Hak Dostlarının Nazarıyla DÜNYA VE ÂHİRET

Ebedî Fecre

Yıl: 2009 Ay: Aralık Sayı: 58

DERYA KARŞISINDA DAMLA

İki hayatımız var.

Biri fânî, diğeri ebedî:

Dünya ve âhiret…

Âhiret hayatıyla mukayese edildiğinde dünya hayatı, derya karşısında damla mesâbesindedir.

Nitekim Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)

Âhiret; gayb perdesinin ardında olduğundan, yine dünyanın geçici zevk ve âlâyişiyle, aldatıcı, oyalayıcı mâhiyetinden dolayı, insanoğlu; damlayı deryaya tercih etme bedbahtlığına ve hamâkatine düşebilmektedir. Mevlânâ Hazretleri, bu akılsızca tercihi yapan akla acıyarak şöyle buyurur:

“Ne yazık ki, cüz’î akıl, aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünyaya karşı beslenen şiddetli arzu, insanı âhiret murâdından mahrum bırakır.”

İnkâr ehlini, ebediyet mahrûmu eyleyen şey, onların âhireti inkâr etmeleridir. Hâlbuki; bu inkâr ne büyük bir tenâkuzdur. Cenâb-ı Hak, haşri inkâr edenlere şu âyet-i kerîme ile ilk yaratılışlarını hatırlatıyor:

“İnsan der ki: «Öldüğüm zaman sahi diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?»

İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı hâlde biz kendisini yaratmışızdır?” (Meryem, 66, 67)

Âhireti unutan insan; kendini de, yaratılışını da unutmuş demektir. Bu nisyan Hâlık’a düşmanlık küstahlığı demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, (Rabbine) apaçık düşman kesilmiş.” (Yâsîn, 77)

Mekke devriydi. Âhiret inancından mahrum müşriklerin, müslümanlara en ağır zulümleri revâ gördükleri bir dönemdi. Mü’minler sabır ve tahammülde zorlanmaya başladı. İçlerinden;

“Bizler bütün çilelere katlanıyoruz. Müşrikler ise rahat rahat sereserpe dolaşıyorlar.” dediler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar gezip dolaşmaları seni aldatmasın… Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196, 197)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- dünya hayatının en muzaffer gününde de en meşakkatli gününde de; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurmuştur.

Dünya; âhiret karşısında bir damladan, azıcık bir menfaatten, kısa bir yararlanmadan ibarettir. Bu dünyada Cenâb-ı Hakk’ı inkâr eden, O’nu ve kendilerine âhireti hatırlatan elçilerini tasdik etmeyen mücrimler, âhirette ise dünyanın «azıcık bir menfaat» oluşunu şöyle itiraf edeceklerdir:

BİR KUŞLUK VAKTİ KADAR!

Cenâb-ı Hak, mücrimlerin dünya hayatının âhiret karşısındaki durumunu şöyle tarif edeceklerini bildiriyor:

كَاَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَهَا لَمْ يَلْبَثُوا اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا

“Kıyâmet gününü gördüklerinde, (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Hakikatten gafil olan insan; dünyanın peşin fakat süflî ve fânî zevklerini tercih ederek, sonsuz ve ulvî âhiret hayatını hebâ eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (el-Bakara, 86)

Bu hakikati idrâk eden, dünyaya zerre kadar değer vermez. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Eğer zavallı, âhiretten kıl ucu kadar bir şey görseydi; «Böyle ömür senin olsun.» derdi.”

İnsanın dünya hayatına aldanması, çöllerdeki serapları derya zannetmesi gibidir. Eğer âhiret saâdetini satıp dünyayı almaya kalkarsa, eline pişmanlık ve hüsran ateşiyle kavrulan avuç avuç kumdan başka hiçbir şey geçmeyecektir.

Âdî muhabbetler, gel-geç sevdalar ve yalancı lezzetlerin seraplarına aldananlar, bâkî nimetlerden nasîb alamaz. Hâlleri hazan bahçelerine benzer. İhtiras ve ızdırap solgunluğu içinde sallanıp dururlar.

Hâlbuki hayatın zafer ve saâdeti, nefsin hoyratlığını bertarâf etmekle elde edilir.

Bunu gerçekleştirebilmek için düşünmeli;

Dünya hayatı nedir?

SAYILI NEFES

Cenâb-ı Hak, asra yemin ediyor. Akıp giden zamana yemin ediyor. Her şey borç alınır, verilir, fakat zaman denen cevher asla…

Ne gariptir ki, her insan öleceğini yakînen bilir. Fakat pek çok zavallı ondan gaflete düşmek hamâkatini gösterir. قَمْطَرٖ۪يرًا عَبُوسًا يَوْمًا / Sert ve belâlı günün (el-İnsan, 10) dehşetli sahnelerini bize âdetâ seyrettiren Kur’ân-ı Kerim; mücrimlerin bu gafleti şöyle anlatacaklarını beyân eder:

Cennetlikler mahşerde cehennemliklere sorarlar:

“Sizi sekar cehennemine (yakıp kavurucu ateşe) sürükleyen nedir?” (el-Müddessir, 42)

Onlar da şöyle cevap verirler:

“–Biz namaz kılanlardan değildik,

–Yoksulu da doyurmazdık,

–(Bâtıla/azgınlığa) dalanlarla birlikte biz de dalardık,

–Ceza (ve hesap) gününü (âhireti) de yalan sayardık. (Fakat) sonunda ölüm gelip çattı!..” (el-Müddessir, 43-47)

Çünkü ölüm gelip çattığında, âhiret yurdunun kapısında geçer tek akçe;

ÎMAN CEVHERİ

Îmânın hedefi اللّٰهُ  اِلَّا اِلٰهَ لَا yani kelime-i tevhîdinin hakikatine erebilmektir.

