Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) -1-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2011 – Mayıs, Sayı: 303, Sayfa: 032

Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in gönül âleminden nasipli yüreklere aksede aksede günümüze kadar teselsül eden irşad nûruna vâris olmuş, büyük bir Allah dostu… Üstelik Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e nisbeti yalnızca mânen değil. O, aynı zamanda Seyyid, yani Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in pâk nesebinden…

Kendisine kadar “Hâcegân”1 ismiyle tanınan tasavvuf yolunu, nakşettiği silinmez mühürle “Nakşibendiyye” yapan büyük bir mürşid…

O, Allah muhabbetini ve îman lezzetini kalplere nakşeden bir gönül tabîbi…

Altın Silsile’nin on beşinci mürşid-i kâmili…

Uçsuz bucaksız bir mânevî tasarruf deryâsı, mârifetullah okyanusu…

Her türlü varlık ve benlik illetlerinden arınmış, tevâzu, hiçlik, diğergâmlık ve mahviyet şâhikası…

O, velîler ordusunun serdârı…

Şüphesiz ki bu muhteşem mânevî makam, her şeyden evvel Cenâb-ı Hakk’ın çok müstesnâ bir lûtfu. Fakat o lûtfa mazhar olan kalbî istîdat, irâde kuvveti, azim ve iştiyak da, bir o kadar müstesnâ…

CANI PAHASINA…

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Allah yolunda çağlayanlar misâli coşkun olan heyecan, azim ve gayretini daha da kuvvetlendiren bir ibret tablosunu şöyle naklediyor:

“Bir gün yolumda giderken, bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun, çok hırslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi, kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara dalmışlar, sanki kumarın nefsânî lezzetinden sarhoş olmuş, kendilerinden geçmişlerdi.

Böylece ikisi, aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu, ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Varını yoğunu ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak nesi varsa, rakibi hepsini elinden aldı.

Düşmüş olduğu o perişan hâle rağmen kumarbaz, ısrarla ve büyük bir gayretle oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine dedi ki:

«–Bana bak! Malımı ve bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine de oynamaktan vazgeçmem! Hayatım pahasına da olsa oynayacağım. Öyle ki, benim düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin!»

Kumarbazın, kumarda her şeyinden, hattâ canından bile vazgeçebilecek derecedeki ısrar, kararlılık, hırs ve irâde kuvvetini görünce, bana da apayrı bir şevk ve gayret hâli geldi. Bu musîbet tablosundan ibret alarak kendi kendime düşündüm:

Bir kumarbaz, bâtıl bir işte bile her şeyinden vazgeçecek kadar ısrarlı, hırslı ve kararlı davranırken, ben Hak yolunda nasıl bir azim, gayret ve fedâkârlık içinde olmalıyım? O günden beri Hak yolunu takip etmekteki azim ve isteğim daha da arttı. Hamdolsun Rabbime, her geçen gün de artmaktadır.”2

Görüldüğü üzere o Hak dostu, şâhid olduğu müsbet veya menfî her manzaranın ibret ve hikmet dersini okuyabilecek bir gönül gözüne ve ruh hassâsiyetine sahipti. Demek ki bu kalbî kıvâma ulaşılınca; bir edepsizden bile edep öğrenilebilir, müflis bir kumarbazın hâlinden bile Hakk’a vuslat yolunda elzem olan, azim, sebat ve irâdeye dâir büyük dersler çıkarılabilir.

Hakîkaten çok ibretlidir ki, boş hülyâlar ve gelgeç sevdâlar uğruna nice insan, rahatından, malından, sağlığından, hattâ canından olmayı göze almakta iken; günümüzün Ebû Cehilleri bâtıl dâvâlarını sürdürmek için canhıraş bir gayret ve fedâkârlık gösterirken; hak ve hakîkat bir dâvânın mensupları olan bizler, gayret-i dîniyyemizin seviyesini nasıl kâfî görebiliriz? Bu husustaki vicdan muhâsebesinden nasıl yüz aklığıyla çıkabiliriz?..

İşte her mü’minin kendi içinde çözmesi gereken bu gibi çetin sualler; büyük bir aşk, vecd ve iştiyakla, gece-gündüz demeden, bezginlik ve yorgunluk nedir bilmeden, Allah yolunda gayret, himmet ve hizmeti zarûrî kılmaktadır.

