Hakka ve Hayra Davet -I-

2003 – Haziran, Sayı: 208, Sayfa: 032

Akıl, idrak ve iz’an gibi fıtrî sermâyeleri ifsâd edilmemiş her insan, içinde yaşadığı hayat ve kâinâtı gönül gözü ile seyrettiğinde, onun boş, gâyesiz ve hikmetsiz yaratılmadığını kavramakta güçlük çekmez. Derin hikmetler ve ciddî gâyeler ile yaratılan insanın bu fânî dünyâda başıboş olmadığı açıktır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder!” (el-Kıyâme, 36)

“Sizi sâdece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız.”

(el-Mü’minûn, 115) buyurulmuştur.

Her insan, “ömür” adı ile hissesine isâbet eden hayat akışını; yâni insan ile kâinât arasındaki râbıta ve beşik ile tabut arasındaki münâsebeti kavrama zarûretindedir.

Kâinâta hâkim olan ilâhî nizâm ve kudret akışları, akıl ve vicdan sâhiplerini, hikmet sahibi bir yaratıcıyı kabûle, yâni “îmân”a sevkeder. Fakat Allâh Teâlâ, insanların îmanlarının kâmil mânâda gerçekleşebilmesi için, onlara bir de hidâyet rehberi peygamberler göndermek sûretiyle, ilâve bir lutufta bulunmuştur.

Bu lutuflarla nâil olunan “îmân” nîmetinin insana kazandıracağı en mühim hasletlerden biri, şüphesiz ki “merhamet”tir. Merhamet, müminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Bizi Rabbimize yaklaştıran ilâhî bir cevherdir. Merhamet, insanı hodgâmlıktan diğergâmlığa sevkeden îmânın bir lutuf meyvesidir. Zîrâ îmân nîmeti gönülde kemâle erdikçe, îmândan mahrumlara acıma hissi artar, onlar için gösterilecek gayret de ziyâdeleşir. Bundan dolayı kâmil bir müminin rûhu, etrâfında hidâyet dâvetine muhtaç insanlar varken, sırf kendi îmânı ile tesellî bulamaz.

Hiç şüphesiz ki insan, âhiret yolculuğuna çıkmış fânî bir yolcudur. Bunu inkâr etmek, gözlerini yumup güneşi inkâr etmek kadar akla, mantığa ve vicdâna zıt bir keyfiyettir. O hâlde, hayatı bu hakîkat istikâmetinde tanzîm etmek de aklî, mantıkî ve vicdânî bir zarûrettir. Bu hayat yolculuğunda, müminin sâhip olduğu nîmetleri nefsine hasretmeyerek muhtaç olanların irşâdına gayret sarfetmesi, onun dînî ve vicdânî vazifelerinin en mühimlerinden biridir. Zîrâ insanları hakka, hayra, fazîlete, îmâna, sâlih amellere ve dolayısıyla ebedî saâdete dâvet etmek; onların kötülüklerden uzaklaşmalarına yardımcı olmak; ahlâk zaafına uğrayıp rezâlet çukurlarına ve küfür karanlıklarına düşmemeleri için gayret göstermek, dünyâ ve âhirette en hayırlı ve ecri büyük vazîfelerdendir. Bunun için de bir müminin, önce kendi şahsiyetini ikmâl etmesi gerekir. Zîrâ insanları hakka ve hayra irşâd için en tesirli vâsıta; hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun müşahhas bir timsâli hâline gelmektir.

Dînimizde bu hayra dâvet ve kötülüklerden sakındırma vazîfesine “emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker” adı verilir. Bu husustaki ilâhî emir, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmiştir:

“Sizden, hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, fazîleti rezâletten, olgunluğu hamlıktan ayırabilmek için yegâne kıstas; dînin sesi yâni Allâh ve Rasûlünün emirleri ve tavsiyeleridir. Bu sesi yükseltmek, her müminin öncelikli vazîfelerindendir.

Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmede de tebliğ vazîfesinin “büyük bir cihâd” olduğunu şu şekilde bildirmektedir:

(Rasûlüm) Kâfirlere aslâ boyun eğme ve bununla (bu Kur’ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir mücâhede ver!”(el-Furkan, 52)

Hakîkaten bu “büyük mücâhede” emrinin, henüz müminlerin müşriklerle mücâdele edecek güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde, yâni cehâletin dehhâmeleştiği, sapıklığın kudurduğu, fesat ve anarşinin hortladığı, küfür ve ilhâdın saltanat kurduğu bir devirde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktaydı ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliği idi. Zîrâ o dönemde müminlerin zâlimlere ve düşmanlarına karşı ne savaşacak kadar güçleri, ne de ellerinde askerî techizatları vardı. Allâh’ın kelâmından başka ellerinde hiç bir şey yoktu. O hâlde âyet-i kerîmede bildirilen bu büyük mücâhede ve gayretin yegâne yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliği idi.