Tevhid zirvesine tırmanabilmek de ilim, ibâdet, muâmelât ve güzel ahlâk meziyetleriyle hâsıl olur.

Îman; hem dünya, hem ölüm, hem de ebediyet ülkelerini nurlandıran bir hakikat güneşidir.

Meçhuller âleminin, ölüm ötesi coğrafyasının nur haritası îmandır.

Îman, ilâhî huzûra kabul vesîkasıdır. Ebedî saâdete giriş davetiyesidir.

Ölmezlik sırrının hak kalemi ile yazılmış nur şahâdetnâmesidir.

Yine îman, Allah sevgisinden başka her muhabbetin, yani «mârifetullah»tan gayri her çeşit bilginin ilgâ ve iflâs fermanıdır.

Hâsılı şair ne güzel söyler:

Îmandır o cevher ki, ilâhî ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek, sînede yüktür!

Buna rağmen yarın, bir saatten ibaret göreceği ömrünü, bitmek tükenmek bilmez bir süre zanneden, gafillerle aldatıcı dünyaya «dalıp giden» gaflet ehli; İsrâfil, Sûr’u üfürdüğünde, nâfile feryatlara sığınır.

Âhiretten diğer bir sahne de şöyledir:

“Onlar cehennemde; «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller (sâlih ameller) işleyelim…” diye feryâd ederler. (Onlara şöyle denilir:) «Size; iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi? (Hem) size uyarıcı (bir peygamber de) gelmişti. (Buna rağmen sâlih amel işlemediniz.) Öyle ise tadın azâbı! Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur!»” (Fâtır, 37)

Bu âkıbetten muhâfaza için, Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

AKLINI BAŞINA AL!

“Aklını başına al da, işin sonunu bugünden görmeye çalış. Hakikati, âhireti görecek gözünü gafletle körleştirme.”

Dünyanın fânîliğini göremeyen, zâhiren görse de mânen kördür. Fânîliği idrâk edip, âhirete hazırlanmayan da biyolojik olarak yaşıyor görünse de kalben ölüdür. Böyleleri gaflet, enâniyet, mâsiyet ve sefâhet içinde ömrünü ziyân ederek, dünyevî bedenlerini, uhrevî ruhlarına mezar etmiş, sefâleti saâdet zanneden bedbahtlardır.

Âhiret endişesi ile devamlı kederli ve mahzun bulunmasıyla tanınan Necmeddin Kübrâ Hazretleri bir gün talebeleriyle birlikte bir cenazenin defnine iştirâk etti. İmam; mevtâya telkin verirken, bu Hak dostu hiç yapmadığı bir şeyi yaptı ve güldü. Bu duruma şaşıran müridlerinden biri cesaret edip sordu:

“–Efendim, sizin hiç güldüğünüze tesadüf etmemiştik. Bu cenazede gülmenizin hikmeti nedir?”

Necmeddin Kübrâ Hazretleri, aynı mütebessim hâl içinde şu açıklamada bulundu:

“–Evlâdım, usûle göre diri, ölüye telkin verir. Fakat burada tersi oldu. Telkin veren kimsenin kalbi gafil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gafil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Kalben diri olmanın çaresi, ölmeden evvel ölmek. Böylece nefsânî arzulardan vazgeçebilmek. Nitekim Hazret-i Ömer buyurur:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” En büyük arz (yani Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkarılıp O’na arz edileceğiniz gün) için (sâlih amellerle) ziynetleniniz. Şüphesiz dünyadayken nefsini hesaba çeken kimse için kıyâmet günündeki hesap hafif olacaktır. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

Âhiret selâmeti ve huzûru için bu dünyada nefsin hoşlanmadığı hâllere katlanmak, takdîre rızâ göstermek elzemdir. Hâfız-ı Şîrâzî buna işaretle şöyle der:

“Dünya bağında bir dikene tahammül edemiyorsan, korkarım bu gül bahçesinden bir gül elde edemeden gidersin (gerçek huzurdan mahrum olursun.)”

Çünkü insanların, aştıkları engeller nisbetinde rûhî mukavemetleri artar. Hak Teâlâ bu sebeple peygamberlerini çile çemberinden geçirmiştir. İnsanoğlu da verilen nimetler mukabilinde imtihana tâbî olur. Cenâb-ı Hak ne ikram ettiyse ondan mutlaka sorulacaktır. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız bütün) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Kurtuluş çaresi, dünyayı gerçek mâhiyetiyle yani hesabı sorulacak bir imtihan dershânesi hâlinde görebilmektir.

O hâlde düşünmeli;

DÜNYA NEDİR?

