyülleriyle mütenâsiptir.

Ancak;

Sâlih bir insanı sevmek ve takip etmek, muhabbetle ona ittibâ etmek çok zordur. Çünkü bunu tam anlamıyla yapabilmek, nefsânî isteklerin bertarâf edilmesini gerektirir. Sâlih zâtların rûhânî ve mânevî hâlleri; tezkiye edilmemiş ham nefislere, tasfiye görmemiş hantal kalplere ağır gelir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i lâyıkıyla taklit etmek ise, çok daha zorluk ihtivâ eder. Çünkü O’nun güzel hasletleriyle bezenebilmek için adım adım mânevî merhaleleri katetmek îcâb eder. Ne kadar mânevî merhale katedilebilmişse, ancak o kadar Efendimiz’in rûhânî dokusundan hisse alınabilir.

Sahâbe-i kiram O’na benzeyebilmek için nefsânî olan her şeyden tamamıyla uzaklaşmış, kalplerinden her türlü fânî temâyülü, bâtıl muhabbeti bertarâf etmişlerdir. İnanç ve muhabbetlerini, fikir ve his hâlinde de bırakmamış, fiiliyata dökerek tescil etmişlerdir. Onlar; özde sahâbî idi, fiilde sahâbî idi. Amellerini muhabbetle ortaya koyuyorlardı. İnfak âyeti inince fakir sahâbîler dağlara çıkıp odun kestiler ve bedelini yarış hâlinde Allah Rasûlü’nün önüne koydular.

Onlar bu iç âlem berraklığıyla, bütün âleme yıldızlar gibi hidâyet vesilesi, yol gösterici kılavuzlar oldular.

Bizler de;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” müjdesinden nasiplendikçe, ashâb-ı kiram gibi, hem iç âlemimizle, hem bütün hayatımız ve fiiliyatımızla Efendimiz’e benzedikçe; tebliğ ve ıslahına gayret ettiğimiz evlâtlar, öğrenciler ve artık bütün dünyadaki komşularımız için hayran olunan, takip edilen bir şahsiyet, bir karakter hâline gelmiş oluruz.

En canlı, en tesirli, en faydalı tebliğ; işte bu kıvâmı yakalayabilmekle mümkündür.

Cenâb-ı Hak, bizleri; yolunda hizmet edebilen, tevhîdi îlâya gayret edebilen, hidâyete vesile olabilen, tebliğ insanlarından eylesin.

Râzı olduğu hasletleri kuşanmayı, hoşnut olmadığı huylardan arınmayı bizlere lutfeylesin. İç âlemini tezyîn eyleyip, Allah Rasûlü’ne berrak birer ayna hâline gelen ashâb-ı kiram hazerâtının hâllerinden bizlere hâller nasîb eylesin.

Âmîn!..