Hak Dostları O’nu Nasıl Tanırdı?

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Temmuz Sayı: 29

Hazret-i Peygamber sevgisi; ilâhî muhabbetten doğan, Hakk’a muhabbetin tecellîsi olan bir aşk-ı hakikî idi. Bu sevginin bütün feyzi, O’na; «Habîbim» diyen Cenâb-ı Hak’tan idi.

ANAM, BABAM FEDA OLSUN!

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bütün insanlığın aşk âbidesi ve muhabbet tâcıdır. İlk peygamber Hazret-i Âdem’den itibaren îman ehli olup da O’nu sevmeyen yoktur. Canlı-cansız her şeyin gönlü O’nun muhabbetiyle doludur. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed, III, 310)

Bütün peygamberler, sahâbe-i kiram ve Hak dostları, O’nu muhabbet ve aşk ile tanımışlar, O’na kendi canlarından daha ziyade bağlılık göstermişlerdir.

O’nun etrafında yer alan muhabbet halkaları, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in en küçük bir arzusuna bile pervane kesilmişler, ömürlerini O’na adamışlardır. Onların bu muhabbet ve bağlılıklarını dile getirdikleri yegâne ifade her meselede: “Anam, babam, canım Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” cümlesi olmuştur.

Çünkü;

O KENDİSİNİ O KADAR SEVDİRMİŞTİ Kİ…

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kendisini ashâbına o kadar sevdirmişti ki, bu muhabbetin derinliğini izah etmek mümkün değildir. Çünkü bu sevgi, ilâhî muhabbetten doğan bir sevgi idi. Hakk’a muhabbetin tecellîsi olan bir aşk-ı hakikî idi. Bu sevginin bütün feyzi, O’na; «Habîbim» diyen Cenâb-ı Hak’tan idi.

Dînâroğullarından kocasını, kardeşini ve babasını Uhud Harbi’nde kaybeden üç şehid sahibi kadının, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan muhabbet hâli, ne kadar güzeldir!

Sahâbî tesellî için onu ziyarete gittiği zaman kadın, ilk sual olarak:

“–Rasûlullah sağ mıdır?..” diye ısrarla sordu. Ardından:

“–Bana O’nu gösterin!..” dedi.

Kendisine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gösterilince de:

“–Şükürler olsun yâ Rabbî!.. Şayet ben O’nu sağ olarak görmeseydim, hayatta hiçbir şey beni tesellî edemezdi!..” dedi.

Bütün sahâbe-i kiram O’na olan muhabbetleri ile tarihe şu cümleyi yazdırdılar:

BU KADAR SEVİLEN KİMSE YOK!

Mekke müşrikleri, Hubeyb’i öldürmek üzere darağacına bağlamışlardı. Ebû Süfyan sordu:

“–Hayatının kurtulmasına mukâbil senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”

Hubeyb, bu sual üzerine hiç düşünmeden, büyük bir cesaret ve vakar içerisinde Ebû Süfyan’a acıyarak şöyle haykırdı:

“–Asla! Değil O’nun burada benim yerimde olmasını istemek, şu an bulunduğu Medîne-i Münevvere’de mübarek ayaklarına bir dikenin batmasına bile gönlüm râzı olmaz!”

Bu cevaba hayret eden Ebû Süfyan:

“–Ben dünyada Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilen başka hiçbir kimse görmedim!” demekten kendini alamadı. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gösterilen bu derece muhabbet ve bağlılığın sebebi, sahâbe-i kirâmın O’nu en güzel şekilde tanımaları, O’nun rûhânî dokusu ile hâllenmeleri ve canlarından daha ziyade sevmeleridir. O’nu, en yakından tanıyanların ve sevenlerin başında hiç şüphesiz ki Hazret-i Sıddîk vardı. Çünkü gizli veya açık, sır veya aşikâr her meselede Hazret-i Ebûbekir Sıddîk’ın mukabelesi sadece şuydu:

O, NE SÖYLERSE DOĞRUDUR!