Dünya zevk ve safâ yurdu değildir. Aksine dünya ve içindekiler, bütün kâinat, baştan sona zerreden kürreye bir tefekkür manzûmesi… Semâ ile, toprak ile, dağlar ile, taşlar ile, kuşlar ile, bağlar ile, her şey ile muazzam ve derin bir tefekkür dershânesi…

Gönül gözüyle bu cihan seyredildiğinde zerreden kürreye her şey ilâhî azamet ve kudret tecellîleriyle müzeyyendir. Her şey kalbi olanlar için ilâhî bir vitrin, Cenâb-ı Hakk’ın azamet mührüdür.

Yine kâinatın gönülle tetkîkinde ince gayeler, nâzenin hikmetler tezâhür hâlindedir. Cihânın umûmî bakışa göre imtihan dolu bir îman dershânesi olduğu meydandadır. İlâhî terbiye ve idarenin yürürlükte bulunduğu bu âlemde, aykırılıklar ve menfîlikler gösteren insanlar, nefsî ve şahsî kıymetlerini Hâlık’ın rızâsı dışında bir yaşayışla harcadıklarında, gerekli ebediyet neş’elerini hebâ edip temin edemedikleri cihetle mes’ul durumdadırlar. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla, beşeriyeti kemâle çekmek gibi tecellîler hep ilâhî lutfun eseridir. Bütün hak dinlerin ittifakla haber verdiği «âhiret»i, bilhassa Kur’ân-ı Kerim aklî, hissî, ahlâkî türlü delillerle îzah etmiştir.

İnsan bir kendisine bir de muhîtine alıcı ve anlayıcı gözlerle bakınca derhâl anlar ki, zâhir olan ilâhî kuvvet ve saltanat karşısında âhiret imkânsızlığından bahsetmek gülünç ve acâyip olur.

Dünya hayatında elbette bir takım nimetler vardır. Fakat onlar, tek tek hesabı sorulacak imtihan malzemeleridir. Her nefesin, her lokmanın, her damlanın, her ânın nerede harcandığı ve nasıl tüketildiğinin hesabı sorulacak. Çünkü bu dünya;

ÂHİRETİN TARLASI

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 412)

Dünyanın değersizliği ile ilgili dile getirilen bütün hakikatler, âhireti bırakıp da dünyaya râm olmanın fecâatini dile getirmektedir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ;

“Dünya nedir? Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa kumaş, para, ticaret, kadın, çoluk-çocuk sahibi olmak, dünya değildir.” buyurur.

Dünya, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcı olmalı, nefesler âhiret yolculuğunun saâdet hamleleri olmalıdır.

Kâmil insan; ömrünün şeridi üzerinde îman, aşk, vecd, infak, ahlâkî fazîletler ve hayırlı işlerle güzel hâtıralar bırakandır.

En korkunç tehlike ve fitne; cehâletin ve sefâletin elinde kalan mal ve mülktür. Ahlâk ve fazîletin refâkat etmediği servetler; ferdî ve içtimâî musîbetlere kapı aralar.

Mevlânâ buyurur:

“Kim bu dünyanın, mahşer günü için bir ekin tarlası olduğunu bilirse; burada çok eker, orada çok mahsul kaldırır.”

Her insan bu dünyada bir âhiret çiftçisidir. Bugün burada ne ekerse yarın orada onu biçer. Dünya tarlasından âhirete bolca hayır-hasenat, sâlih ameller götüren kimsenin âhiret harmanında yüzü güler. Çünkü âyette şöyle buyurulur:

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Demek ki doğru telâkkiye göre dünya; zevk u safâya dalma, eğlenme, oyalanma yeri değil; fedâkârlık, terleme ve amel-i sâlih işleme mekânıdır.

Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

“Biz; gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38, 39)

Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün! Yaşanmayan sözler ve nefsânî davranışlar içi boş ikramlar gibidir. Çok geçmeden bu sözler ve sesler, esen hayat rüzgârları içinde kaybolup gider, iz bırakmaz. Hak dostlarının hâl ve kālleri /sözleri ise kalplerde nakışlar bırakarak devam eder.

Mevlânâ Hazretleri, mal-mülk emânetinin o güne hazırlık için olduğunu ne güzel ifade eder:

Mala; din için, Allah için sahip olanlar hakkında, Rasûlullah Efendimiz; «Bu ne güzel, ne hayırlı mal!» diye buyurdu. Geminin içindeki su, gemiyi batırır. Geminin altındaki su ise gemiyi kaldırır, sırtında taşır. Mal-mülk sevgisini gönlünden çıkarıp attığı için Süleyman -aleyhisselâm- kendisine fakir dedi. Ağzı kapalı testi; uçsuz bucaksız denizin üstünde, hava dolu bir gönülle yüzer, durur. Gönlünde dervişlik ve aşk havası bulunan kimse de dünya denizinin üstünde batmadan ilâhî neşeler üzerinde seyreder. Gerçi bu cihan bütünüyle Allâh’ın mülkü ise de, cihan mülkü, dervişin gönül gözünde bir hiçten ibarettir. Şu hâlde, gönlü, «ledünnî» ilim ile, yani ilâhî aşk havasıyla doldur da, onun ağzını bağla ve mühürle.”

Kalbini bu kıvâma getirebilmenin sebep ve neticesini Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle beyân eder:

İbn-i Mes’ûd Hazretleri -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Zümer Sûresi’nin şu meâldeki 22. âyetini okudu:

“Allâh’ın İslâm için gönlüne bir inşirah, bir rahatlık verdiği, İslâm’ı ona sevdirdiği kimse, gerçekten de Rabbi’nden gelen bu nûra nâil olmuştur.”