HİZMET BASAMAKLARINDA…

Hakk’a vâsıl olan yüksek şahsiyetler, dâimâ hizmet yolundan giderek menzillerine ermişlerdir. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yürüdüğü mânevî yolun daha ilk adımlarından itibâren bu gayret ve hizmetlerin şâheser numûnelerini görmekteyiz. Üstâdı Emir Külâl Hazretleri, derûnundaki nefsânî temâyüllerin ıslâhı ve rûhânî istîdatların inkişâfı için ona şu tavsiyede bulunmuştu:

“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevâzu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında, evvelâ gurur ve kibrin zıddı olan “hiçlik” hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek uzun yıllar boyunca, kâ‘bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştı.

Kendileri şöyle anlatıyorlar:

“Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetime mukâbil bende öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”

Görüldüğü üzere mânevî olgunluk yolunda mesâfe alabilmek, sadece kitap okumak veya sohbet dinlemekle değil, okuyup dinlediklerinden kendine âdeta bir reçete çıkarıp onun gerektirdiği istikâmette yaşamak ve Allah için hizmet etmekle mümkündür. Gönüllerin ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabilmesi, bu nevî gayretlere bağlıdır. İşte Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de, aldığı mânevî terbiye neticesinde, nefsine “hiçlik” ve “yokluk” tâcını taktıktan sonra asıl gönül feyzine, mânevî keşif ve fütûhâta nâil olmuştur.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Âlem buğday ben saman,

Herkes yahşi ben yaman!”

[Yani herkes iyidir, kötü olan benim… Allah dostlarını zirveleştiren sır, bu tevâzu hâlinde gizli. Necip Fâzıl’ın;

O erler ki gönül fezâsındalar

Toprakta sürünme ezâsındalar

Yıldızları tesbih tesbih çeker de

Namazda arka saf hizâsındalar…

mısrâları, bu hâlin tercümânı…

Büyük Allah dostu Nakşibend Hazretleri de, öyle bir tevâzu ve mahviyet içinde yaşamıştı ki, mânâ fezâsındaki ulvî mevkiine rağmen, kendisini dâimâ kapı eşiğinde görmüştü. Allah Teâlâ da onu bu tevâzuuna mukâbil yüceltmiş, insanlara sevdirmiş ve katında ulvî bir makam olan, irşad ve terbiye vazifesine lâyık kılmıştı.

Bir başka şâir bu sırrı ne güzel hulâsa eder:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât,

Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür…

“Tohum toprağa düşmedikçe yetişip gelişme bereketine mazhar olamaz. Bunun gibi, nefsini yerle bir gören mütevâzı kullara da Allah rahmetiyle nazar kılıp onları büyütür, yüceltir.”]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Hak Teâlâ’nın inâyetiyle, kendi hatalarını görerek temizlenme gayreti içinde olan ve nefsin hilelerini gereği gibi bilen kimsenin, nefsine muhâlefet etmesi gayet kolaydır…”

[Nefsin ne amansız bir düşman olduğunu bilmek ve onu tanımak, onunla mücâdeleye girip muvaffak olmanın birinci adımıdır. Nefsin tuzaklarından gâfil olanlar, onun verdiği zararları hissetmek bir yana, o fecî hâli âdeta tatlı bir mûsikî gibi normal karşılarlar. Yani onun ağırlığını, narkozlanmış ruhlarında hissedemezler. Dolayısıyla da hâllerini düzeltme yolunda bir gayrete yönelme ihtiyacı duymazlar.

Bu sebeple mü’min, öncelikle nefsinin tehlikelerini bilmeli ki ona gerekli tedbirlerle, yani takvâ ve amel-i sâlih zırhıyla mukâvemet edebilsin.

Yine bu hakîkatlerden dolayıdır ki; “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” buyrulmuştur.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîfte; «Ezâ verecek şeyi yoldan kaldırınız.»3 buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte bahsedilen «ezâ verecek şey»den kastedilen; nefsânî arzulardır. «Yol»dan murâd ise «Hak yolu»dur.

Nefsine bas ve yüksel! Hakk’a kurbiyyet / yakınlık dâiresine girmek istersen, önce nefsânî arzularını terk et!”

[Nefs engeli, iki gözün önüne konulan iki parmak gibidir ki, kişiyi bütün hakîkatlere karşı âmâ eder. Bu sebeple kul, Rabbiyle arasındaki en büyük engel olan nefs perdesini aralamaya gayret etmelidir. Yani nefsinin arzularından vazgeçerek onu terbiye etmeli, onun taşkınlıklarını dizginlemeli, onu âdeta ayağının altında bir basamak yapmak sûretiyle mânen yükselmeli, kalben seviye almalıdır.

Nefs, terbiye edilip sâlih amellere medâr olabilecek bir kıvâma ulaştırılmadığı takdirde, azgın bir attan farksızdır. Azgın bir at ise, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helâkine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce dizginlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür.

