İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Ağustos, Sayı: 330, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Oturup kalkmamızda; kısacası bütün davranışlarımızda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmayı hedeflemeliyiz… İçimiz de dışımız da Hak Teâlâ ile birlikte olmalıdır.

Meselâ baştan aşağı gaflet hâli olan uykuya dalmak is­tediğimizde, yarınki ibadetlerimizi daha güzel ve zinde olarak yapabilmek için istirahat etme niyetini taşımalıyız. Bu maksatla yatıldığında, uyku da baştan sona ibadet olur. Nitekim «âlimlerin uyku­sunun ibadet olduğu»[1] rivâyet edilmiştir.”[2]

[Rabbine ibadet etmek için yaratılmış olan insanoğlu, son nefesine kadar bu hakîkatin şuur ve idrâki içinde yaşamaya gayret etmelidir. Gerçek bir mü’min, hayatının her ânında, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının arayışı içinde olur. Yine kâmil bir mü’min, bu arayış içinde yaptığı hiçbir hayrı kâfî görmez, devamlı artan bir hayır iştiyâkına sahip olur.

Hakk’a kulluk; sadece namaz, oruç, zekât ve hac gibi belli zamanlarda îfâ edilip tamamlanan ibadetlerden ibâret değildir. Hakk’a kulluk, bu ibadetlerle birlikte, güzel ahlâk ve muâmelât gibi, mü’minin her ânını kuşatan, ömürlük bir hayat nizâmıdır. Cenâb-ı Hakkʼın, ibadetler dışında da rızâsına uygun düşen bütün fiillere ecir vaad edip gazabını celbeden bütün fiilleri yasaklaması da bundandır.

Bu itibarla mü’min, ibadetler dışında kalan bütün beşerî davranışlarını da, Hakkʼa itaat gibi ulvî bir gâyeye bağlayarak, onlar vesîlesiyle de Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya gayret etmelidir. Nitekim bu hakîkatten dolayıdır ki yine;

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurur:

“Leziz yiyecekler ve güzel elbiseler hususunda nefsin hazzını ön plânda tutmamalıyız. Bunun yerine yiyecek ve içeceklerde, ibadetlere güç kazanma niyetini taşımamalıyız. Güzel elbiseler giyerken de; «Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!» (el-A‘râf, 31) âyetindeki ilâhî emre itaat etme niyetini taşımalı, insanlara gösteriş yapmak gibi bir gâyemiz olmamalıdır…”[3]

[İşte mü’min, günlük hayatının îcap ve ihtiyaçlarını bile, Hak Teâlâ’nın râzı olacağı hâlis bir niyetle yerine getirdiği takdirde, o davranışlarını da ibadet mâhiyetine dönüştürmüş olur.

Yüce dînimiz İslâm; mü’minleri nefsâniyet ve mâsivâdan uzaklaştırıp Rabbânî bir istikâmete yönlendirebilmek için, maddî ve zâhirî hâdiseleri dahî, mânevî bir gâyeye bağlayarak, ona ulvî bir mânâ kazandırmıştır. İnsanın, yalnız ibadet ve ahlâka dâir ulvî fiillerini değil, bedenî ihtiyaçlardan doğan fiillerini dahî idealize etmiştir.

Meselâ yiyip içmek, bedenî bir ihtiyaçtır. Fakat İslâm, bu bedenî ihtiyacı da idealize ederek onu ibadetlere kuvvet olması niyetiyle, bir ecir vesîlesine dönüştürür. Yine bu çerçevede, yemeğe besmele ile, yani Allâh’ın adını anarak başlamayı, yenilen her lokmada Allâhʼın nîmet ve ihsanlarının büyüklüğünü tefekkür etmeyi, bütün bunlara mukâbil, Oʼna hamd, şükür ve zikirde bulunmayı telkîn eder. Yani alınan gıdânın vücûda sağlayacağı maddî faydadan ziyâde, onu feyiz ve rûhâniyetle tezyîn ederek bir nevî ibadet hükmüne girmesini temin eder.