Sonra ilâve buyurdu:

“Nûr, kalbe dâhil olunca kalp genişler, ferahlar.”

Sahâbe Efendilerimiz sordu:

“Yâ Rasûlâllah! Bunun belirtisi nedir?”

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“Dünyadan (kalben) uzaklaşmak ve (sâlih amellerle) âhirete yaklaşmaktır.” (Taberî, Tefsir, VIII, 37)

Kalbin davranışlara aksetmesi meselesinde şu misal ne güzeldir:

Ağacın kökünde çürük varsa, yaprak ve meyvelerinde kendini gösterir. Bunun gibi kalpte gaflet ve hastalık varsa, temâyül ve davranışlarda kendini belli eder. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ağaç eğri ise gölgesi de eğridir.” İç âlemimizi yönlendiremezsek dış âlemimiz de harâb olur. İmam-ı Şâfiî de şöyle buyurur:

“Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

Bunun için, dâimâ âhiret endişesi içinde, sâlih amellerle meşgul olunmalıdır. Zira saâdetin ilk şartı, Allâh’a kul olmaktır. Hak’tan uzak kalanların, dünyanın tadını çıkarmak şeklinde anladıkları saâdet; îmanlı gönüller için hüsran ve sefâlettir. Acı bir aldanıştır.

Dünya saltanatı; sahibine, insanlık, ahlâk ve âhiret ışığı olmalıdır. Dünyadaki imkânları âhiret sermâyesi yapabilmek kadar hüner olamaz.

Maddî ve mânevî varlıklı kişi, husûsî bir lâmba gibi yalnız kendi evini aydınlatmakla iktifâ etmemeli. Allah yolunda cömertçe sarf edilmeli, yoksullar, bîçâreler gözetilmeli, yalnızların yanı başında olunmalı, hidâyet bekleyenlere ruhlarından hidâyet ve rahmet taşırmalı.

Mü’minin imkânları ve serveti, insanın iç dünyasında çarpışan hayır ve şer ordusu gibi olmamalı.

Çünkü insan, fânî dünya hayatında git gide menziline yaklaşan bir yolcu gibidir. Varacağı menzil ise, âhiret yurdudur. Bu yolculuğun en hayırlı azığı takvâ, en güzel yoldaşı ise sâlih amellerdir. Hazret-i Mevlânâ, özünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin teşkil ettiği ölümsüz eseri Mesnevî-i şerîfinde ne güzel buyurur:

“Hazret-i Peygamber buyurdu ki: “Âhiret yolu için ibâdetten, yapılan iyiliklerden, görülen iyi işlerden daha vefâlı bir yol arkadaşı yoktur. Yaptığın iş, iyi bir işse, sana ebedî olarak dost olur. Kötü ise mezarda yılanın olur, seni sokar.”

Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5)

Mevlânâ Hazretleri aynı hakikati şöyle dile getirir:

“Sana diri olduğu hâlde, seninle beraber gömülecek bir dost gerek. O seninle gömülür, sen ölü olduğun hâlde, o diridir. İyi ise sana iyilikte bulunur. Kötü ise seni kötülüğe iter. Bu eş, dost senin yaptığın ameldir, iştir. Gücün yettiği kadar, işini-gücünü düzelt.”

Dünya, bir imtihan dershânesi; dünya hayatı da kula verilmiş imtihan müddetidir. İmtihanın sonunda ise;

HUZÛRA ÇIKACAĞIZ!

Cenâb-ı Hak; muhtelif âyet-i kerîmelerde bizlere, dünyanın fânîliğini, ölümden sonra yeniden haşredilip huzûruna varacağımızı hatırlatmaktadır.

İnsan son nefesini verdiğinde, bütün dünyalığı arkasında bırakıp ilâhî huzûra yürümektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bizim huzurumuza geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…” (el-En’âm, 94)

Cenâb-ı Hak, insan için yarattığı bu kâinâtı kıyâmette infilâk ettirecek, mahvedecek, insanı ise, ebedî âlemde yeniden diriltecektir. İnsanın; helâk olacak dünyalıklar için, ebedî yurdunu ateşler içinde bırakması ne hazindir.

İnsan, dünya hayatında sürekli âhiret endişesi içinde hayat sürmelidir. Çünkü bilmelidir ki, abesle iştigal etmekten münezzeh olan Cenâb-ı Hak, insanı gayesiz yaratmamıştır, yaratılış gayesini ihmâl edeni de başıboş bırakmayacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (el-Kıyâme, 36)

Yaratılış gayesini unutan, kulluk vazifesinden kaçarak Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde âvâre ve nankörlük içinde bir ömür geçiren insan, ölüm ânında fayda vermeyen bir pişmanlığa dûçâr olacaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; «İşte (ey insan!) Bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!» denir. Sûr’a üfürülür; işte bu, geleceği vâdedilen gündür.” (Kāf, 19-20)

Yaratılış gayesine ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun bir hayat sürenler ise, selâmlarla ve müjdelerle karşılanacaklardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’-tır» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

Cenâb-ı Hak, kulunda hantal bir kalp istemiyor. Dost modeli istiyor. Ona ikrâm etmeyi arzu ediyor.