Bunun içindir ki Hakk’ın dergâh-ı izzetine yol bulabilmek için evvelâ mânevî terbiye ile nefsin hevâ ve hevesini bertarâf etmek zarûrîdir. Nitekim bu hakîkati ifâde sadedinde; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” denilmiştir.]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Ehl-i bâtının/gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzu, hiçlik, yokluk, acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması husûsunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatalara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.”

[Günahlarının yükü altında nedâmet ve mahcûbiyetinden iki büklüm olmuş tevbekâr bir mücrimin hâli, amelinin zâhiren düzgün olmasına güvenerek mağrur olan, hata ve kusurlarının farkında olmadığı için âkıbetinden eminmiş gibi rahat davranan bir kimsenin hâlinden kat kat üstündür. Zira namaz kılmak, oruç tutmak, infak etmek, kişiyi Allâh’a yaklaştıran yollardandır. Fakat asıl mühim olan, bütün bunları yaparken kendinde bir üstünlük görmemek, nîmet ve muvaffakıyeti Allah’tan bilmektir.

Lokman Hakîm ne güzel buyurur:

“İki şeyi unutma: Allah Teâlâ’yı ve ölümü.

İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”

Gurur, kibir ve ucba kapılarak nefsâniyete prim vermemek için, bir sâlih amel işledikten sonra onu hemen unutuvermek îcâb eder. Eğer namaz, oruç, infak, Allah yolunda gayret gibi hayırlar, nefsânî bir üstünlük hazzı veriyorsa, evvelâ, nefsin bu kötü huyu bertaraf edilmelidir. Bunun yolu da, nefsin tuzaklarından olan, hâl ve ameline güvenme gafletinden kurtulmak, Rabbimizin rahmetine nâil olabilmek için korku ve ümit duyguları içinde titreyen bir kalbî hassâsiyetle kullukta bulunmak ve neticede yine Rabbimizin rahmet ve mağfiretine sığınmaktır.

Nitekim kulluktaki güzel hâl ve amelleriyle beşeriyetin zirvesi olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- duâlarında:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”4 diyerek biz ümmetine örnek olmuştur.

Yani mü’minin Hakk’a yakınlığı arttıkça, O’na olan ibâdet, hamd, şükür, zikir, mârifet ve yakînindeki noksanlığını, hâlindeki kusurunu idrâk edişi de artar. Bunun içindir ki Hakk’ı en iyi bilen ârifler, O’nu lâyıkıyla bilemeyeceklerini kavramış olanlardır. Hakk’a en güzel kullukta bulunan âbidler, O’na lâyıkıyla ibâdet edebilmekten âciz olduklarını anlamış olanlardır…]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Bir sâlik, kendi nefsini Fivarun’un nefsinden daha beter görmezse, o sâlik, yolumuzun ehli olamaz. Bu yolda varlık iddiâsından geçerek yokluğa ermek, muazzam bir iştir. Nefsini noksan sıfatı ile görmek kolay değildir. Lâkin nefsin noksanlığını idrâk edebilmek, Hakk’a vuslat zaferinin ipucudur.

İşte ben de bu sıfatları tahsilde, nefsimi bütün varlıkların her tabakasıyla mukâyese ettim, onu kâinattan her zerre ile tarttım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her yaratığı nefsimden daha iyi ve daha hoş gördüm. Nefsimi bu denli âciz ve zavallı görmek, içimdeki her türlü kiri-pası temizledi…”

[Bir insan, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete nâil olarak bütün günahlarından arınma imkân ve ihtimâli vardır. Bu sebeple mü’min, kendisini hiç kimseden üstün görmemeli, “ibâdullâh’ı istihkâr”, yani “Allâh’ın kullarını hor görmek”ten, dolayısıyla da kendisinde bir üstünlük vehmetmekten titizlikle sakınmalıdır.

Bütün zulüm, haksızlık ve ihtirasların temelinde de, nefsini başkalarından daha değerli görme, kendini nîmete daha lâyık bilme huyu vardır. Bu kötü huydan kurtulabilmek için en tesirli ilâç, herkesi ve her varlığı kendinden değerli görmek sûretiyle nefse haddini bildirmek, onun azgınlık ve taşkınlıklarına gem vurabilmektir.

Rivâyete göre, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri bir sâhilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Hazret içinden şöyle geçirdi:

“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzı olmalı. Ama ben herhâlde şu günahkâr gençten de kötü değilimdir. Şarap içmiyorum, lâubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”

Tam o sırada denizden bir feryat duyuldu:

“–Batıyoruz, imdât!..”

Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize atladı ve birkaç dakika içinde, boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sâhile taşıdı. Olup biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî Hazretleri, biraz önce aklından geçen düşüncelerden mahcup oldu ve kendi kendine:

“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..” dedi.