İşte yüce dînimiz İslâm, bu misalde olduğu gibi, beşerî hayatın bütün îcaplarını ulvî bir gâyeye raptederek müʼminlere her an Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil edebilme fırsatları takdim etmiştir.

Bu fırsatları değerlendirebilecek derecede gönül uyanıklığına sahip olan ârif mü’minlerin yiyip içmeleri, oturup kalkmaları, hattâ uyumaları bile -niyetlerindeki hâlisiyet bereketiyle- ibadet hükmüne geçer. Fakat bunun aksine, bütün bu ilâhî ihsanlardan gâfil kalanların ibadetleri bile, riyâ ve gösteriş gibi nefsânî niyetlerle karışık olduğu için, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder.

Demek ki hayatın her ânını ibadet vecdiyle ihyâ edebilmek için, gönüllerimizi bu hususta mânevî bir terbiyeden geçirmemiz gerekir. Bu sâyede güzel bir “niyet şuuru” kazanmamız îcâb eder.

Zira hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

“Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

Ayrıca hayatını dâimî bir ibadet hâline getirebilmek için ihlâsla gayret eden kullarına Cenâb-ı Hak çok müstesnâ lûtuflarda bulunur. Meselâ bir kul, normal şartlarda devam etmekte olduğu bir nâfile ibadeti, hastalık, yolculuk, aşırı yorgunluk, yaşlılık gibi, geçerli bir mâzeretle bâzen îfâ edemeyebilir. Bu takdirde Cenâb-ı Hak, kulunun niyetindeki samimiyet sebebiyle ona ibadetini îfâ etmiş gibi ecir lûtfeder.

Nitekim müfessirler;

“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen, devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6) âyet-i kerîmesi hakkında; “Kulun bedeni amel işleyemez olduğunda bile onun ecri; niyetindeki samimiyet ve sıhhatli zamanlarda gösterdiği gayret nisbetinde, sonsuza kadar devam eder.” demişlerdir. Bu sebeple fırsat eldeyken ibadet ve sâlih amellere istikrarla devam etmeliyiz.

Bizlere en büyük örnek şahsiyet olarak lûtfedilen Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin ibadetleri, hayatının her sahasını âhenkli bir şekilde kaplamıştı. Oʼnun mübârek hayatına bakıldığında, sanki ömrü boyunca bütün vakitlerini ibadetle geçirmiş olduğu zannedilebilir.

Hâlbuki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ibadet hayatını en üst seviyede devam ettirmekle birlikte, dünyevî hizmetlerini de aksatmadan, hattâ en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Hakîkaten O, hem gece-gündüz ibadetlerine titizlikle devam etmiş; Allâh’ın gönderdiği dîni çok büyük zorluklara katlanarak insanlara tebliğ etmiş, vahyin îzâha muhtaç kısmını söz ve fiilleriyle şerh etmiş, hem de âilesiyle ilgilenmiş, fukarânın dert ortağı olmuş, mâtemlerin civârında bulunmuş, son derece kuvvetli ve sağlam bir devletin temellerini atmış, krallara elçiler gönderip onları İslâm’a dâvet etmiş, elçiler kabûl edip ikramlarda bulunmuş, ordular sevk ve idâre etmiş, Allâh’ın dînini tebliğde önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak için, fedakârca mücâdele etmiştir.

Yani hiçbir dünyevî meşgale O’nu ibadetlerinden alıkoyamamıştır. Bilâkis Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, dünyevî meşgalelerini de Allâhʼın rızâsına uygun şekilde îfâ ettiği için, her ânını ibadet vecdiyle ihyâ etmiştir. O, hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağır olan günlük vazifelerini eksiksiz olarak yerine getirmekle birlikte, mâbedlere kapanıp kendilerini ibadete vermiş insanlardan çok daha mükemmel bir şekilde Allâh’a kullukta bulunmuştur.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Bir vakit farz namazı cemaatle edâ etmek, (cemaatten geri kalarak îfâ edilen ve farz olmayan) pek çok çile doldurmaktan daha fazîletlidir. Bununla birlikte, şerʼî esaslara riâyetle yapılan zikir ve tefekkürler de çok fazîletli ve ehemmiyetlidir.”[4]