Ölürken de, dirilirken de, dünyada da, âhirette de kuluna lutfetmek istiyor. Bu lutfa erişen, Rabbine kalb-i selîm ile gelen, nefsinin hoyratlığından kurtulmuş kullara ilâhî selâmlama şöyle olacaktır:

اُدْخُلُوهَا بِسَلَامٍ ذٰلِكَ يَوْمُ الْخُلُودِ

“Oraya (cennete) selâmetle girin. İşte bu, ebedîlik günüdür. (Batmayan bir gündür o…) (Kāf, 34)

Yûnus Emre Hazretleri’nin tabiriyle «yalan dünya»ya aldanmayan, sermâye olan ömrü, esas hayat olan âhireti kazanma yolunda sâlih ameller, hizmet ve infak içinde yaşayan, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna, takvâ ile varan mü’min kullar için, âhiret sert ve belâlı değil, korku ve hüzünden emin bir selâmet serinliğidir:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 62)

Bu dostluk mertebesine ulaşmak için nefsin terbiye olmasına, kalbin safâ bulmasına, böylece aldatıcı dünya ve muhtevâsının artık kulun gözünde ve gönlünde değersizleşmesine, her nereye baksa ilâhî kudret akışlarını ve ilâhî kudret mühürlerini görür hâle gelmesine gayret içinde olunmalıdır.

Demek ki, dünya ve âhireti doğru idrak için gereken;

HAKİKAT VE HİKMETE
NAZAR ETMEK

Çünkü hikmet, akla aczini kavratır. Akılla kavranmayan sırlar hikmetle çözülür. Hazret-i Musa ve Hızır -aleyhisselâm- kıssasında olduğu gibi. Mühim olan, hikmetle okuyabilmek. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in; «اِقْرَاْ / Oku!» emriyle başlaması da, bu meyanda büyük bir hikmettir. Okuyabilmek için o hikmete sahip olmak şarttır. Zira kâinat, hikmetle okunur.

Eğer hikmetler okunmasa ve sırlar açılmasaydı, en bilinen ilim hazineleri bile insan için birer meçhulden ibaret olurdu. Fazîletler medeniyeti, âbide şahsiyetler, Yûnuslar, Şâh-ı Nakşibendler, Mevlânâlar ve Hüdâyîler meydana gelmezdi. Yani hikmetler olmasa, sırlar kapalı kalırdı; insanlar rûhen terakkî edemezdi. Çünkü insanın terakkîsi, sırlara âşinâ olup da hakikati tam yaşayabildiği ölçüde gerçekleşir. Çünkü;

Sırlara nâil olunca akıl devreden çıkar, mânevî mesafeler alınmaya başlar, rûhânî derinlik başlar, ilhamlar gönle bereketli yağmurlar gibi yağar.

O zaman idrakler daha iyi anlar ki:

İnsan âcizdir. Dâimâ Rabbine muhtaçtır. Yüce sırları öğreten de bizzat Cenâb-ı Hak’tır.

Vasıtası ise peygamberlerdir. Şartı da takvâdır.

Yani;

HİKMET, TAKVÂ İLE

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“Allah’tan korkun (Takvâ üzere olun!.. Bilin ki) Allah size (bilmediğinizi) öğretir.” (el-Bakara, 282)

Mü’minin rûhunda derinleşmesi, takvâ üzere yaşayarak hikmetten nasîb alabilmesine bağlıdır. Hikmetten nasîb aldığı ölçüde gönlü inkişâf eder, Kur’ânî sırlara âşinâ olur. Okumaya başlar.

Yani;

Kur’ân, kâinat, insan ve okunacak neler varsa, esas itibarıyla takvâlı bir kalp ile ve hikmetle okunur. Gözler bu okumada sadece kalbe bir vasıta hükmündedir.

Bu hakikatin bereketli ikliminde yeşeren Hak dostları, bu şekilde dînin zâhir ve bâtınını ikmal etmişlerdir. Kalbî merhaleler katederek davranış mükemmelliğine ulaşmışlardır. Veresetü’l-enbiyâ olma şerefine ermişlerdir. Yani;

PEYGAMBER VÂRİSLERİ

Onlar, insanın iç dünyasına ayna tutan tertemiz gönüllere sahiptir.

Onlar, nebevî irşad ve ahlâkın zamanlara yayılmış nümûneleridir. Onlar dünya ve âhiret potasında değişmeyen insan realitesini anlatırlar. Verdikleri mesajlarla fânî ömürlerinden sonra da yaşarlar. İnsanın kendini tanımasına yardımcı olurlar. Ruhlara istikamet sağlarlar.

Mü’minler için huzur ve doyumsuz saâdet menbaı, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetidir. Bu ilâhî neş’eyi tattıran sâlihlerin meclislerini ganîmet bilmek îcâb eder.

Sulehâ ve ulemâ meclisleri iki cennettir ki içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler ve gönüller vardır.

Tabiî hepsi de meşreplerine ve nâil oldukları muhtelif tecellîlere göre.

Çünkü;

Kimi azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vadilerindedir. Kimi sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun derinliklerine gömülmüştür. Kimi Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi, ârifâne bir idrâke sâhip olanlara daha ziyade hâl lisânıyla beyanda bulunmaya memur ve mezun kılınmışlardır.