Varlık Nûru, Kâinatın Sürûru Efendimiz, isrâ ve mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâil, kavmim beni tasdik etmez!” dedi.

Cebrâil -aleyhisselâm-:

“–Ebûbekir Sen’i tasdik eder. O sıddîktır.” diyerek tesellî etti. (İbn-i Sa’d, I, 215)

Müşrikler, mîrac hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, mü’minleri de bu yolda vesveselerle îmanlarından caydırmak istediler. Hattâ Hazret-i Ebûbekir’e bile gittiler. Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâkatinin şevki içinde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.

Müşrikler:

“−Sen O’nu tasdik ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine tasdik ediyorum.” dedi.

Sonra ilâve etti:

“–O’na göklerden haber gönderen kudret, O’nu göklere yükseltmekten âciz midir? Ne kadar mantıksız konuşuyorsunuz!”

Daha sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübarek fem-i saadetinden dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlâllah!..” dedi.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, O’nun bu tasdikinden gayet memnun kalarak cihanı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekr’e:

“–Yâ Ebâbekr, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)

O günden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh- «Sıddîk» lâkabıyla meşhur oldu. Hazret-i Ebûbekir ki, bütün varlığını Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e adamıştı. Ebûbekir -radıyallâhu anh- ve onun sahip olduğu her şey için söylenecek tek hakikat:

YALNIZCA O’NUN İÇİN!

Hazret-i Ebûbekir, gerçekten de yalnızca O’nun için idi. Öyle ki O’nun yanında bile hasretle yanıp tutuşurdu. O’nsuz geçen hiçbir ânı olmazdı. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle «ikinin ikincisi» idi. Hususî anlarında dahî Hazret-i Peygamber’i hatırından çıkarmazdı. Varı-yoğu, malı ve canıyla Hazret-i Peygamber’in emrine âmâde idi. Nitekim bu gerçek dolayısıyla bir gün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

 “−Ebûbekr’in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurdu.

Bu ifade üzerine Ebûbekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde:

“−Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) dedi.

Çünkü Hazret-i Ebûbekir’in gönlünde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den öğrendiği bir tercih vardı:

ALLAH KATINDAKİNİ TERCİH!

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ömrü boyunca ümmetine bu gerçeği, yani Allah katındakini tercih etmeyi öğretmiştir. Kendisi de bu hususta en güzel numûne olmuştur. O’nu bu mânâda yakından tanıyanlar da aynı iz üzerinde yürümüşlerdir.

Nitekim son günlerinde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hastalıkları, cemaate çıkmalarına müsaade etmemişti. Hazret-i Peygamber, Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ı, cemaate kendi yerine imamlık yapması için tayin buyurdular. Sonraları bir ara kendilerini biraz iyi hissederek mescide çıktılar. Ashâb-ı kirâma nasihatlerde bulundular ve şöyle buyurdular:

“Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ve onun zîneti ile kendi katındaki nimetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah katındakileri tercih etti!..”

Bu sözler üzerine hassas ve rakik kalpli Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kendilerine bir veda hitabında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne kapıldı. Yüreği mahzunlaştı; gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana feda olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı feda ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Hazret-i Ebûbekir’in «Sıddîk» olmasında işte böylesine bir bağlılık ve Hazret-i Peygamber’i tanıma firaseti vardı. Ebûbekir -radıyallâhu anh- bu muhabbet ve irfan ile îman etmiş ve îmanının sebebi bizzat Hazret-i Peygamber olmuştu. Yani Hazret-i Ebûbekir’in her hâli demekteydi ki:

O’NU TANIYANA

MÛCİZE GEREKMEZ!

Bütün peygamberlerin mûcizesini kendisinde cemeden ve Kur’ân gibi yüce bir mûcize ile de te’yid edilen Hazret-i Peygamber’in emsalsiz şahsiyetini idrak, irfan sahibi gözler ve gönüller için öyle büyük bir mûcizedir ki, başka hiçbir mûcizeye ihtiyaç yoktur. İşte Hazret-i Ebûbekir ve onun gibi pek çok sahâbînin îman ve muhabbetlerinin kaynağı budur. Bu gerçeği Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:

“Hazret-i Ebûbekir, Peygamber Efendimiz’in mânevî kokusunu alınca: «Bu yüz, yalancı bir insanın yüzü değil; Hak’tan haber veren mübarek bir yüz.» diyerek gönlü îman ve muhabbetle doldu.”

