Hakka ve Hayra Davet -II-

2003 – Temmuz, Sayı: 209, Sayfa: 032

Allâh’ın kitâbını ve Rasûlullâh’ın sünnetini hayatımıza tatbik edebilmek için, hakkı tebliğ ve halka hizmet vazîfesinin gönlümüzde bir sevdâ hâline gelmesi zarûrîdir. Zîrâ bir müminin hayatı, hizmet ve tebliğ hayatı olmalıdır.

Hiç şüphesiz, gerçek bir mümini diğer insanlardan ayıran en önemli vasıflardan biri, onun daha merhametli olmasıdır. Tebliğ de, aynı zamanda bir merhamet mahsûlüdür. Merhametin bir tezâhür şekli olan hakka dâvet ve hayra teşvîki, müminin önce kendi nefsinde gerçekleştirmesi şarttır.

Hakka dâvet ve hayra teşvîk için evveliyetle hakkın ve hayrın mâhiyetine sağlam bir şekilde vâkıf olmak lâzımdır. Zîrâ câhilin tebliğinin, sâdece üslûb itibâriyle değil, belki muhtevâ itibâriyle dahî yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yolda ilk lâzıme, ilmî ve kalbî sermâyedir. Zîrâ, îmân ve kulluk hayâtının, akıl ve kalb muvâzenesi içinde yaşanabilmesi için, bu iki sermâyeye ihtiyaç vardır.

Öte yandan, dînî meseleleri “zarûrât-ı dîniye” itibâriyle bilmek, ilmen her müslüman üzerine farz olması sebebiyle, her mü’minin en azından bu temel esasları bilmesi gerekir. Bilmeyenler, “kaş yaparken göz çıkarmak” korkusuyla, ilmî ve kalbî noksanlıklarını sür’atle gidermeye çalışmalı ve bu öğrendiklerini hayatında tatbik ederek ilmini irfân hâline getirmeye çalışmalıdır. Zîrâ, hakka ve hayra dâvetin tesiri, gönül ufkumuzun derinliğine bağlıdır ki, o da iç dünyâmızın feyz ve rûhâniyet ile dolu olmasıyla mümkündür.

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Bir torbayı doldurmaya çalışırken, alttaki delikten boşaltmamak gerekir.”

Yaşanmadan, bilgisizce, gelişigüzel, aşk-şevk ve heyecandan mahrum, kaba saba ifâdeler ve avâmî bir üslûb ile yapılan bir tebliğden, murâd edilen faydanın hâsıl olmasını beklemek bir hüsrân sebebi olduğu gibi, bu aynı zamanda ağır bir vebâli de mûcibdir.

Bu sebeple bir mümin, gönül âlemini İslâm’ın zarâfet, nezâket ve güzellikleriyle tezyîn etmeli; hâliyle, kâliyle ve davranışlarıyla nümûne-i imtisâl olarak hakkı tebliğ ve hayra teşvikte örnek teşkil etmelidir. Zîrâ hakka dâvet vazîfesinin hakîkati, Rabb’e aşk ile yönelişte gizlidir. Nitekim Hira’da ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’deki bu ulvî aşk, O’nun rûhunu tebliğin feyz ve heyecânı ile doldurmuş, O’nu Mîrac’da ilâhî huzûra yükseltmişti.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velîleridir. Onlar İYİLİĞİ EMREDER, KÖTÜLÜKTEN ALIKOYARLAR, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allâh ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allâh rahmet edecektir. Şüphesiz Allâh azîzdir, hikmet sâhibidir. Allâh, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va‘detti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 71-72)