Kimi Yûnus Emre ve emsâli gibi aşk-ı ilâhî bülbülü olmuştur.

Kimi de Hazret-i Mevlânâ gibi gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir;

MÂNÂ MENBAI

Rabbimiz’in kelâm sıfatının sayısız tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri, bu yönüyle âdetâ Hak dostlarının sözcüsü mevkiindedir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan salâhiyetiyle ifadeye aksettirmiştir.

Çünkü onun yaşadığı dönem bu hususta insanların büyük bir ihtiyaç ve ihtilaç içinde olduğu bir demdir. Çünkü bir yandan Moğol istîlâları, bir yandan bozuk akîdelerin ve ahlâkî tefessühün cirit attığı bir hengâmda gönüller dumanla boğulmuş bir eve benziyordu. Ruhların ferahlık ve huzura muhtaçlıkları sonsuzdu.

Tam o hengâmda Hazret-i Mevlânâ, gönüllere nice irfan ve hikmet pencereleri açarak müstesnâ bir istikamet ve ferahlık iklimi meydana getirdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’’ın;

“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.” ifadesi çerçevesinde bir hizmet gördü.

Şeb-i arûs, yani düğün gecesi anlayışını dünya ve âhiret dengesine köprü yaptı. Âhirete adım atılan gecenin bir düğün gecesi, bir sevinç gecesi, huzur ve ferahlık gecesi, yani Hüsn-i Mutlak’a / Kusursuz Yegâne Güzel olan Allâh’a kavuşma gecesi olması için dünyada nasıl yaşamak gerektiğine dikkat çekti.

Bu meyanda eserleriyle ölümsüzler kervanına katıldı.

HAK DOSTLARI ÖLMEZ

Çünkü;

Ömürleri sadaka-i câriyelerle ve bıraktıkları hikmet hazinesi eserleriyle fânî hayatlarından sonra da devam eder. Bu bakımdan Hak dostları, dâimâ Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında veciz sözlere, öğütlere, birer dünya ve âhiret umdesi olarak istinâd etmişlerdir.

İçinde bulunduğumuz şeb-i arûs günleri dolayısıyla Hak dostlarının o gönül ışığı, istikamet kandili olan öğüt ve mesajlarından bir kısmını bilvesile dile getirmek, inşâallah gönüllerin inşirâhına anahtar olur. Bilhassa dünya ve âhireti şekillendirmede çok mühim ve elzem ölçüler ve tefekkür zemini ihtivâ eden şu cümleler ne kadar mânidar:

“Dünya, mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz, sermâyeleri; güzel ameller, ticaret malları; cennet, kazançları; cehennem de zararlarıdır.” (Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-)

Dünyaya ebediyet ticareti için gönderilen insanoğlu, ancak yaptıklarının karşılığını alacaktır. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim zerre miktarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlerse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7, 8)

Buna göre cennet de cehennem de insanların amellerinden ibarettir. Netice tecellî ettikten sonra tekrar geri dönülemeyeceği için dünya pazarında gece ve gündüz sermâyesini güzel amellerle değerlendirmekten başka çare yoktur.

“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zalim olandır.” (Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-)

Cenneti kazanmanın ve Allâh’ın rızâsına ermenin tek yolu vardır: Takvâ. Hâl böyleyken samimiyeti ziyân edip de zulme dalmak, akıl kârı değildir. Ahmaklığın en kötüsüdür. İşte; Nemrut olsun, Firavun olsun, yaptıkları zulümlerle ne elde ettiler? Sadece ebedî bir hüsran! Takvâ sahipleri ise, istedikleri kapıdan cennetlere kanat açmakta!

Tarih, hem altın sayfaları ve hem de karanlık zulüm sahneleri ile beşeriyete ne büyük bir ibret ve irşad âbidesidir! Üzerimizdeki güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabelerinin üzerine haşmetle doğan aynı güneştir.

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlısı, ömrümün sonu; amelimin en hayırlısı, amelimin sonu; günlerimin en hayırlısı, Sana ulaşacağım gün olsun.” (Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-)

Bütün mesele, âkıbet hayırlılığıdır. Ömür baştan sona güzellikle ve amel-i sâlihlerle geçse de son geçitte istikametten koparak cehennem yoluna sapsa, âkıbet çok acıklı olur. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, kullarına emretmekte ki:

SON NEFESE KADAR

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقٖ۪ينُ

“Sana ölüm gelinceye kadar / son nefesine kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99)

Nasıl ki dört rekâtlık bir namaz, son tahiyyatta da olsa neticelendirilmeden bırakılırsa, asla kılınmış sayılmazsa, sâlih ameller de sona yansımadıkça yapılmış sayılmaz. Dolayısıyla yaptığımız her şey, neticeye hayırla yansıdığı ölçüde makbûldür.

Son nefese kadar îman ve İslâm üzere olmak husûsunda Cenâb-ı Hak;

“Ancak Müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) tâlimâtını vermektedir. Bilhassa âhirzamanda, îmânı muhâfaza daha büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 Efendimiz şöyle buyurur:

“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dînini küçük bir dünyalığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten,30, Zühd 3; İbn-i Mâce, İkāme 78)

“Kul, dünya nimetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ; o nimet, kuldan gidinceye kadar ona buğzeder.” (Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-)

Her şey bir emânettir. Emânetçilerin de bunu idrâk etmesi zarûrîdir. Çünkü emânetin sahibi, onu bir gün alacaktır. Eğer kul, bu gerçeği unutup da elindeki nimetler dolayısıyla kibirlenip böbürlenirse, bütün değerini kaybeder. Çünkü bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve intikamını tecellî ettiren bir gaflettir ve hamâkattir.

