Hakikat, Zıtlarla Netleşir

Yıl: 2009 Ay: Mayıs Sayı: 51

İstanbul’un büyük velîlerinden Sümbül Efendi, bir gün talebelerine:

“–Eğer bütün dünyayı baştan sona değiştirme imkânına sahip olsaydınız, neler yapardınız?” diye sormuş.

Her bir talebe, kendi gönül ufkuna göre en doğru, en güzel ve en mutlu dünyayı târif etmiş. Kimi:

“–Dünyadaki bütün kötülüklerin yok olmasını isterdim!” demiş. Kimi:

“–Bütün dünyanın cennet bahçesi misâli, çiçeklerle müzeyyen olmasını isterdim.” demiş. Kimi de:

“–Bütün gariplerin sevindiği, çâresizlerin dertlerine çâre bulduğu, bütün hastaların şifâ-yâb olduğu huzur dolu bir dünya isterdim.” diye cevap vermiş.

Talebelerinin fikirlerini tek tek dinleyen Sümbül Efendi, bir tanesinin hiç söz almadığını fark etmiş ve:

“–Oğlum Muslihiddin, sen ne düşünüyorsun? Dünyayı nasıl değiştirmek isterdin?” diye sormuş. Muslihiddin:

“–Efendim, ben, -hâşâ- Cenâb-ı Hak’tan daha âlim, daha hikmet sahibi değilim. Ben âciz bir kulum. İnsan nefsini tanırsa Rabbini daha iyi tanır. Şüphesiz O’nun tesis etmiş olduğu bu dünya hayatında her şeyin bir yeri ve hikmeti vardır. Bana kalmış olsa, ben her şeyi yine olduğu gibi merkezinde bırakır ve takdîr-i Hudâ’dan râzı olurdum.” demiş.

Gözde talebesi Muslihiddin’in bu cevabını çok beğenen Sümbül Efendi:

“–Evlâdım, çok güzel ifâde ettin. Mâdem sen, bu dünyada her şeyi merkezinde bıraktın, biz de bundan sonra sana «Merkez Efendi» diyelim.” demiş.

Düşünmek gerekir ki, bir tiyatro sahnesinde bir senaryo oynansa gayet kolay anlaşılır. Fakat iki-üç senaryo aynı anda sahneye konulsa, roller birbirine karışıp senaryolar anlaşılmaz bir hâl almaya başlar. Hâlbuki cemâdat, nebâtât ve hayvanâtıyla sayısız varlıkların âdeta ilâhî bir senaryoyu andıran kaderlerinin aynı anda sahnelendiği bu dünya hayatında, böyle bir karmaşa ve keşmekeş yaşanmaz. Bilâkis bütün hâdisat, vukuat ve oluşlar; birbirini âhenkle tamamlayan ilâhî kudret ve sanat hârikaları, ilâhî ibretler ve hikmetler manzûmesidir.

Gerçekten, bir imtihan mekânı olan bu dünyada her şey, hamd, şükür, zikir ve rızâya vesîle olacak şekilde Cenâb-ı Hak tarafından sonsuz bir ilim ve hikmetle tanzîm edilmiştir. O’nun tanzîminde boş ve abes yaratılmış hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, O’nun ilim ve hikmet sıfatlarıyla tezat teşkil edemez. Bu sebeple beşer aklının çözemediği hâdiseleri de tevekkül ve teslîmiyetle karşılamak îcâb eder.

İnsan idrâki, bu dünyadaki her şeyi ancak zıddı ile kavrayacak şekilde yaratılmıştır. Meselâ renkler arasında kontrast/zıtlık arttıkça daha net bir görüntü elde edilir. Tıpkı siyah bir örtü üzerinde beyaz bir noktanın hemen fark edilmesi gibi. Bu hakîkat, maddî-mânevî her hususta geçerlidir.

Bundan dolayıdır ki; soğuk bilinmeden sıcak tam olarak kavranamaz. Yiyeceklerin ekşisi, acısı tuzlusu olmasaydı, tatlı ve lezzetli olanı da bilinemezdi. Hastalıktan önce sıhhatin, ihtiyarlık başa gelmeden önce gençlik ve zindeliğin, yoğun meşgaleden önce boş vaktin kıymetinin lâyıkıyla bilinememesi de bu sebeptendir.