İnsanların en bahtiyarları, kalblerini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye iklîminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, mahlûkâtı onun içine alabilenlerdir. Yine onlar, Kur’ân’ın derinliklerinden nasib alarak, gerçek bir îmân hayatı yaşayanlar ve kalblerini son nefeslerine kadar, nefsâniyete râm olmuş bir aklın vesveselerinden koruyabilenlerdir. Zîrâ insanın esas kıymet ve haysiyeti, kalbini feyz ile doldurarak yaşamak ve o kalbî kıvâm ile tebliğde bulunmaktır. Kalb, mânevî bakımdan dikenlerle dolu iken tebliğe kalkışmak, büyük bir zaaftır. Dînimiz, insan rûhunun kanseri olan “iddiâ ve ithâm”ı reddeder; gönüllere tevâzû, muhabbet ve merhameti telkîn eder. Bir müminin gönül âlemi, öyle bir çiçek bahçesi gibi olmalıdır ki, onda her alık, abus çehre ve gamlı yürek huzur bulup tebessüm etmelidir. Bu yüzden kalbi ve bedeni âdetâ diken gibi olan duygu, düşünce ve davranışlardan temizleyip, tebliğ edici hâle getirmek zarûrîdir.

Târihin meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Birgün, Cuma namazında onu gören hatip, “Allâh’ın en sevdiği fiil, zâlim idâreciye haksızlığını haykırmaktır” tarzındaki emri dikkate alarak hutbeden ağız dolusu ağır lakırdılar söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi.

Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu:

“–Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?!”

Hatib, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc:

“–Tuhaf şey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî dâvetin metodlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduğu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona “leyyin” yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?”

Hatib, hatâsını anlamıştı. Özür diledi ve Haccâc’ın af ve müsâmahası sâyesinde kelleyi vermekten kurtuldu.

Musâ -aleyhisselâm-’a karşı vâkî olan ve bize bir metod telkîn eden yalnızca bu hâdisedeki ilâhî beyân1 değil, pek çok âyet-i kerîme de tebliğin yumuşak ve hikmetli sözlerle, muhâtabı rencide etmeden yapılması lâzım geldiğini bildirmektedir.

Nitekim Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede;

“(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et…” (en-Nahl, 125) buyurarak dâvetin âdâbını beyân eylemiştir. Bu sebeple, hayâtı canlı bir Kur’ân olan Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in örnek şahsiyetinden hisse alarak, O’nun ortaya koyduğu usûl ve âdâba da riâyet etmek gerekir. Buna göre bir mümin, önce kendi iç ve dış âlemini İslâm’ın güzellikleriyle tezyîn ederek, güzel ahlâk ve davranışları ile etrâfına îtimâd telkîn etmelidir. Zîrâ gönüllerin fethinde bu keyfiyete son derece muhtâç olunduğu inkâr edilemez.

Nitekim târihimizin müstesnâ şahsiyetlerinden Fâtih Sultan Mehmed Hân da, İstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetmişti. Fakat asıl fetih, yâni gönüllerin fethi, zâhirî kilitleri açan kılıcın geri dönmesinden sonra gerçekleşmişti. Zîrâ oraya Anadolu’nun bağrından yetişmiş gönül erlerinden oluşan tertemiz mümin âileler iskân etmek sûretiyle, bir “güzel ahlâk ve hâl ile tebliğ” seferberliği başlatmıştı. Bunun netîcesinde de Boşnaklar çok geçmeden İslâm ile şereflenmişlerdi.

Gerçekten de silâh, zulmü bertaraf etmek için kullanılır. Fakat kazanılması gereken asıl fetih, kalblerin fethidir. Bu ise, İslâm ahlâkı ve nezâketiyle yaşayıp örnek bir şahsiyet hâline gelerek mümkün olur. Zîrâ tebliğ ve dâvetin tesiri, dâvetçinin yaşayışıyla ve kalbî hayatı ile de son derece irtibatlıdır. Buna göre gerçek bir tebliğci için, kâinâttaki ilâhî nizâmın hikmetini kavrayamamak ve mahlûkâtın hâl lisânından anlayamamak, kalbî kıvâmın noksanlığındandır. İçinde hassas bir yürek bulunmayan kuru bir cübbe ise, etrâfına hiçbir şekilde huzur, sürûr ve güzellikler tevzî edemez.