“İnsanların en cahili, âhiretini başkasının dünyası için satandır. Yani Allah rızâsı yerine kul rızâsına temâyül edendir. (Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-)

Dünyevî menfaat ve çıkar, insanın idrâkini öldürür. İlim sahiplerine bile olmadık cehâletler işletir. Bunun en müşahhas misâli iblistir. Meleklerin hocası iken kibri onu cehennem yolcusu etti.

“Dünyaya az meylet ki hür yaşayasın.” (Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-)

Gafiller; hürriyeti, dünyaya dalmak, keyfince ve rahatça hayatı, har vurup harman savurmak olarak anlarlar. Oysa, dünyanın sahibi, böyle yapanları ebedî esârete mahkûm etmekte, ancak dünyanın seraplarına aldanmayıp da ilâhî talimatlara göre yaşayanları da ebedî hürriyete mazhar kılmaktadır. Kaldı ki bu hürriyet dünyada da tecellî eder. Çünkü dünyadan âzâde olan, bir sürü takıntıların ve eşya köleliğinin kurbânı olmaktan kurtulmuş bir vaziyette, yani hür olarak yaşar.

“Dünya düşüncesi kalpte karanlıktır, âhiret düşüncesi ise kalpte nurdur.” (Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-)

Her düşünce, alâkalı olduğu eksenin özelliğine göre tecellî eder. Buna göre içindeki kötülükler ve isyanlar yüzünden karanlıklar mekânı olan dünyayı gaye ve düşünce merkezine alanların kalbi kararır ve sahibini karanlıklar içinde yaşatır. Âhiret ise, gerçek hayat olduğundan dolayı, nûru temsil eder. Onu düşünce merkezine alıp da yaşayanların kalbi nûr ile dolar. Bakışı ötelerin ötesine ulaşır. Baktığı yerde perdelerin arkasını seyreder. Bu bakımdan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur ki:

“Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman; onlar, dünyanın içyüzünü görürler.”

Kalpleri röntgen hâline gelir. Tabiî bu kolay bir iş değildir. Çünkü;

“Fazîlete yükselmek güç, rezâlete alçalmak kolaydır.” (Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-)

Bu itibarla dikkat edilecek düstur şu:

“Allah Teâlâ, dînini yaşayan kişinin dünyasını da güzelleştirir.” (Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-)

Bunu gerçekleştirmek yolunda yine Hazret-i Ali buyurur ki:

“Dünya nimeti olarak İslâm sana kâfîdir,

Meşguliyet olarak tâat içinde olmak sana kâfîdir,

İbret olarak da ölüm sana kâfîdir.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 5)

Şu altı hasleti kendinde toplayan kimse, cenneti elde etmek ve cehennemden kurtulmak için yapılması gereken her şeyi yapmış demektir:

“Allâh’ı tanıyıp O’na itaat etmek.

Şeytanı tanıyıp ona isyân etmek.

Âhireti tanıyıp onun peşine düşmek.

Dünyayı tanıyıp ondan ayrılmak.

Hakkı tanıyıp ona ittibâ etmek.

Bâtılı tanıyıp ondan ictinâb etmek.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 25-26)

Yine Hazret-i Ali buyurur:

DİKKAT EDİN!

“Dikkat edin! Ben cennet kadar insanı hayrette bırakan başka bir şey görmedim, onu isteyen insanlar uyuyorlar, geceleri teheccüde kalkıp ibâdet etmiyor, uykularından fedâkârlıkta bulunup Allah yolunda koşturmuyorlar. Cehennem de aynı şekilde beni hayrette bırakıyor, ondan kaçtığını söyleyen insanlar da yine gaflet uykularından vazgeçemiyorlar!” (Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân, s. 144)

“Sonrasında cehennem olan hiçbir fayda, fayda değildir. Sonunda cennet olan hiçbir sıkıntı da sıkıntı değildir. Cennetin yanında (günah olan) bütün lezzetler önemsiz kalır. Cehennemin yanında da bütün dünyevî belâlar âfiyet sayılır.” (Şerif er-Radıy, Nehcü’l-belâğa, no: 387)

Dolayısıyla kulak kesileceğimiz yegâne ölçülerden biri de şu olmalı:

“Kıyâmet gününde nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın.” (Ömer bin Abdülaziz)

Çünkü;

“Ölmek felâket değildir. Asıl felâket, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemektir.” (İmâm-ı Rabbânî)

Hakikaten gafil insan, onca ilim deryalarında nice sırları çözer de, öldükten sonra başına felâket getirecek cehâletini bir türlü çözemez. Çözemediği içindir ki, tarih boyu bütün büyük şahsiyetler ve tecrübe erbabı; sürekli dünya, ölüm ve âhiret hakkında insanoğlunu îkaz etmiştir. Kutadgu Bilig’de yer alan hatırlatmalar da çok çarpıcıdır:

“Ey fânî, niçin kendini aldatıyorsun, sen burada iki günlük misafirsin. Bilirsin ki, hayat ölmek içindir; ölüm hazırlanmıştır, sadece vaktini bekliyor. İki günlük avunma için, kendini bile bile zorla ateşe atma.”