“Yani Allâh’ın sıddîkı olan Hazret-i Ebûbekir mûcize istemedi: «Bu yüzün sahibi, doğrudan başka bir söz söylemez.» diyerek hidayete koştu.”

“Ebû Cehil ise hakikati bulmak derdine düşmediği için, ayın ikiye bölünmesi gibi, yüzlerce mûcize gördüğü hâlde yine de îmana gelmedi.”

Hazret-i Peygamber’i tanımak ve O’na muhabbetle îman etmek hususunda Ebû Cehil olanlar, nefislerinin zebûnu ve şeytanın kölesi olduklarından göz göre göre kalben âmâ oldular ve hattâ: «Sen el-Emin’sin, es-Sâdık’sın» dedikleri hâlde hidayet kevserinden içemediler. Nûr-i Muhammedî’den mahrumiyet içinde iki cihanın bedbahtları oldular.

Bu gerçekler de gösteriyor ki O’na ancak Hazret-i Ebûbekir gibi bakabilenler için:

O’NUN NÛRU

GÜNEŞTEN DE AŞİKÂR…

Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle:

Bir acep nur kim güneş pervânesi

(O öyle hayranlık veren bir nurdur ki, güneş bile onun etrafında bir pervanedir…)

Çünkü O’nun nûru ezelden ebede bütün varlıkların gözdesidir. İki cihanı aydınlatan bir nûr-i ilâhîdir. Aslında ne ayla ne de güneşle teşbih edilemeyecek güzellikte ve tariflerin üzerinde bir nurdur O’nun nûru…

O’nun, Kur’ân-ı Kerim’de «sirâc-ı münîr: Parıl parıl bir kandil» olarak bahsedilen nûru etrafında Hazret-i Mevlânâ şunları söyler:

“Parıl parıl parlayan o nur, bütün ruhlara aks etti. Bütün ruhlar üzerinde parladı. Âdem -aleyhisselâm- da isimleri bilme bilgisini o nurla elde etti.

Âdem’e akseden o nûru, Şît’in eli devşirdi. Hazret-i Âdem; Şit’te o nûru gördü de onu, yerine halîfe etti.

Hazret-i Nuh o nurdan feyz aldı da, can denizinin hevâsında inciler yağdırdı.

İbrahim -aleyhisselâm-’ın rûhu da o nûrun tecellîsine mazhar olduğu için; çekinmeden, korkmadan Nemrud’un ateşinin içine daldı.

İsmail -aleyhisselâm-, o nûrun ırmağına düşünce kendinden geçti de babasının keskin kılıcına seve seve boynunu, başını uzattı.

Hazret-i Dâvud’un rûhu, o nûrun şûlelerinden hararetlendi, kızıştı da o yüzden demir, elinde yumuşadı, mum gibi oldu.

Süleyman -aleyhisselâm- bir bebek gibi o nur feyzini emmiş olduğu için, devler onun buyruğuna girdiler. Ona kul-köle kesildiler.

Hazret-i Yâkub o ilahî nûrun kazasına baş eğdi, râzı oldu da, çok sevdiği Yûsuf’un ayrılık ateşine yandı, yakıldı. Bu yüzden oğlunun gömleğinin kokusu ile gözleri aydınlandı.

Ay yüzlü Yûsuf -aleyhisselâm-, Muhammedî nur güneşini gördüğü için, rüyaları tabirde çok derinleşti. Çok uyanık oldu.

Bir değnekten/sopadan ibaret olan asâ, Hazret-i Musa’nın ilâhî nurla parlayan elinden nurlu su içtiği için, Firavun’un saltanatını bir lokma edip yuttu.

