Hak Katında Kıymetli Olan

Yıl: 2013 Ay: Aralık Sayı: 106

Adamın biri, Lokman Hakîm’in siyah yüzüne, kalın ve çatlak dudaklarına gözlerini dikmiş, pür dikkat bakmaktaydı. Bu bakıştaki niyeti ise, onu küçümsemek, hor görmekti. Bunu anlayan Lokman Hakîm, karşısındaki ham, nâdân ve gâfil adama hiçbir kızgınlık emâresi göstermeden, tatlı bir üslûp ve nezâket dolu bir tavır ile şu hikmetli karşılığı verdi:

“–Yüzümün siyah, dudaklarımın kalın ve çatlak olduğuna küçümseyici gözlerle bakma. Çünkü onları ne ben boyadım, ne de ben çatlattım. Benim vazifem, o kalın dudaktan kötü söz çıkarmamak, siyah yüzü, yanlış bir işle utandırmamaktır. Kalbim beyaz (îman nûruyla aydınlık), sözüm (zarif bir) inci gibi olduktan sonra, yüzümün siyah, dudağımın kalın oluşunun ne ehemmiyeti var.”[1]

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bildirdiği üzere, ilâhî kudret ve azametinin bir tecellîsi olarak insanların lisanlarını ve renklerini farklı farklı yaratmıştır.[2] Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de, Hak katındaki yegâne kıymet ve üstünlüğün insanların renkleri ile değil, gönüllerindeki takvâ ile olduğunu bildirmiştir.[3]

Meselâ Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, siyâhî bir köle olmasına rağmen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e olan sadâkati ve gönül dünyasının güzelliği sebebiyle mü’minlerin kalplerinde eşsiz bir yer kazanmıştır. Müezzinlerin pîri olmuştur. Peygamber Efendimiz Mekke’nin fethinde ilk ezânı, Kâbe’nin üstüne çıkarak okumasını, ashâbı içinde Bilâl-i Habeşî’ye emir buyurmuştur. Onun dış görünüşü, bu nebevî iltifatlara nâil olmasına aslâ bir engel teşkil etmemiştir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte de buyrulduğu üzere:

“Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Bu sebeple Allâh’ın yaratıp kıymet verdiği kullarını hor görmek, bedenî veya diğer husûsiyetlerinden dolayı küçümsemek, çok çirkin bir davranış olmasının yanında, ilâhî gazabı da celbeden bir hâdisedir.

Hiç şüphesiz ki, bir kimsenin sâdece zâhirine bakılarak Allah katındaki gerçek değeri bilinemez. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“İçinizde saçı-başı dağınık, eski elbiseler içinde, garip görünümlü ve insanların îtibâr etmediği nice kimseler vardır ki, (bir konuda) Allâh’a yemin etseler, Allah onların yeminlerini boşa çıkarmaz (mutlakâ yerine getirir)…” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

Zünnûn-ı Mısrî -rahmetullâhi aleyh-, başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir:

“Bir gün, üzerinde eski, yamalı ve pejmürde elbise bulunan bir genç gördüm. Nefsim ondan uzak durmak istiyorsa da kalbim onun velî olduğuna şâhitlik ediyordu. Nefsimle kalbim arasında kalıp, düşünmeye başladığım sırada genç, bu sırrıma vâkıf oldu ve bana bakarak:

«–Ey Zünnûn! Bana, elbisemin yamalı ve eskiliğini görmek için bakma! (Zâhire takılma. Bilmez misin ki) inci, sedefin içinde olur.» dedi ve oradan savuşup gitti.”

Şair bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:

Harâbât ehline hor bakma zâhid,

Defîneye mâlik vîrâneler var!

Bursevî Hazretleri de, hangi sebeple olursa olsun, kimseyi küçük görmemek gerektiğini anlatırken şu câlib-i dikkat misâli verir:

“Mü’min, diğer kardeşlerini hafife almamalı, onlara tepeden bakmamalıdır. İblis, Âdem -aleyhisselâm-’a hakâret gözüyle baktı ve kendini beğendi… Ancak ebedî olarak lânete uğradı ve kahroldu gitti.  İşte kim bir müslüman kardeşini hakir görür ve kendini ondan daha üstün zannederse, âdeta zamanın iblisi olur, kardeşi de zamanın Âdem’i makamından hisse alır.” (Bursevî, IX, 79)

O hâlde bir mü’mine yakışan, Yaratanʼından ötürü bütün insanlara rahmet nazarıyla bakabilmek, onlara karşı dâimâ hüsn-i zan beslemek, hürmetkâr olmak, değer verip güzel muâmelede bulunmaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın, hiç kimseyi hakir görmemek husûsundaki katʼî tâlimâtı şu şekildedir:

“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (el-Hu­cu­rât, 11)

Âyet-i kerîmedeki; “kendi kendinizi ayıplamayın” beyânı ile, din kardeşini ayıplamaya kalkan bir müslümanın, aslında kendi ayıbını ortaya koymuş olacağı vurgulanmaktadır. Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“Mü’min, mü’minin aynasıdır.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 49)

Diğer taraftan bir din kardeşini ayıplamak, kendisini o ayıptan berî görmek sûretiyle dolaylı bir övünme mânâsı taşır. Bu da bir kibir alâmetidir. Kibir ise, hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, insanı Cennetten mahrum eden çirkin bir vasıftır.[4]

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (ayıplamayı, küçük görmeyi, el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Dolayısıyla herhangi bir mü’mine el veya dille zarar vermek, aslında o kişinin kendine zarar vermesi mânâsına gelmektedir.