Çünkü;

DÜNYA VEFÂSIZDIR

“Dünya vefâsızdır, saâdeti kararsızdır; ne verdi ise, yine çabucak alır. Bir de bu dünya malının dîne karşı kini vardır; dünyaya nâil olunca, din ihmâl edilir; buna dikkat et.”

“Yola çıkan insan, yol üzerinde evini yapmaz; göç eden kimse de eşyasını evde bırakmaz. Sen misafirsin, bu dünya sana bir misafirhânedir; misafirhânede çok fazla şey aranmaz.”

“Ey büyük bilgi sahibi, vücudun esiri olma (ten plânına râm olma!) Vücut seni esir ederse, fidye olarak, dînini ister.”

“Bu fânî dünyayı bırak, ukbâyı dile; sen dünyayı bırakmazsan, o seni bırakır. Bu dünya cefâkârdır, sen de ona cefâ et; ona ne kadar cefâ edersen, o da sana o kadar râm olur.”

Gafil insanın dünyaya olan tutkunluğunu ve bir türlü ondan vazgeçememesini Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri ne kadar güzel misallendirir:

DENİZ SUYU İÇMEK

“Maddî hayata meyledenler için, hayat, deniz suyu içmeye benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler.”

Yoksa;

İnsanın başına türlü belâlar açan ve çilelerin bin bir çeşidinin kıskacı ve girdabı olan bir dünyaya gönüller niye meyletsin? Hem zarar görüp de hem dört elle sarılmak niye olsun? Önünde helâk olmuş kavimlerin ve şahısların sayısız ibretâmiz örnekleri dururken aynı yanlışlara, günahlara ve zulümlere akıllar niye cesaret etsin?

Velhâsıl insan sonbahara benzeyen dünyada ömrünü gül ağacına hizmetle geçirmeyi öğrenmeli. Aksi hâlde ilkbahar hükmünde olan âhiret günü, cennet bahçesine konulmaz. Sâdî Şirâzî, ne diyor:

“Sonbaharda gül ağacını yıkma ki, ilkbaharda onun güzel manzarasından mahrum kalmayasın.”

Dünya ve âhiret mevzuu etrafında Hazret-i Mevlânâ’nın da hayli nasihatleri var. Özellikle dünyadan ayrılış ânını bir şeb-i arûsa, yani düğün gecesine döndürmek gayreti ile Hazret-i Mevlânâ, şunları söyler:

“Ey ekmek uğruna îman cevherini atan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gönlünü İbrahim’e kaptırmadı ama canını bir sivrisineğe teslim etti.”

Dünya ticaretinde pek hırslı ve alabildiğine dikkatli olan insanoğlu, âhiret ticaretinde ise alabildiğine dikkatsiz, savurgan ve israfçı. Öyle ki, ufacık bir menfaate, bütün bir sonsuzluğu fedâ edebilmekte. Hele bir de hırsa kapılmışsa, bir arpa tanesine hazineler vermekte, bir lokma için îman cevherini satmakta. Sadece hırsını tatmin ve teskin edebilmek için ne kanlar dökmekte. Belki bir-iki gün için muvaffak olmuş görünmekte, fakat neticede bir sivrisineğe bile gücü yetmemekte, helâk olup gitmekte…

“Dünya, nimetlerle dolu olsa; fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın içindeki kurt; «Kimin böyle güzel helvası var!» der.”

İnsan, kendisine hangi ahlâkı ve özelliği seçip almışsa; hayatı ona göre şekillenir. Eğer bir kimse fare ve yılan tabiatına bürünmüşse, ona nice güzellikler sunsanız da nâfiledir! Çünkü içinde bulunduğu hâli bir türlü fark etmez. Fark etmedikçe de aynı yanlışlara ve hatalara devam eder. Hattâ savunur. Hamâkatinin kavgasını verir. Zira sefâletini saâdet zanneder. Elindeki imkânları kendinin sanar. Oysa;

“Ecel; verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”

Yani emânet şuuruyla hareket etmek şart. Bunun yolu da; çok çok infakta bulunmak, hayır-hasenat yapmak… Her nefes, elimizdekileri Hakk’a teslim etmek. Böylece ebedî bayram gününe hazırlanmak. Çünkü;

“Korkunç bir kurban bayramı olan kıyâmet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ise ölüm günü.”

Ve Hazret-i Mevlânâ’dan hiçbir îzah gerektirmeyen özlü bir son söz:

“Dünyadan ebedîlik isteme. Kendisinde yok ki sana versin!”

Yâ Rabbî,

Bizleri, dünyaya aldanmaktan, âhiret servetini, dünya meteliğine değişmekten, bilhassa ölüm ve kıyâmeti unutmaktan muhafaza eyle!..

Bizlere âmâde kıldığın dünyayı ve sermâye eylediğin ömrü, emânet şuuruyla en güzel şekilde kulluk malzemesi olarak kullanmayı ve lutfuna mazhar olarak âhiret yurdunda, cennet ve cemâlinle müşerref olmayı cümlemize nasîb eyle!..

Âmîn!..