Hak ve Hukuk Tevzî Eden Âdil Devlet Reisi

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2014 Ay: Şubat Sayı: 89

Efendim; Bir hadîs-i şerîfte “Allah Teâlâ’nın kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde, gölgesinde barındıracağı yedi kimseden birinin de, «Adâletli Devlet Reisi» olacağı” haber verilmektedir. Âdil idârecilerin Hak katındaki bu ulvî kıymetinin sebep ve hikmetlerine dâir neler söylemek istersiniz?

Cenâb-ı Hak, bu kâinâtı baştanbaşa adâletiyle tanzim etmiştir. Kullarına da her hususta âdil davranmayı, her konuda hakkı gözetmeyi, her hak sahibine hakkını vermeyi ve dâimâ hakkı tevzî etmeyi emretmiştir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah Teâlâ, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi kesinlikle emreder; çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90)

“…Dâimâ âdil davranın. Muhakkak ki Allah, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9)

Bunun mukâbili olarak Cenâb-ı Hak, başkalarının hakkına riâyetsizlikten ve bilhassa zulümden insanı şiddetle sakındırarak şöyle buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Allah için adâletle şâhitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, zira takvâya en yakışanı budur…” (el-Mâide, 8)

Asr-ı saâdette yaşanmış şöyle bir hâdise vardır:

Hayber zaferinden sonra Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revâha’yı oraya gönderirdi. Abdullah bin Revâha da, vergi olarak alınması gereken hurma miktârını tahmin edip bunu onlardan tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullah’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherat topladılar ve:

“–Bunlar senin, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:

“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)

Yine bir misâl kabîlinden, hak ve adâletin tevzîi husûsunda büyük bir vicdânî hassasiyet içinde bulunan Ömer bin Abdülaziz’in durumunu, hanımı Fâtıma şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

«−Nedir bu hâlin?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:

«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..»” (İbn-i Kesîr, 9/201)

Yine hanımı Fâtıma der ki:

“Onun ibadeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allah korkusunu, kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki çırpınıp dururdu. Sanki suya düşmüş bir kuşun çırpınması gibiydi. Haşyetullah ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de dayanamazdım, üzerine yorganı atardım. Onun bu hâlini görünce, keşke hilâfetle aramız, güneş ile dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı, derdim.”

Böylesi bir gönül hassâsiyeti taşıyan âdil idâreciler için, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in şu ifâdesi ne büyük bir müjdedir:

“Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77)

Şeyh Edebali Hazretleri, sanki bu hakikati anlatmak istercesine Osman Gâzi’ye ve onun şahsında da istikbaldeki devlet adamlarına bir istikâmet kazandırmak için hikmet dolu tavsiyelerinin bir kısmında şöyle buyurmuştur:

 “Unutma ki, yüksekte yer tutanlar (yani halkı veya bir toplumu idâre edenler), aşağıdakiler kadar emniyette değildir.”

Şanlı tarihimiz, hak ve adâlet tevzîinin zirve bir sûrette yaşandığı sayısız misallerle doludur.

Meselâ Plevne kahramanı Osman Paşa hristiyan halkı korumak maksadıyla onlardan cizye almaktaydı. Fakat onları koruyamayacağını anladığında onları toplayarak:

“–Ben, sizi muhafaza etmek için sizlerden cizye (vergi) aldım. Fakat sizi bugün muhafaza etme gücüm kalmadı. Bu cizyeleri size iâde ediyorum.” demiştir.

Hattâ Rus kumandanı, sergilediği hak ve adâlete hayranlığından dolayı, Osman Paşa’nın kendisine uzattığı kılıcını almamış ve:

“–Sizin gibi değerli ve cesur bir askerin kılıcı alınmaz, buyurun paşam kılıç sizindir.” diyerek Osman Paşa’nın kılıcını kendisine takdim etmiştir.

Osmanlı’nın tevzî ettiği bu hak ve adâlet dolayısıyla Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Yine bu yüksek hak ve adâlet anlayışı, reformist Martin Luther’e şu sözü söyletmiştir:

“Yâ Rabbî! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasiplenelim!..”