Bütün bunlar gibi hakkın ve hayrın fazîleti de, bâtıl ve şerrin rezillik ve çirkinliği karşısında daha net olarak idrâk edilir. Merhum Necip Fâzıl’ın;

Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın;

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın…

mısrâları, âlemde her şeyin zıddıyla kâim oluşunun edebî bir ifâdesidir. Yâni kötü örnekler, güzel örneklerin idrakteki yerini daha da netleştirir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “esfel-i sâfilîn / aşağıların en aşağısı” durumundaki Firavunları, Hâmanları, Nemrutları misal verdiği gibi; bunun zıddına hakkı, hayrı ve güzel ahlâkı tebliğ eden, ebedî saâdet rehberi peygamberleri ve onlar içinde de bilhassa beşeriyete emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûl-i Ekrem I Efendimiz’i de misal vermektedir.

Velhâsıl bu âlemde her şey zıddıyla kâimdir. Zıddı olmayan bir şeyin, idrâk edilmesi mümkün değildir. Allâh’ın zâtının beşer idrâkiyle kavranamayışı da O’nun eşi-benzeri olmadığı gibi, zıddının da bulunmayışındandır.

İşte îmânın aydınlattığı hikmet ve mârifet nazarıyla kâinâta bakılırsa her şeyin mânâsı berraklaşır, kötülüklerin ve şerrin bile yersiz ve hikmetsiz olmadığı kolayca anlaşılır. Fakat insan, hayat ve hâdiselere sadece tek bir cihetten bakarsa, hikmetini kavrayamadığı bazı aksilikler sebebiyle lüzumsuz yere ye’se kapılıp karamsar olabilir. Hâlbuki şu âyet-i kerîmenin beyân ettiği hakîkat ne kadar hikmetlidir:

“…Bazen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Ve bazen de bir şeyi seversiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

O hâlde doğruyu ve gerçeği arayan insan, her şeyi sırf kendi ölçüleriyle değil, ilâhî hakîkatlerle mîzân etmelidir. Zira bu dünya ölçülerinde zaaf olarak görülen nice hâller vardır ki, âhirette meziyet ve fazîlet olarak tecellî eder.

Hak dostu Veysel Karânî Hazretleri; bu imtihan âleminde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının nasıl bir zıtlığa rabtedilmiş olduğunu, yedi maddede[1] şöyle ifade eder:

 

1- YÜKSEKLİK ARADIM, TEVÂZÛDA BULDUM:

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

İdrîs -aleyhisselâm- bir nasîhatinde der ki:

“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzû hâli artar.”

Ârif bir şâir de bu hakîkati şöyle nazma döker:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât

Mütevâzî olanı rahmet-i Rahman büyütür.

“Tohum toprağa düşmedikçe filizlenip büyüyemez. Allâh’ın rahmeti de, kibirlileri değil, ancak mütevâzı olanları büyütüp yüceltir.”

Hazret-i Mevlânâ’nın şu beyânı da, böbürlenenlerin ve benlik iddiâsına kalkışanların, kazâ kılıcını kendi aleyhlerine tahrik ettiklerinin açık bir ifâdesidir:

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de yoktur.”

Gurur, kibir ve ucub, ekseriyetle istîdatlı ve varlıklı insanlarda meydana gelir. Hâlbuki insana lutfedilen bütün nîmetler, iki uçlu bir bıçak gibidir. Yani hayra da, şerre de kullanılabilir. Bu itibarla maddî-mânevî istîdat ve zenginliklerin asıl ihtişâmı, cimrilik ve israftan uzak durup tevâzû ve cömertlikle imkânlarını muhtaçlara sarf edebilmektir. Mü’min dâimâ; “Kendime ne kadar, başkalarına ne kadar Allah rızâsı için sarf hâlindeyim?..” tefekkürü içinde olmalıdır.]