Nihâyet, gencin bu merhamet ve şefkati sebebiyle İbn-i Arabî Hazretleri ile aralarında bir muhabbet peydâ oldu. Genç, önceki hayat tarzını terk ederek İbn-i Arabî Hazretleri’nin dizi dibinde, nezih bir hayâtın tâlimine başladı, onun sâdık bir tâkipçisi oldu.

Demek ki, kendimizde bulunduğunu düşündüğümüz fazîletlerin belki de daha üstünü, küçük gördüğümüz nice kimsede de mevcut olabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını hor görmek, hakîkatte kendimizi küçülten yanlış bir davranıştır.

İnsanlara ve hattâ bütün mahlûkâta bakışta bu mahviyet hâlini kazanabilmek, kulun Rabbine karşı sahip olması gereken kulluk edebini takviye eder. Zira kulun ilâhî kudret ve azamet karşısındaki hiçlik ve yokluğunu kavraması, kulluk edebinin başıdır. Kul, hangi mânevî mertebeye ulaşmış olursa olsun, kendisini ilâhî huzurda müflis bir sâil, yani dilenci olarak görmelidir. Bütün güzellikleri Hak’tan, bütün kusurları nefsinden bilmelidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyurmuşlardır.

Nakledildiğine göre Şeyh Ebu’l-Abbas Kassâb Hazretleri’ne:

“–Sizin cenâzeniz götürülürken önünüzde hangi âyeti okuyalım.” diye sorulmuş. Hazret de:

“–Âyet okumak büyüklere mahsustur, bizim için şöyle deyiniz.” dedikten sonra şu mânâya gelen bir beyit okumuş:

«Dostun, Dost’unun yanına veya Sevdiği’nin katına ulaşmasından daha güzel, âlemde ne vardır?»

Velîler kutbu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu kıssayı talebelerine naklettikten sonra, tevâzu ve mahviyet içerisinde buyurmuşlar ki:

“–Bu beyti okumak da büyüklerin kârıdır. Benim cenâzemin önünde şu beyti okuyunuz:

Müflisânîm âmede der kûy-i tû,

Şey’en lillâh ez-cemâl-i rûy-i tû…

«Müflis dilencileriz, Sen’in katına geldik. Allah aşkına bize Cemâl’inin güzelliğinden bir şey ihsân eyle!»

İşte o büyük zâtlar, ulaştıkları mânâ zirvelerine ve eriştikleri keşf ü kerâmete rağmen, aslâ kendi hâl ve amellerinin yüceliğine îtibâr etmemişlerdir. Bilâkis, Hak kapısının âciz dilencileri olduklarını, Hak’tan bir lûtuf erişmezse bir “hiç”ten ibâret kalacaklarını her fırsatta dile getirmişlerdir.

Yine bir gün müridleri, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden bir kerâmet göstermesini istemişlerdi. Hazret buyurdu ki:

“–Bizim kerâmetimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen hâlâ ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan büyük kerâmet mi olur?..”

Ardından, tasavvufta mühim olanın kerâmet değil, istikâmet olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdular:

“–Bir kimse bir bahçeye girse ve oradaki ağaçların her bir yaprağının dile gelip; «Ey Allâh’ın velîsi merhabâ!» diye seslendiğini duysa, gerek zâhiren gerek de bâtınen, bu sese aslâ îtibâr etmemelidir! Bilâkis kulluğa olan gayret ve azmini daha da artırmalıdır.”

Bunun üzerine bâzı talebeleri:

“–Efendim, ne kadar üstünü örtseniz de, sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler.

O büyük tevâzu âbidesi, edep ve mahviyet hâlini muhâfaza için, kendisindeki mânevî tecellîleri müridlerine izâfe ederek:

“–O müşâhede ettikleriniz, müridlerimin kerâmetleridir.” buyurdu.]

Rabbimiz, cümlemizi Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılarak sırât-ı müstakîm üzere bir kulluk hayatı yaşamaya muvaffak eylesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1. Hâcegân: “Hoca” kelimesinin çoğulu olup din âlimi, ehl-i tarîk hocaefendiler demektir. Nakşibendiyye yolunun mürşidleri ekseriyetle ilmiye sınıfından oldukları için, bilhassa Nakşibend Hazretleri’nden önceki dönemde bu isimle yâd edilmişlerdir. 2.  Bkz. Ekrem Sağıroğlu, Şâh-ı Nakşibend, Yasin Yayınevi, İstanbul 2001, sf. 99-100. 3. Buhârî, Cihâd, 18; Müslim, Zekât, 56; Tirmizî, Birr, 28. 4. Müslim, Salât, 222.