İsa -aleyhisselâm-, o ilâhî nûrun merdivenini buldu da, o nurdan merdivenle çabucak dördüncü kat göğün üstüne çıktı.

Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kendi mânevî nûrunu bu fânî cihanda, bu saffet âleminde bulunca; bir an içinde, bir işaretle ayı ikiye ayırdı.

Hazret-i Ebûbekir, Peygamber Efendimiz’de o ilâhî nûru bulunca, öyle bir padişahın, peygamberlik padişahının çok sâdık, ayrılmaz bir dostu/sıddîkı oldu.

Hazret-i Ömer bütün nurların kaynağı olan o şaşılacak nûrun, o eşsiz sevgilinin, candan âşığı olunca; gönül gibi oldu, Hak ile bâtılı ayırt etti, «Fâruk» oldu.

Hazret-i Osman tertemiz bir gönülle o apaçık görüşün ta kendisi oldu da, çok feyizli bir nur elde etti. İki nur sahibi oldu. Bu sebeple kendisine «Zinnûreyn» dendi.

Hazret-i Ali o ilâhî nur sayesinde inciler saçtı da, can vadisinde, mânâ âleminde Allâh’ın arslanı oldu.

Büyük velî Cüneyd-i Bağdâdî de o nûrun ordusundan yardım gördü de mânevî mertebeleri arttıkça arttı, sayıya sığmaz oldu.

Bâyezîd-i Bistâmî o nûrun parlaklığı ile hakikat yolunu apaçık gördüğü için; Hak tarafından kendisine «Ârifler Kutbu» lâkabı verildi.

Ma’rûf-ı Kerhî Hazretleri, o nûrun harîmine bekçilik yaptığından, aşk halîfesi ve rabbanî nefes sahibi oldu.

İbrahim bin Edhem, o nûra doğru neşeli bir hâlde at sürünce, o nûra candan yönelince adalet padişahlarının padişahı oldu.

Şakîk-i Belhî de o nûru bulmak arzusu ile çetin yollara düştü, zorluklara katlandı. Yolun meşakkati sebebiyle fikirleri güneş gibi parlak, görüşleri keskin oldu.

Adları geçen velîlerden başka daha nice yüz binlerce gizli padişahlar vardır ki, o ilâhî nur vesilesiyle nur âleminde yücelmişler, mânevî makamlara erişmişlerdir.

Onların adları Allâh’ın gayretinden ötürü gizli kaldı. Her dilenci o mübarek insanların adlarını bilip söyleyemedi.

O büyük ve sonsuz nûra, can denizi ve denizlerin canı desem de lâyık bir söz söylemiş olamam. Onu anlatabilmem için ona yeni bir ad aramam gerek.

O büyük ve eşsiz nur hakkı için ki, bu ve şu denilen şeyler ondandır. Bütün derunlar, içler, özler, hakikatler ve mânâlar, ona nispetle kabuk gibidir.”

O’nun nûrundan tam olarak istifade edebilmenin yolu, O’ndan istifade etmiş olan bütün peygamber âşıkları gibi O’nda fânî olabilmekten geçer. O’nun yüce ahlâkına bürünmek yolu olan tasavvuf, her müride şart koştuğu bu mertebeyi şöyle isimlendirmiştir:

FENÂ Fİ’R-RASÛL…

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in muhabbet deryasına gark olmak, O’nda yok olmak… Bu hâlin alâmeti, Kur’ân ve sünnet modelini hayatın her safhasına aksettirebilmektir…

Bu o kadar mühimdir ki, fenâ-fi’r-rasûl mertebesine vâsıl olamayanlar, hiçbir zaman fenâ-fillâh mertebesine ulaşamazlar.

Bu mertebenin özü de, Hazret-i Peygamber’i her şeyden çok sevmek ve böyle bir muhabbetle O’na bağlanmaktan ibarettir.

Abdullah bin Hişam anlatır:

“Bir defasında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer -radıyallâhu anh-:

«–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!» diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifade etti.