`

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:

“Sâdece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan (onunla yaşayıp tebliğ eden) kimse, diğeri de Allâh’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda infâk eden kimse.” (Buhârî, İlm 15; Müslim, Müsâfirîn, 266)

Kur’ân ile meşgûliyetin en fazîletli şekli; onu öğrenmek, öğretmek, onun ahlâkıyla ahlâklanmak, emir ve nehiyleri istikâmetinde bir hayat yaşamak, îmân zerâfeti ve yumuşak bir lisân ile tebliğinde bulunmaktır. Kur’ân ile tebliğin, arzu edilen derecede güzel bir tesir bırakabilmesi, ancak Kur’ân ile meşgûliyette bu duygu derinliğine ulaşmış hassas müminlerin kârıdır.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i öldürmek gibi menfur bir niyetle yola çıkan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hidâyete ermesine vesîle olan, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın duâsı bereketine ilâveten, kız kardeşinin evinde kalbî derinlikle okunan ve yaşanan bir Kur’ân’ın tebliğinden ibâretti.

Diğer taraftan, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve ashâb-ı kirâm hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’i ve dolayısıyla Allâh’ın dînini tebliğ yolunda bütün güçleri ile gayret sarfetmiş, bu uğurda mallarıyla ve canlarıyla her türlü imkân ve kuvvetlerini seferber etmişlerdi. Allâh Rasûlü’nün hidâyete dâvet eden mektubunu cellatların önünde krallara korkusuzca okuyup teslim eden sahâbî, vazîfesi uğrunda canını bile vermekten çekinmemişti. Allâh Rasûlü’nün meşhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen takrîben 120 bin sahâbîden yaklaşık ancak 20 bin kadarının Mekke ve Medine’de medfûn olduğu düşünülürse, tebliğ dâvetinin ashâb-ı kirâm tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecân şerâresi hâlinde yaşandığı daha iyi idrâk edilir. Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden sahâbî, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın kaderinde şerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı.

Bilhassa Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in insanlığı hidâyete dâvet eden ilâhî mesajı tebliğde sarfettiği insanüstü gayret ve mücâdele, bir taraftan tebliğ vazîfe ve mesûliyetinin azamet ve ehemmiyetini ortaya koyarken, diğer taraftan da müminlerin bu hususta nasıl bir îmân heyecânı içinde yaşamaları gerektiğini telkîn etmekteydi.

***

Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına en mükemmel bir örnek olarak gönderdiği Rasûl-i Ekrem

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, hayatını tebliğ vazîfesine adamıştı. Müşriklerin dünyevî ve nefsânî bakımdan son derece câzip tekliflerini reddettiğinde daha da artan eziyet, alay, hakâret ve haksızlıklarına mâruz kalmak dahî O’nu dâvâsı yolunda gayretten alıkoyamıyordu. Bu yolda en ufak bir sarsılma kabûl etmeyecek kadar kararlı ve büyük bir îmân vecdi içerisinde idi. Daha tebliğ vazîfesinin başladığı en zayıf zamanlarında bile onu dâvâsından vazgeçirebilmek için müşriklerin yaptıkları çok câzip tekliflere verdiği şu târihî cevap da bunu ortaya koymaktaydı:

“Vallâhi, Al­lâh’ın dî­ni­ni teb­liğ­den vaz­geç­mem için, gü­ne­şi sağ eli­me, ayı da sol eli­me ko­ya­cak ol­sa­lar, ben yi­ne de bu dâ­vâ­dan vaz­geç­mem! Ya yü­ce Al­lâh, onu bü­tün ci­hâ­na ya­yar, (böylece) va­zî­fem bi­ter; ya da bu yol­da ölür gi­de­rim!” (Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64)

Hakîkaten Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, İslâm’ın tebliği için hiçbir beşerin tâkat getiremeyeceği zahmet ve eziyetlere katlanmış, her türlü fırsatı değerlendirmiş, insanların gönüllerine hidâyet tohumları ekebilmenin bütün yollarını tatbik ederek ümmete en güzel bir şekilde örnek olmuştur.

Nitekim Peygamberliğinin ilk yıllarında müşriklerin hac için Mekke’ye geldikleri zamanlarda bizzat bütün kabîleleri dolaşır, İslâm’ı onlara defâlarca anlatırdı. Halkın toplu hâlde bulundukları yerleri, sohbet meclislerini durmadan dolaşarak, rastladığı herkesi, hür-köle, zayıf-kuvvetli, zengin-fakir ayırt etmeden, evvelâ Allâh’ın birliğine inanmaya dâvet ederdi.

***

Câbir -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, câhiliye devrinin bir hac mevsiminde vakfe mahallinde dâvâsını hacılara arz ediyor ve:

«–Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbimin kelâmını tebliğ etmeme mâni oldu.” diyordu. (Ebû Dâvud, Sünnet, 19-20)

Ayrıca Mekke’de kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlarda kabilelerin konak yerlerine kadar gidip onlara kendisini tanıtır, onları Allâh’ın birliğini ikrâra ve yalnız O’na ibâdet etmeye dâvet ederdi.