[İslâm, ferdiyetçiliği ve bencilliği reddeder; ictimâîleşmeyi ve diğergâmlığı telkin eder. İctimâî terbiyenin ilk tezâhürü ise, cemaatle kılınan namazlarda başlar. Burada müʼminlerin birlik ve beraberlik duyguları filizlenir, gelişir ve pekişir.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“…Cemaat hâlinde olmanızı ve ayrılığa düşüp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan kimselerle beraberdir. İki kişi de olsa, beraber yaşayanlardan ise uzaktır. Cennetʼin ortasında bulunmak isteyen kimse, cemaate devam etsin…” (Tirmizî, Fiten, 7/2165)

“…Bir kimsenin diğer bir kimseyle olan namazı, yalnız kıldığı namazdan daha bereketli ve sevâbı daha fazladır. İki kişi ile olan namazı da bir kişi ile olan namazından daha bereketli ve üstündür. Beraber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, Allah Teâlâ’nın o kadar çok hoşuna gider.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554; Nesâî, İmâmet, 45)

Âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Medîne’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkarım, benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama izin var mı?)” diye sordu.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–Hayye ale’s-salâh ve hayye ale’l-felâh’ı işitiyor musun? Öyleyse durma mescide gel.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)

Görüldüğü üzere, ümmetine son derece müşfik ve merhametli olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu tâlimâtını, gözleri görmeyen bir sahâbîsine verdi. O hâlde geçerli bir mâzeretin bulunmadığı durumlarda cemaate iştirâk etmemenin, ne dehşetli bir gaflet ve ziyankârlık olduğunu, ciddiyetle düşünmek îcâb eder…

Şifâ bint-i Abdillâh -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-, Ramazan günlerinden birinde bize gelmişti. Âile fertlerinden iki kişinin uyuduğunu görünce:

“–Bu adamların neyi var ki benimle birlikte cemaate iştirâk etmediler?” dedi. Ben:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Akşam herkesle birlikte namaz kıldılar, sabaha kadar da namaz kılmaya devam ettiler. Daha sonra da sabah namazını kılıp yattılar.” dedim.

Hazret-i Ömer şu karşılığı verdi:

“–Sabah namazını cemaatle kılmak, benim için sabaha kadar namaz kılmaktan daha sevimlidir.”[5]

Müʼmin için her zaman yapılması gereken pek çok kulluk vazifeleri vardır. Kâmil bir müʼmine yakışan, bunların en mühim olanına öncelik verip diğerlerinin îfâsına da gücü nisbetinde gayret göstermektir.

Şüphesiz ki Hakkʼa kulluk vazifelerimizin en başında “farz”lar gelir. Îfâ edilmesi gereken bir farzın bulunduğu bir vakitte, ondan başka amellerle meşgul olmak, -velev ki onlar nâfile ibadet, hayır-hasenat veya hizmet gibi kıymetli ameller bile olsa- yanlış bir davranıştır.

Müʼminin ibadet hayatında farzların îfâsı, her şeyden önceliklidir. Nâfile ibadetlerin kıymet ve fazîleti, ancak farzlara ilâveten edâ edilmelerine bağlıdır. Nitekim bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir:

“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır. Nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum…” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

İşte Cenâb-ı Hak, düzenli olarak îfâ edilen farzlara ilâveten nâfilelerle de sürekli kendisine yaklaşmamızı ve neticede sevdiği bir kulu olmamızı arzu ediyor. Hakkʼa kullukta bu müstesnâ zirveye nâil olabilmek içinse farzlardan daha sevimli hiçbir amel olmadığını bildiriyor. Yani farzların, diğer amellerin de makbul olmasını temin eden zarûrî şart olduğunu beyân ediyor.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zâtʼına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister âsî, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak du­run! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.”[6]

[Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde, kullarına şah damarından daha yakın olduğunu,[7] kişiyle kalbi arasına girdiğini beyân ediyor.[8] Bu yüzden nazargâh-ı ilâhî olan kalbe çok dikkat etmeliyiz.

Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri;

“…Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bu­nu ister bilsin, ister bilmesin!..”[9] buyurmuştur.

Böylece hem kalpleri ihyâ etmenin o kalpteki nazar-ı ilâhîden feyz almaya vesîle olacağına, hem de bir kalbi incitmenin ne kadar ağır bir vebâl olduğuna dikkat çekmiştir.

Hak dostlarının en büyük gayret ve himmetleri de, ilâhî hakîkatlerden uzak düşmüş hasta ve gâfil kalpleri İslâm ve îmânın nûruyla ebedî şifaya kavuşturmak, müʼminlerin mahzun ve mağmum gönüllerini ise şefkat ve merhametle ihyâ etmekten ibârettir.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Ramazan ayının kadri o kadar yücedir ki sonu yoktur. Bu ayda olan birlik ve beraberlik, yıl boyu sürecek birlik ve beraberliğe vesîledir. Aynı şekilde bu aydaki ayrılık, yıl boyu sürecek ayrılığın sebebidir.

Ne mutlu o kimseye ki, Ramazan ayı kendisinden râzı olarak ayrılır. Yazıklar olsun o kimseye ki, Ramazan ayı kendisine dargın gider. Dolayısıyla bereketlere ermesine mânî olur, hayırlardan mahrum kalır.”[10]

[Ramazân-ı Şerîf, zamanlar içinde bir fasl-ı bahardır, yani bütün bir yılın mânevî bahârıdır. Zira o, Kurʼânʼın nâzil olmasıyla müstesnâ bir kıymet kazanmış, içinde bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesiʼni bulunduran, af ve mağfiret kapılarının ardına dek açıldığı, mânevî bereketlerle dolu bir zamandır.

Ruhlara refahlık veren bu aydaki “birlik ve beraberlik”, yani Cenâb-ı Hakʼla gönül birlikteliği, bütün bir yıla yansıyan müstesnâ bir mânevî kazançtır. Bundan dolayıdır ki Ramazan’daki ibadetlerimizin kabûlünün delîli; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikâmetimizdir.

Bu mübârek ayda gönlünü Allâhʼa, bedenini ibadete vererek, oruç, terâvih, Kurʼân-ı Kerîm, zikir, istiğfar, fitre, zekât, şefkat ve merhamet dolu hizmet ve fedakârlıklarla vakitlerini güzelce ihyâ edenler, bütün bir yıl bunun bereketine nâil olurlar.

Fakat bu mübârek zamana bîgâne kalarak ilâhî rahmetten uzaklaşanlar, yine bütün bir yıl, bu ayrılık ve duyarsızlığın hüsrânına dûçâr olurlar.

Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Cebrâîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“…Ramazân’ı idrâk edip de bağışlanamamış olan kimseye yazıklar olsun. Kişi Ramazan’da da bağışlanamazsa, peki ya ne zaman bağışlanacak?!” (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)

Bunun içindir ki ârif müʼminler nazarında Ramazân-ı Şerîfʼin ihyâsı, son derece mühim bir meseledir. Nitekim Muallâ bin Fadl şöyle demiştir:

“Selef-i sâlihîn (geçmişteki sâlih zâtlar), Cenâb-ı Hakk’a altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabûl buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Öte yandan Ramazân-ı Şerîf, tutulan oruçlarla açlık ve âcizliği tattırarak muhtaçların hâlinden daha iyi anlamayı sağlayan bir mânevî eğitimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, iffetlerinden dolayı istemekten hayâ eden muhtaçların hâlinden anlayıp imkânımız nisbetinde yardımlarına koşmamız için âyet-i kerîmede; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyurmaktadır. Yani şefkat, merhamet, cömertlik ve fedâkârlık duygularında, gönüllerimizin bu yüksek seviyeye ulaşmasını istemektedir.

İşte Ramazân-ı Şerîf, etrafımızdaki yoksul, kimsesiz ve bîçârelerin bize zimmetli olduğunu telkin eden bir mârifet mektebidir.