Bu yüzden öncelikli olarak kazanılması zarûrî olan harp, insanın iç dünyâsındaki harptir. Cenâb-ı Hak bu harbi îzah sadedinde insanın iç âlemindeki “fücûr ve takvâ”nın mücâdelesini bildirmektedir. Kalbin fücûrdan kurtulup takvâ ile tezyîn olabilmesi, insanoğlunun gerçek saâdeti ve ebedî kurtuluş sermâyesidir. İşte kalblere tesir ederek ebedî kurtuluş aşısı yapabilenler de, ancak içindeki mücâdeleyi kazanarak Hakk’a tam bir teslîmiyetle râm olanlardır.

Öte yandan, tebliğde dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da muhâtaba değer vermektir. Zîrâ tebliğin muhâtabı insan olduğuna göre onun, Allâh’ın en şerefli bir yaratığı olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Tebliğe, şâyet îmândan başlamak gerekiyorsa, muhâtabı bu mahrûmiyetine rağmen, yaratılışındaki aslî değer itibâriyle dikkate almalıdır. Bunun mânâsı, öfke ve şiddet yerine ümid, müsâmaha ve merhametle muâmele etmektir. Esâsen böyle davranmak, insana bakıştaki şu temel görüşe daha uygundur. Şâir bu nükteyi ifâde için:

“Yere düşmekle gevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten” (N. Kemâl) demiştir.

Bu hususla ilgili olarak şu misâli de verebiliriz:

Hacerü’l-Esved, Kâbe’nin duvarından kopup yere düşse, toz toprağa bulaşsa, nazarımızda değerinden bir şey kaybetmez. Böyle bir durumda onun aslındaki değere îtibâr ederek, o muazzez taşı ihtiramla kaldırıp lâyık olduğu muallâ mevkîye koymakla kendimizi mükellef addederiz. İnsan da ne kadar yaratılış gâyesinden uzak düşmüş olursa olsun, aslı itibâriyle böyledir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri insanı bu aslî mâhiyeti bakımından tekrîm etmektedir. Âyet-i kerîmede:

 nΩnOBG ≈pænH Énæresônc rón≤ndnh

“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyurulmaktadır. Hakîkaten o, sırf insan olmak haysiyetiyle Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olarak takdîm edilmektedir.

Îmân ve ondan sonra gelen sâlih ameller, bu aslî şerefin muktezâsıdır. Îmân ve sâlih amellerden mahrûmiyet ise bu aslî şerefin, yâni insan olma haysiyetinin îcâbını gerçekleştirememek mâhiyetinde dehşet verici bir mahrûmiyet ve aşağılanmadır. Amelleri bakımından kusurlu olanlar da, îmân mahrumları kadar olmasa bile, acınmaya lâyıktırlar. Böylesine bir mahrûmiyete mâruz kalana, sıradan insanlar kızabilirler. Lâkin îmânın vecd, lezzet ve kemâline nâil olanların ise acıması lâzımdır. Zîrâ o liyâkatten beklenen budur. Bu acıma duygusu ise yardımı îcâb ettirir. Yardımın en büyüğü ise, ebedî saâdet dâveti olan tebliğ ile gerçekleşir.

Gerçek bir tebliğci, ruhlara nizam ve hayat aşısı yapabilen rehber şahsiyettir. Her sahada tebliğini aşk, muhabbet ve merhamet ile yapmasını bilen, îmân kaynağı olan gönül insanıdır. Sözü, yazısı ve örnek zarif davranışları ile insanlığa saâdet ve huzur yolunu gösterecek o rehber kişiler, her mâtemin civârında, kimsesizlerin yanıbaşında, muzdariplerin baş ucundadırlar. Onlar, etraflarındaki sefâletlerin ıztırâbını ve bu husustaki mesûliyetlerini sînelerinde hissettikleri için, hidâyet ışığı bekleyenlerin imdâdına koşarlar.