Bilhassa Taif’te mâruz kaldığı hakâret ve eziyete rağmen O yine de Allâh’tan onların kurtuluşunu niyâz ediyor, koca Taif’ten yalnız Addâs adlı bir kölenin hidâyete ermesi bile, onun mahzun gönlüne ferahlık bahşetmeye kâfî geliyordu. Gördüğü zulüm ve hakarete rağmen hiddete kapılmayıp gönlünde af ve merhametin galebesi sebebiyle onların hidâyetleri için duâ edebiliyordu.

***

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gönlü, Taif halkının kendisine yaptığı zulümden mahzûn olmakla birlikte O’nu düşündüren asıl husus, tebliğ vazîfe ve mes’ûliyetinde noksanlık ve zaafa düşme endişesi idi. Nitekim o şartlar altında dahî Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde ilticâ ediyordu:

“Allâh’ım! Kuvvetimin za’fa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi sana arzediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı ga­zaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî, sen kavmime hidâyet ver; on­lar bilmiyorlar. İlâhî, sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…”

Şu fânî hayatın sonsuz zevkini tadabilmek,  Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz gibi, gönül bahçelerinden af ve merhamet râyihası çıkarabilmekle mümkündür. Merhameti bütün sevdâların üzerine yükseltmemiz zarûrîdir. Merhamet edelim ki, ilâhî merhamete lâyık hâle gelelim ve Hak Teâlâ’nın “Rahmân” sıfatından üzerimize bir tecellî nasib olsun.

***

Hak Teâlâ’nın rahmeti öyle bir deryâdır ki, yüreğimizin dolması için ondan sâdece bir damla kifâyet eder. O damla, gönle düşüp deryânın lezzetini tattırdığı anda, o gönül deryâya kavuşmuş olur. Birer rahmet deryâsı hâline gelen gönüller de ilticâ, duâ ve tebliğ ile hakîkî kıvamına ulaşırlar. Böyle gönüller artık, hâl lisânı ile “acıyın bize” diye feryad eden, yaratılış gâyesinden habersiz gâfillerin sessiz feryadlarını duyar hâle gelir. O mâtemlerin civârında bulunur. İşte Taif, bu hâlin en müşahhas bir misâlidir. Güneş için ısıtmamak ve aydınlatmamak nasıl imkânsız ise kâmil rûhlar için de acımamak ve dolayısıyla hakkı ve hayrı tebliğ etmekten bîgâne kalmak öyle imkânsızdır.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, muhakkak ki âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Her ne kadar kimi insanlar bir zamanlar O’nun kıymetini takdîr edemeyip inkâr etmiş, O’na hakâretin her türlüsünü revâ görmüşlerse de, onların bu nevî taşkınlık ve kabalıkları bile -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’de merhametin gadaba gâlibiyetini engelleyememiş, bilâkis onlara daha fazla acıması netîcesini hâsıl etmiştir. Böylece, düştükleri sefâleti saâdet zanneden nice muzdarip rûhlar, engin bir şefkat, müsâmaha, af ve merhamet deryâsı hâlindeki nebevî gönül iklîminde îmân şerefine nâil olmuşlardı.

***

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…”

(Âl-i İmrân, 110)

İşte bizim de âyet-i kerîmede buyurulan “en hayırlı ümmet” beyânının muhtevâsına girebilmemiz için, Rasûlullâh Efendimiz gibi mârufu yâni iyilik, fazîlet ve hayrı yaşayıp emretmemiz, münkerin yâni kötülük ve şerrin de hâricinde kalıp bundan nehyetmemiz gerekmektedir.

Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede de:

(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih amel işleyen ve «Ben Müslümanlar­danım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) buyurarak bu ulvî vazîfenin kendi katındaki kıymetini bildirmektedir.

Ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına nâil olduğumuz Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurabilmek için canhıraş bir şekilde vermiş olduğu mücâdeleyi unutmayıp, O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne kadar yaşayabildiğimizi sık sık muhâsebe etmeliyiz. Zîrâ Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ömrü boyunca yerine getirdiği bu vazîfesinin ümmeti tarafından da her hâlükârda devâm ettirilmesini istemektedir. O, her fırsatta ümmetine tebliğ vazîfe ve mes’ûliyetini hatırlatıp bunu teşvîk etmiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde:

“Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise:

“Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ağartsın. (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7) buyurarak ümmetini tebliğ vazîfesine teşvik etmişlerdir.

Ayrıca, insanlığı kötülük ve şerden, güzellik ve hayra dâvet eden bütün bu tebliğ ve îkâz vazîfelerinin, îmânımızın bir nevî mihenk taşı mevkiinde olduğunu ihtâr eden şu nebevî beyân da çok ibretlidir:

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu imânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki; siz ya iyilikleri emreder, kötülükleri önlersiniz, ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)

Yâ Rabbî! Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesinin ihmâlinden doğacak acı netîcelerden Sana sığınırız.

Yâ Rabbî! Beşeriyete en güzel bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiğin Rasûlünün güzel ahlâkından hisse alarak, hakka ve hayra dâvet vazîfemizi lâyıkıyla îfâ edebilmemizi ve Rasûlünün yüce şefaatine ermeyi, biz âciz kullarına lutfeyle!

Âmin!..