Bilhassa Ramazân-ı Şerîfʼte, gariplere ve fukarâya karşı mesʼûliyet­lerimize dâir vicdan muhâsebesinde bulunmak için, şu kıssa ne ibretli bir misaldir:

Sultan III. Mustafa bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendiʼnin konağına iftara gider. Konuşma esnâsında:

“–Efendi, arada bir size gelmek isterim ama, konağınız pek uzak yerde.” der.

Mehmed Emin Efendi de:

“–Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedârik etmem mümkündür, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir.

Bu söz Pâdişâh’ın tuhafına gider:

“–Ne acâyip şey, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorunca Şeyhülislâm Efendi:

“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” cevâbını verir.[11]

İşte Ramazân-ı Şerîf, böylesine rakik bir kalp ve diğergâm bir ruhla idrâk edildiği takdirde, kulun Allah katındaki en güzel şâhitlerinden biri olacaktır.

Bu bakımdan, Ramazânʼı lâyıkıyla ihyâ edip onu kendimizden râzı ederek uğurlayabilmek ve onda kazandığımız mânevî kıymetleri kaybetmeden gelecek senenin Ramazân’ına ulaşabilmek, dolayısıyla hayatımızı dâimî bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmek, büyük bir saâdettir. Gerçek bir bayram da, esâsen bu saâdetin bir tezâhürüdür. Yani;

Hakîkî bayram, Ramazanʼdan ilâhî af şehâdetnâmesini alarak çıkabilen kimseyedir.

Bayram, Cenâb-ı Hakkʼa takdim edilen hâlisâne kulluğun tebrîkidir.

Bayram, mârifet mektebi olan Ramazân-ı Şerîfʼin son dersidir.

Bayram, eş-dost ve akrabayı, hastaları, garipleri, kimsesizleri, mazlumları ziyaret edip hâl-hatır sorma, gönül alma, mâtemlerin civârında dolaşma, müʼminlerin dertleriyle dertlenme, velhâsıl din kardeşliğini cemiyet plânında yaşama mevsimidir.

Bayram, yanık yüreklere Cennet serinliği veren ilâhî bir ziyafettir.

Bayram, ferdî ibadetlere ilâveten yapılacak infak, fedakârlık ve hizmetlerle yaşanacak olan ictimâî ibadet günleridir. Belli bir kesimin şımarıkça yaşadığı, israf çılgınlıklarıyla dolu tatil ve eğlence gibi nefsânî zevk u safâ günleri değildir.

Bayram, dargınlıkları-kırgınlıkları ortadan kaldırma ve din kardeşleriyle kaynaşma günleridir.]

Cenâb-ı Hak, bütün yeryüzündeki mazlum din kardeşlerimizin ıztıraplarını daha derinden duyabilmeyi, gönüllerimizi onları kucaklayan bir rahmet dergâhı hâline getirebilmeyi ve hem maddî yardımlarımızla hem de duâlarımızla onların yaralarını sarabilmeyi, bizlere nasîb eylesin. Asrımızın bîçâre ve muzdarip İslâm âlemini, hakîkî bir bayram sevincine gark eylesin…

Bu Ramazân-ı Şerîfi, günahlarımızdan arınmış olarak tertemiz uğurlayabilmeyi ve gelecek senenin Ramazânʼına aynı gönül feyziyle kavuşabilmeyi cümlemize müyesser kılsın. Hayatımızı dâimî bir Ramazan rûhâniyetiyle yaşayıp ebedî saâdete açılan bir bayram sabahının huzuru içinde son nefesimizi verebilmemizi lûtfeylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Bkz. Deylemî, el-Firdevs, nr. 6731.

[2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 224, no: 17, Yasin Yayınevi, İstanbul 2007-2010.

[3] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 298, no: 70.

[4] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 105, no: 260.

[5] Abdürrazzâk, el-Musannef, Beyrut 1970, I, 526; Muvatta, Salâtü’l-Cemâa, 7.

[6] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 326, no: 45.

[7] Kāf, 16.

[8] el-Enfâl, 24.

[9] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 100.

[10] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, c. I, sf. 24, 4. Mektup, Çile Yayınevi, İstanbul, 1977.

[11] Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.