Yine onlar, insanları Allâh’ın emâneti olarak telakkî ederler. Bütün mahlûkâta aşk ve merhamet ile yaklaşan bir rûh kazanırlar. Merhamet tohumundan fışkıran mesûliyet duygusu bu şekilde onları sıradan biri olmaktan çıkarır, ebedî vuslatın yolcusu yapar. Vuslat gayreti içinde çilelere râm olup hizmet ve irşada kendilerini adayanlar, böylece bu hakîkat kervanına iltihâk ederek kalblerini ebedîliğe taşıyanlar; Hüdâyî, Yunus ve emsâli Hak âşıklarının öz kardeşleri mesâbesindedirler.

***

Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu kıyâmete kadar tamamlayacağı yâni İslâm’ın kıyâmete kadar devâm edeceği bir va‘d-i ilâhîdir. Lâkin, tebliğ vazîfesinin dînin devâmına vesîle ve medâr olan bir keyfiyet olduğu da hatırdan uzak tutulmamalıdır. O din ki, Allâh’ın hakîkatine uygun bir sûrette bilinmesi ve ibâdetlerle tekrîm olunması zarûrîdir. Zîrâ, kâinâtın varlık sebebi budur.

Bir zaman veyâ mekânda dînin gücünü kaybettiği, insanların yanlış mecrâlara kaydığı müşâhede olunursa, orada tebliğ faâliyeti îmândan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazîfe olarak tezâhür eder. Hakkı ve hayrı tebliğ etme husûsunda bir başarı elde edilmedikçe birçok meşrû işin bile meşrûiyeti kaybolur. Meselâ bir annenin süt emmek mevkiindeki bir çocuğunu emzirmesi ne kadar muazzez ve mübârek bir faâliyettir. Lâkin, evinin yanmakta olduğunu müşâhede eden bir ana, çocuğunu emzirmeye devâm ederse mes’ûl olur. Çünkü yangına karşı bir şeyler yapmak o anda çocuğu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve âcildir. İşte dînin temsil planında mağlub olduğu bir zamanda hakkı ve hayrı telkin ve tebliğ eden bir zümre mevcûd olmadıkça başka işlerle meşgûliyet, sâir zamanlardan daha ağır bir vebâli mûcib olur.

Şunu da unutmamak îcâb eder ki, bu İslâm nîmeti 1400 seneden beri bizlere binbir çile ve ızdıraplarla ulaştırılmıştır. Bizlere düşen de, bu emâneti bizden sonraki nesillere aynı hassâsiyetle intikâl ettirebilmektir. Bu hususta, zamanımız fedâkârâne bir sûrette hayrın ve hakkın galebesi için gayretli olmayı gerektiren bir zamandır. Bu, esâsen mantıkî bir gerçektir. Zîrâ bir arabanın tekerleri çamura battığı zaman onu itenin emeği, araba düzyolda iken onu itmeye kalkışanın emeği ile mukâyese edilemez. Burada bir nezâket daha vardır. O da şudur ki, itilen bir arabanın tekerlerinin çamurdan çıkması için ancak bir çocuk bileği tâkatince güç vermeye ihtiyaç duyulduğu hassas bir anda o küçücük omuz verme faâliyeti daha büyük bir ehemmiyet arz eder. Buna mukâbil, o nâzik zamanda kenarda durup seyreden ve vazîfesini yapmayan kimsenin cürmü daha da ağırlaşır. Îmânların zaafa uğradığı, gençlerin birçok menfî cereyanlara kapıldığı, insanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup nefis sultasında yaşadığı günümüzde, az gayrete büyük sevap, az ihmâle de büyük vebâl terettüb ettiğini düşünerek zamânımızın nezâketine göre hareket etmeliyiz.

***

Dîn, îmân, vatan ve millet dâvâsında muvaffak olmak, elbette her insan için büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat tebliğde asıl mesele, muvaffakıyet veya mağlûbiyet değildir. Mühim olan, Allâh’ın rızâsına nâil olmak ümîdiyle bu yolda elden geldiğince gayret göstermektir. Zîrâ ilâhî mîzanda değerlendirilecek olan husus budur. Nitekim öyle zamanlar olmuş ki bir Peygamber gelmiş, büyük kalabalıklar ona tâbî olup hidâyete ermiş; yine bir peygamber gelmiş hidâyet tecellîleri az bir cemaat üzerine nasîb olmuştur. Yâni hidâyet Allâh’tandır fakat başta peygamberler olmak üzere bütün ümmet İslâm’ı yaşayıp tebliğ etmek mecbûriyetindedir.