Onun bu sözüne karşılık Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

 «–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!» buyurdu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen:

«–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

«–İşte şimdi oldu.» buyurdu.” (Buhârî, Eymân, 3)

Bir başka hadis-i şerifte de Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in;

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, Ben kendisine anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îman, 8) buyurması, son derecede câlib-i dikkattir.

İşte hakikî îmanın şartı budur.

İnsanlık semasının yıldızları olabilen bütün bahtiyar şahsiyetler, hep bu şartın içinde yaşadıkları için nice makamlara ermişlerdir.

Dolayısıyla her şeyden önce Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i onlar gibi tanımalı, onlar gibi sevmeli, onlar gibi takip etmeliyiz.

Unutmamalıyız ki;

O’NA MUHABBET, HÜRMETİ GEREKTİRİR…

O’na muhabbette yücelenler, hürmet itibarıyla can u gönülden rikkat sahibi olanlardır. Hem sahâbe, hem tâbiîn, hem de onların izinden giden bütün İslâm büyüklerinin en bariz özellikleri budur. Örnekler saymakla bitmez. İşte birkaç rivayet:

Defalarca hacca giden Ebû Hanife Hazretleri, türbe-i saadete bin bir edeple varır ve Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in;

“Yaklaş yâ imam!” izni üzerine boyun bükerek Ravza’ya girerdi.

İmam Mâlik, edebinden dolayı Medine sınırları içerisinde abdest bozmazdı.

Büyük müctehid İmam Nevevî Hazretleri de, Rasûlullah’la o kadar aynîleşmişti ki; Rasûlullâh’ın, karpuzu nasıl kesip yediğine hadis-i şeriflerde rastlamadığı için hayat boyu karpuz yemekten vazgeçmişti…

Yine Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar İslâm’ın nûrunu ve feyzini gönüllerde yeşerten büyük velî Seyyid Ahmed Yesevî, 63 yaşına girdiği zaman, temsilî bir mezar kazdırdı:

“Bana bu yaştan sonra toprak üstünde yaşamak gerekmez!” dedi.

Bundan sonraki ibadet ve irşad hayatını, Rasûlullah’la aynîleşme neticesi bir mezarın içinde devam ettirdi.

Çünkü bu samimî Peygamber âşıkları için ancak;

O’NUN AŞKI, GÖNÜL FERAHLIĞIDIR…

Gönüller, O’nsuz câhiliye girdaplarında boğulmuş, zulüm ve isyan dehlizlerinde nefessiz kalmıştır. Ancak O’nun vesilesiyle hidayet ufuklarına kanat açma bahtiyarlığına erişen gönüller, iki cihanın ferahlığını aşk-ı Muhammedî’de bulmuşlardır.

Meselâ Yaman Dede…

Hıristiyan bir kimse iken yüreğine aşk-ı Muhammedî’den bir nefes nasip olarak hidayete kavuştu. Gözü yaşlı bir mü’min, bambaşka bir Peygamber âşığı oldu. Bütün ömrü bu aşk hâli üzere geçti. Yandı ve kavruldu. Şiirlerinde daima Peygamber aşkını terennüm etti. Bu terennümler içinde onun şu içli ve yanık mısraları ne kadar güzeldir:

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam,

Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam,

Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam,

Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek!

Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında cân vermek?..

Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek,

Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Böyle bir aşk ile yoğrulmuş ârif gönüller, Hazret-i Peygamber’in ahlâkı ile en güzel şekilde hâllenmişlerdir. Çünkü O’nu samimiyet ve bağlılıkla, irfan dolu bir aşk ile;

SEVENLER, ÂYÎNE-İ MUHAMMEDÎ’DİR…

Peygamber muhabbetinde O’na âyîne/ayna olmak denince, son devir Hak dostları içinde Sami Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri hatıra gelir. Gerçekten Sami Efendi Hazretleri’nin âyîne-i Muhammedî olarak hâli bambaşkadır. Çünkü o mübarek zat, son nefesine kadar her hâliyle tam bir Muhammediyyü’l-meşreb velî olarak yaşayarak ümmete numûne olmuştur.