Velhasıl tarihimiz böyle şerefli, altın sayfalarla doludur.

Peygamber Efendimiz’in şu beyanları da, en alt kademeden en üst kademeye kadar her mü’minin, hak ve adâlet husûsunda nasıl bir mes’ûliyet içerisinde olması gerektiğini açık bir sûrette ifâde etmektedir:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmâm çobandır ve sürüsünden mes’uldür Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

“Verdiği hükümlerde, âilesinin ve halkın yönetiminde adâletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan minberler üzerinde otururlar.” (Müslim, İmâre, 18)

Cenâb-ı Hak, kullarına karşı çok merhamet sahibi olduğundan, onlara merhamet, şefkat ve adâletle muâmele eden kullarını sever ve onları kıyametin dehşetli gününde husûsî himâyesine alır.

Velhâsıl adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, fakat zulm ile olunmaz!” sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde sadedinde de; “Adâlet mülkün temelidir.” denilmiştir.

Son olarak sizlerle, âdil bir devlet başkanının nasıl bir gönül hassâsiyeti taşıması gerektiğini ifâde sadedinde, Hazret-i Ali’nin Mısır’a vali tayin ettiği Mâlik bin Hâris’e yazdığı emirnâmede yer alan aşağıdaki ifâdelerini ve Yusuf Has Hacib’in, “Mutluluk Bilgisi” demek olan Kutadgu Bilig adlı eserinden bâzı nasihatlerine yer vermek istiyorum:

Emirnâme’den:

“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla küfrân-ı nîmette bulunma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”

“Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mânî olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma!”

“Altından kalkamayacağını anladığın konuları Allâh’a ve Rasûlü’ne havâle et!

Allâh’a havâle, O’nun Kitâbı’na; Rasûlü’ne havâle de O’nun Sünneti’ne müracaat etmek demektir.”

“Kendini beğenme, yüzüne karşı seni övenlere itibar etme! Yaptığın işleri insanların başına kakma, yaptığın işleri büyütme, onlara verdiğin sözden dönme! Başa kakmak iyiliği bitirir, mübalağa hakikati söndürür, sözünde durmamak ise Hālık’ın da halkın da nefretini celb eder.”

“Diken tohumları ekilen bir tarladan, gül desteleri derlenemez.”

“Her ne kadar temiz bir niyetle ve insanların faydası için yaptığın bütün çalışmalar Allah rızâsı içinse de, sen yine de vakitlerinin en hayırlısını Allah ile kendi arandaki işler için ayır! Sırf Allah rızâsı için edâ edeceğin ibadetlerin en mühimi de Allâh’ın zâtına mahsus olan farzlardır. Gecende ve gündüzünde, bedenindeki Allâh’a ait kulluk hissesini ayır ve seni yüce Rabbine yaklaştıran bu ibadetleri her ne pahasına olursa olsun eksiksiz yerine getir!..” (Muhyiddîn Seydî Çelebi, Buhârî’de Yönetim Esasları, s. 32, 47-54)

Kutadgu Bilig’den:

“Ey hükümdar, az ye, çok ibadet kıl; bütün faziletleri bil, fakat sözü az söyle.

Fakir, dul ve yetimleri kolla; bunları korumak, kanunu gerçekten tatbik etmek demektir.

Açgözlü kimseye memlekette mevkî verme; onun memleket nizamını bozacağından hiç şüphe etme.

Kendi menfaatini arama, halkın menfaatini düşün; senin menfaatin halkın menfaati içindedir.

Halka huzur ve rahat sağlayacak bir nizam kur; sana hayır-duâ etsinler.”

Zira bu gönül hissiyatına sahip âdil idâreciler, asr-ı saâdetten günümüze kadar, halkının, milletinin îmânını dâimâ ön planda tutmuş olduklarından İslâm dünyasından devamlı hayır duâ almaktadırlar.

Cenâb-ı Hak, bizleri dâimâ hakka ileten ve adâleti hak ile yerine getirenlerden eylesin…

Âmîn…