Hâsılı; tebliğin evlâd ve âileden başlayarak bir müslümanın tabiat-i asliyesi hâline gelmesi zarûrîdir. Her mümin, tebliğin her hâlükârda mümkün olan yolunu araştırıp, sâhip olduğu güç, bilgi, kültür seviyesi, kalbî olgunluk ve bulunduğu mevkî nisbetinde üzerine düştüğü kadarıyla dâvet vazifesini yerine getirmekten ve insanları şuurlandırmaya gayret etmekten mes’uldür. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği gibi, Cenâb-ı Hak, kullarından tâkatlerinden fazlasını istememiştir. Lâkin tâkatleri nisbetinde de vazîfelerini yerine getirmekten mes’ûl kılmıştır.

***

Hakka ve hayra dâvet hususunda en ulvî ve mümtaz misâl, hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. Ondan sonra da o yüce varlığın veresesi olan ehlullâh hazarâtıdır ki, her hâlleri ayrı bir güzellik, incelik, derinlik ve yücelik ihtivâ eder. Nitekim bu has kullardan irşâdına mazhar olduğumuz ve bu ay vefatının dördüncü sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh’un nümûne hasletlerle lebâleb dolu olan ömrü, her vesileyle bizleri hakka ve hayra yönlendirici işâret ve irşadlar sergilemektedir.

Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ki, vefatlarıyla neticelenen hastalıklarında dahi: «Âh gücüm olsa da şehir şehir, kaza kaza dolaşsam ve kardeşlerimin maddî-mânevî sıkıntılarına merhem olmaya gayret etsem!..» iştiyak ve hasreti içinde idi.

Çünkü O, hayatını hem bedenî, hem mâlî, hem de kalbî bir kulluk şuûru ile yaşamayı, kendisine en büyük düstûr edinmişti. Gücü nisbetinde kâh eli ve kâh gönlü ile ulaşabildiği her yaralı gönlü, hattâ bütün mahlûkâtı kucaklardı. Ortaasya’ya kapılar ilk açıldığında ilerlemiş yaşından beklenmeyecek bir canlılık, zindelik ve gençlikle oraya koşmuştu. Diğer taraftan Güney Afrika’ya, Avrupa’ya gitmiş, oralara da mânevî, ictimâî ve kalbî güzellikleri taşımaya gayret sarfetmişlerdi.

Kısaca O, bütün hayatını Kur’ân-ı Kerîm’de

•  (Ne güzel kul!) diye medh ü senâ edilen, güzel hasletler sâhibi bir kul olabilme gayreti ile yaşadı. Böylece bu fânî kubbede ondan da ebedî devam edecek hoş bir sadâ kaldı. Hoş bir vefâ, hoş bir sehâ, hoş bir gönül, hoş bir tedâî, hoş bir ahlâk, baştan başa güzelliklerle dolu nümûne bir hayat kaldı…

Rabbimiz, onun gönlündeki ulvî feyizlerden istifâdeler ihsân eylesin!

Rabbimiz, zamânımızın nezâketi dolayısıyla hakka ve hayra dâveti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhiyyede beraat etmeyi cümlemize nasîb buyursun!

Allâh’ım! Bir ebediyet yolcusu olduğumuz şu dünyâda yerli edâsı ile bulunma gafletinden kalblerimizi muhâfaza buyur. Altımızdaki toprakları çiğnerken, günün birinde çiğnenecek bir toprak olacağımızın derin hikmet ve irfânını kalblerimize ihsân eyle! İslâm’ın nûru gıdâmız, Muhammedî rûhâniyet iklîmi teneffüsümüz, Allâh muhabbet ve rızâsı saâdet cennetimiz olsun! Âmin!..

Dipnot: 1) Bkz. Tâhâ Sûresi, âyet 43-44.