Mevlânâ Hazretleri bunu bir misâl ile şöyle ifâde eder:

“Bir siyâhî, kendi yüzünü aynada çirkin görüp aynaya tükürmüştü! Tükürmüştü de demişti ki:

«–Ey ayna! Sana lâyık olan da budur! Beni ne kadar da çirkin gösterdin!»

Ayna dile gelmiş ve;

«–Ey kör, aşağılık kişi!» demişti. «Bende gördüğün çirkinlik, senin rûhundaki kötü duyguların dışa akseden çirkinliğidir! Şu yaptığın terbiyesizliği bana değil, aslında kendi çirkin suratına yapmış ol­dun! Sen; kendi çirkin yüzünü kirlettin! Bu pislik bana bulaşmaz; çünkü ben, parlak, lekesiz bir aynayım!» (Sen aynaya tüküreceğine, önce gönül aynanı cilâlamaya çalış.)”[5]

Hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, insandaki her âzâyı bir hikmet gereği yaratmıştır. Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi;

“Kalbin yaratılış sebebi, mârifet ve tevhidle meşgul olmaktır. Lisânın vazifesi ise, şehâdet ve tilâvetle meşgul olmak, insanların ayıplarını konuşmamak ve insanlara yumuşak ve gönül alıcı bir üslûb ile hitâb etmektir. Her bir âzâyı yaratılış maksadına göre kullanma hususunda Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözü tutmayan kişi, O’nun gazabına uğrar.”[6]

Yani sözün kapısı olan dil ile duyguların merkezi olan kalbi korumak çok ehemmiyetlidir.

Rasûlullah Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- mü’minin kemâle ermesi için nasıl bir lisan ve gönül dünyasına sahip olması gerektiğini bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir.” (Tirmizî, Birr, 48)

Yani insanları kötülemek, aşağılayıcı ve alaycı bir tavır sergilemek, kâmil mü’min olmaya mânîdir. Bilakis başkalarının ayıplarını araştırıp onların şahsî kusurlarını ifşâ edenler, harama müptelâ olmuş bedbaht kimselerdir. Nitekim sözde ve davranışta haddi aşmak, kötü söz ve çirkin davranışlar sergilemek, sâlih bir mü’mine yakışmaz. Merhum Mehmed Âkif’in tâbiriyle;

“Nazarlardan taşan mânâ, «İbâdullâh»ı istihkār!” yani Allâhʼın kullarını hor gören bir nazar, hiçbir müʼminin vasfı olmamalıdır.

Velhâsıl; dolaylı bile olsa bir mü’minin; alay etmek sûretiyle kalp kırmaktan, küçümseyici tavırlarla gönül incitmekten şiddetle kaçınması lâzımdır. Zira bu hâl, büyük bir kul hakkıdır. Helâlleşilmediği takdirde, cezâsı kıyamete kalmaktadır.

Rahmetli Annem, Fâtih’te oturan, sâlihât-ı nisvandan Sâime Hanım’ın kendisine şöyle nasihat ettiğini söylerdi:

“–Kızım Feride! Cenâb-ı Hakk’ın toplum içerisinde aklî veya bedenî zaaf verdiği kimseler vardır. İnsanlar ekseriyetle onları alaya alır, istihfâf eder, küçümser ve onlarla eğlenirler. Hâlbuki bu yaptıkları hareketle Allâh’ın gazabını celb ederler de haberleri yoktur.

Sen halk arasındaki o garipleri, hor görülenleri, alay edilenleri ara, bul ve onların gönüllerini almaya çalış.”

Şâir ne güzel söyler:

Derviş, sakın garîbi hor görüp kılma nazar,

Kalbinin köşesinde rahmet-i Rahmân gezer!..

Rivâyete göre Nuh -aleyhisselâm-, cerahatli bir köpeğe bakmaktan başını çevirdiği için Cenâb-ı Hakkʼın şu îkâzına muhâtap olmuştur:

“Ey Nuh! Ben’i mi ayıpladın? Onu Ben yarattım.”

Ayrıca yine unutmamak îcâb eder ki, kıyâmet günü ne hâlde haşrolunacağımızı, ne vücûdumuzun rengi ne de kaşımızın gözümüzün şekli belirleyecektir. Âhiret hayatında bizim güzellik veya çirkinliğimizi belirleyecek olan, bu dünyadaki mânevî hâlimizdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hakîkati şöyle beyan buyurmaktadır:

“Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinç doludur. Yüzler de vardır toza toprağa bulanmış, üstünü karanlık kaplamıştır. İşte bunlar, kâfir, günâha dadanan, haktan sapan kimselerdir.” (Abese, 38-42)

Cenâb-ı Hak, her gönle bir nazargâh-ı ilâhî olduğu şuuruyla bakabilmeyi, kulluk ve hiçliğinin idrâki içinde bir ömür sürmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin…

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İbrahim Refik, Hikmetler Kitabı, III, 32, Albatros Yayınları, İstanbul, 2005.

[2] Bkz. er-Rûm, 22.

[3] Bkz. Ahmed, V, 158.

[4] Müslim, Îman, 149.

[5] Şefik Can, Mesnevî Tercümesi, c. 4, syf, 570-571, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997.

[6] M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 79.