Sami Efendi Hazretleri’nin, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ahlâkına ayna güzel hâlleri saymakla bitmez. O’nda Rasûlullah muhabbeti o kadar kökleşmişti ki başkaları için teferruat sayılacak hususlarda bile sünnet-i seniyyeye riayete dikkat ederdi… Trene binmek için bilet alacağında kendinden sonra bilet alacakların vaktini düşünerek vereceği ücreti daima önceden hazırlar, gişede para bozma-para üstü gibi hususlarla vakit harcamaz, kimseyi bekletmezdi. Onun, kendisine gelmeseler de değer verdiklerini ziyarete gitmesi, ayrı bir güzel ahlâkı idi. Gönlü hep Medine’de atardı. Lutf-i ilâhî, Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-Bakî’a defnedildi.

Onun ve yetiştirmiş olduğu büyük Allah dostu Musa Efendi’nin çehresine bakanlar derdi ki:

YÜZLER VAR MELEK GİBİ…

Sami Efendi Hazretleri ve merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruh- ile birlikte Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vasıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhya, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sami Efendi ve Musa Efendi’ye ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

“Allah Allah, ne garip dünya! Yüzler var melek gibi… Yüzler var Nemrut gibi…”

Gerçekten de Peygamber ahlâkına ayna olmuş o çehreler, melekler gibiydi.

Sami Efendi Hazretleri’nin yanında Musa Efendi Hazretleri de peygamber muhabbeti ile nûra gark olmuş büyük bir velî idi. Onun gönül kuşu da daima Ravza’ya kanat açardı. Medine fukarasına gösterdiği alâka ve onlara karşı cömertliği apayrıydı. Ravza’da onun vesilesiyle cemaat arasında bir gelenek hâline gelen iftar sofralarında Hazret-i Peygamber huzurunda olmanın gerektirdiği tertip, düzen, temizlik ve yüksek edepte herkese örnekti.

Bu ay, vefatının 8’inci yılını idrak ettiğimiz Musa Efendi -kuddise sirruh-, Hazret-i Peygamber yolunda malını harcama hususunda cömertlikte Hazret-i Ebûbekir’i örnek alabilme gayretindeydi. Sohbetlerinde riyazat hâlinde yaşamaya dikkat çeker ve nefsimize az, başkalarına ise çok çok infak etmeyi tavsiye ederdi.

Şimdi bize düşen bu bahtiyarları her zaman üç İhlâs bir Fâtiha ile yâd etmek ve onların güzel hâllerinden nasip alabilmektir. Çünkü onlar, muhabbet-i Muhammedî’de;

EN GÜZEL ŞEKİLDE ÖRNEK OLDULAR…

Gerek ashâb-ı kiram, gerek sonra gelen büyük Peygamber âşığı Hak dostları, hayatlarının her safhasıyla bizlere en güzel şekilde örnek olmuşlardır.

Her bir Allah dostu, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gönül dünyasından, yüce şahsiyetinden hisseler almış ve O’nun üstün ahlâkının tertemiz aynası olmuştur.

Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber’i en güzel şekilde hidayet, îman, bağlılık ve aşk ile tanımış ve O’na tam bir teslimiyetle gönül vermişlerdir. Kısacası Hazret-i Ebûbekir’den itibaren bütün sahâbenin ve sonraki İslâm büyüklerinin nasıl şahsiyetler oldukları, onların Hazret-i Peygamber’in rûhânî dokusunu nasıl okuyup O’ndan nasıl hisse aldıklarına işarettir.

Cenâb-ı Hak, bu irfanı hepimize nasip eylesin! Bizleri iki cihanın kandili olan Peygamber Efendimiz’in yüce ahlâkı ve aşkında hidayet, rahmet, bereket ve ebediyet nûruna mâkes kılsın!

Rabbimiz, O Habîbi bereketiyle nasıl dünkü câhiliyye devrini asr-ı saadete dönüştürmüşse, bugünkü modern câhiliyyeyi de yine O Fahr-i Kâinat’ın feyziyle asr-ı saadet güzelliğine ulaştırsın…

Âmîn!..