 

2- BEYLİK ARADIM, HAYIRSEVERLİKTE BULDUM:

[Allah Rasûlü I buyurur:

“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, II, 324)

İnsanların efendisi olmak, hayırseverlik ve hizmetle mümkündür. Bilindiği üzere insan, ihsâna mağluptur. İyilik yapmak, nice katı kalpleri yumuşatır. İnsan, iyiliğini gördüğü kimseye kalben râm olur, onu baş tâcı eder.

Ağniyâ-yı şâkirîn, yâni şükür ehli zenginlerden olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın şu ifâdeleri ne kadar güzeldir:

“Zenginliğin saltanatı, şükürdür. Şükür ise bol bol infâk etmektir.”

Âyet-i kerîmede de infâkın ölçüsü şöyle beyân edilir:

“…(Rasûlüm!) Sana (hayır-hasenat yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlası(verin)!..” (el-Bakara, 219)]

 

3- MÜRÜVVET ARADIM, DOĞRULUKTA BULDUM:

[Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Em­ro­lun­du­ğun gi­bi dos­doğ­ru ol!” (Hûd, 112)

“…Bu (kıyâmet), sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119)

Gerçek mürüvvet ve yiğitlik, özü-sözü doğru olmaktır. Doğruluk ve dürüstlük, bâzen insanı zor duruma düşürerek bedel ödetebilir. Fakat âhiret gerçeğinden haberdar olanlar, her türlü bedeli ödemek pahasına istikâmetlerini eğriltmezler. Bu fânî dünyada insan, yalan sayesinde pek çok sıkıntıdan kurtulduğunu zannedebilir. Fakat unutmamak gerekir ki, bunların hepsi, âhirette sahibinin elinde patlayacak bombalar mesâbesindedir.

Şerefli bir ömür; sırât-ı müstakîm üzere bulunmak, yani doğru yaşamak, doğru konuşmak ve arkasından gelenlere en büyük mîras olarak temiz bir vicdan ile lekesiz bir hayat bırakabilmektir…]

 

4- ŞAN ARADIM, HİÇLİKTE BULDUM:

[Peygamber Efendimiz I «Yâ Rabbi, Sen’i lâyıkıyla tanıyamadım, Sana lâyıkıyla kulluk yapamadım.» diyerek acziyet ve hiçlik hâli içerisinde Rabbine ilticâ etmiştir. Allâh’ın en sevgili kulu olarak Hazret-i Peygamber I Efendimiz’in Rabbine karşı bu hiçlik hâli, biz ümmet-i Muhammed’in de en mühim şiarlarından biri olmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kulluk, O’nun azametini ve bizlere lutfettiği sayısız nimetleri tefekkür ederek ibâdetlerimizi ve şükrümüzü hiçbir zaman tam ve yeterli görmemeyi gerektirir…

Velhâsıl duâlarımız gibi ibadetlerimizin de kabûle muhtaç olduğunu unutmadan, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a duâ ve ilticâ hâlinde yaşamamız îcâb eder.]

 

5- NİSBET VE ŞÖHRET ARADIM, TAKVÂDA BULDUM:

[Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“…Takvâ sâhibi olun, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282)

“…Sizin en değerliniz, Allah’tan en çok korkanınız (takvâca en üstün olanınız)’dır…” (el-Hucurât, 13)

Şüphesiz ki, insanlık içinde en şerefli neseb, Hazret-i Peygamber I Efendimiz’in Ehl-i Beyt’i ve onların soyundan gelen Seyyid ve Şerîflerdir. Fakat, takvâ, öyle bir şeref menbaıdır ki, sahibini en şerefli nesebin bir ferdi kılar. Yâni mânen Ehl-i Beyt’in bir mensûbu hâline getirir.

Nitekim Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, her hâli ile o kadar güzel bir İslâm şahsiyeti sergiliyordu ki, Ensâr da, Muhâcirler de:

“−Selman bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuşlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz I :

“–Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurarak onu taltif etti. (İbn-i Hişâm, III, 241)

Demek ki, zâhirî mânâda Ehl-i Beyt’e mensûb olmanın dışında, bir de mânen ve rûhen Ehl-i Beyt’ten olmak vardır ki, mü’min gönüller için mertebelerin en şereflisi olan bu fazîletin yegâne şartı “takvâ”dır. İnsanın asıl değeri, Cenâb-ı Hakk’a karşı içinde taşıdığı takvâ hissiyle ölçülür; dünyadaki mal, mülk, makam ve şöhretle değil!..

Velhâsıl takvâ; Allâh’a kul olabilme ve Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanabilme sanatıdır.]

 

6- ŞEREF ARADIM, KANAATTE BULDUM:

[Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (Deylemî, III, 236/4699)

“Dünyaya gönül bağlama ki Hak seni sevsin; insanların eline bakma ki halk seni sevsin.” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

 “…Mü’minin şerefi, geceleri kâim olmasında; izzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasındadır!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Bazıları nice dünyalığa sahip oldukları hâlde, gözleri doyum hâlinde değildir. Kendilerine bütün Dünya verilse; “Acaba Ay’dan da bir parsel alabilir miyim?” demeye başlarlar. Kanaat yoksulu bu insanların hâlini, Allah Rasûlü I şöyle tasvîr eder:

“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allah, tevbe edenin tevbesini kabûl eder.” (Buhârî, Rikâk, 10)

Velhâsıl insanı yücelten, sahip olduklarıyla yetinmeyi bilmesi ve kul olarak dâima fakr u zarûret içinde bulunduğunu kalben idrâk etmesidir. Zîrâ kendisine dünyalar verilse, nihayet hepsi dünyada kalacak, kıyamette ise dünya da infilâk edecektir…]

 

7- RAHAT ARADIM, ZÜHDDE BULDUM:

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzura ve doyum noktasına erer).” (er-Ra‘d, 28)

Zühd, dünyâ nîmetleri ile meşgul olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Yani dünya ve onun içindekilere esir olmamak, kalbi dünyanın kasası olmaktan muhâfaza etmektir.

Dünya hayatındaki insanı, varlık deryasında yüzen bir gemiye benzeten Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Şayet derya, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur ve onu dilediği yere götürür. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa, onu helâke götürür.”

“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para-pul, giyim-kuşam, kadın ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

Mü’min gönüller için Allah ile beraberlik kadar huzurlu bir başka şey yoktur. Allah’tan bîhaber yaşayanların ruhları dâimâ muzdariptir. Kendilerini avutmak için sarıldıkları dünya zevkleri rûha bir inşirah ve ferahlık veremez. Kasvet-i kalbin devâsı, Hakk’ın rızâsına vesîle kılınması gereken dünyayı kalpte putlaştırmamak ve onun vâsıta olduğunu bilip gâye hâline getirmemekle mümkündür. Bu ise dünyadan kalben yüz çevirmeyi, onu kalbe sokmamayı gerektirir.]

Velhâsıl, hakîkî saâdet, ancak nefsânî arzuların zıddında gizlidir. İnsan, gözleri ve gönülleri çelen, yaldızlı ve fânî zevklerin dünyasında değil, acı da gelse, ebedî hakikatlerin dünyasında yaşamalıdır. Sahâbeden Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri bu hakîkati ne güzel îzah eder:

“İslâm, nefse hoş gelmeyen bazı zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah I ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize üstünlük ve zafer bahşolundu. Yine Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de:

«(Onların bu hâli) mü’minlerden bir grup kesinlikle istemediği hâlde, Rabbinin Sen’i evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki hâlleri) gibidir. Gerçek ortaya çıktıktan sonra bile sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad husûsunda) Sen’inle tartışıyorlardı.» (el-Enfâl, 5-6) buyurarak târif ettiği hâl üzere, Allah Rasûlü’nün yanında Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizlere üstünlük ve zafer lutfetmişti. Yani biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi her zaman ve zeminde rızâ-yı ilâhîyi arayıp bulmasını bilen ârif kullarından eylesin. Nefsânî arzularının peşinde sürüklenerek âhiretini ihmal eden bedbahtların âkıbetine uğramaktan muhâfaza buyursun. Gönüllerimizi îman neşvesi ve zikrullah huzuruyla doldursun.

Âmîn…


Dipnot:

[1] Bkz. Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 64.