Hacc’ın Rûhâniyeti

1998 – Mart, Sayı: 145, Sayfa: 020

İslâm’ın beş temel rüknünden biri olan hac, nebîler silsilesinin ilki Âdem -aleyhisselâm-‘dan âhırzaman nebîsine kadar yanık gönül terennümleri ve çeşitli ulvî hâtırâlarla dolu hak ve îmân cevherini gönüllerde kemâle erdiren ve mahşerin bir benzerini bu âlemde yaşatarak;

“Ölmeden evvel ölünüz!” sırrının hakîkatine vesîle olan ulvî bir ibâdettir.

Hac ibâdetinin dünyevî uhrevî pek çok hikmeti vardır:

Gerçek hac, Allâh’ın sonsuz rahmetinin tecellî ettiği, afv ü mağfirete mazhar olan müslümanların derin bir îmân, vecd ve aşk heyecânı içinde kaynaştığı ihtişamlı mübârek bir ibâdettir.

Hac, Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl -aleyhimesselâm-‘ın tevekkül ve teslîmiyyetinden hisse alabilmek, içimizdeki nefs denilen düşmanı ve dışımızdaki şeytanî temâyülleri taşlayabilmek, sınıf farklılığından sıyrılıp kefen iklîmine girerek Rabbe ilticâ edebilmek, kıyâmetin o dehşetli manzarasının hissiyâtıyla ürpermek, müslümanlar arasındaki uzak ve yabancı toplulukları bir araya getirmek, bir îmân kardeşliği teessüs etmektir.

Diğer mânâda hac, beden elbisesinden sıyrılıp rûhun derinliğine nüfûz ederek nefsânî kasırgalardan kurtulmağa çalışmaktır.

Haccın îfâ edildiği mübârek mekânlar ise, ulvî bir âlemin rûhâniyet iklîmleridir.

Bu mübârek topraklar, Hazret-i Âdem’den bu yana îmânlı yüreklerin rûhâniyetleriyle beslenmiş, âşıkâne gözyaşlarıyla sulanmıştır. Ârifâne hac yapanlar, o mekânlarda bunları ve birçok peygamberin ayak izlerini arar ve bulurlar. Müstesnâ bir feyiz menbaı olan bu kudsî mahaller, nebîler silsilesinin muazzez hâtırâları ile doludur.

Velhâsıl hac farîzası, ferdi, dînin kemâline istikâmetlendiren şümûllü bir ibâdettir.

Hac, insan rûhunun âhengini, iklîmini ve rengini bulduğu, aslî hüviyetini kazandığı, mânevî feyz yağmurlarıyla temizlenip arındığı ve hakîkatine erdiği rûhâniyet tezâhürleriyle dolu bir ibâdettir.

Arafât, bir afv ve ilticâ makâmıdır.

Arafât, kabirlerden kıyâmet sabâhına kalkışı ve fevc fevc mahşer meydanında toplanışı hatırlatır. Bütün kullar, Allâh’ın huzûrunda âciz, muhtaç ve mağmûm bir şekilde afv beklerler. Aynı zamanda bu afv, Hazret-i Âdem ile Havvâ vâlidemizin Arafât Vâdisi’nde buluşup ağlaşarak istiğfâr etmelerinin bir sembolüdür. Öyle ki, ihsân ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hakk, onların duâlarını kabûl etmenin yanında, bir de onların neslinden olup kıyâmete kadar her sene aynı gün ve saatta oraya gelip afv taleb edecek olanların kâffesini de afvetmek va’d ve lutfunda bulunmuştur.

Bu buluşmadan sonra Âdem -aleyhisselâm-‘la Havvâ vâlidemiz, Allâh’ın emriyle bugünkü Mekke şehrinin olduğu yeri vatan edindiler. Bundan dolayı Mekke şehrinin bir adı da, yerleşim bölgelerinin anası mânâsına Ümmü’l-Kurâ’dır.

Müzdelife, Kur’ân-ı Kerîm’de işâret edilen “el-Meş?aru’l-Harâm”ın rûhâniyetiyle rahmet tezâhürlerinin dolu olduğu bir mekândır. Kalbleri, Rabbin azamet, kudret, muazzam saltanat ve ilâhî tecellîleri ile yoğurup dünyâ ve âhıreti arkaya atma yeridir.

Minâ, Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl’in şeytana karşı muzaffer oldukları bir teslîmiyyet ve tevekkül mekânıdır.

Safâ ve Merve tepeleri, bugünkü zemzem kuyusunun bulunduğu noktada susuzluktan bunalmış olan İsmâîl -aleyhisselâm-‘ın vâlidesi Hazret-i Hacer’in telaş ve heyecan içerisinde su bulmak maksadıyla gidip geldiği iki mübârek tepedir ki, bize o beşerî acziyyet ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâyı hatırlatmak için hac menâsikinde “sa’y” adıyla yerini almış bir rükündür. Safâ tepesi, kalb safâsını bulandıracak şeylerin kalbe sokulmamasını ihtâr eder.

Kâbe, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’ da “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyruğu ile ikâmesini emrettiği namaz ibâdetinin istikâmet hedefidir. Aynı zamanda bütün müslümanların müştereken teveccüh ettiği nokta; yâni İslâm dünyâsının nabzının attığı yerdir. İnsandaki tecellî-i ilâhînin nazargâhı kalb; kâinâttakinin ise Kâbe’dir. Yâni Kâbe, bir mânâda insan vücûdundaki kalb mesâbesindedir. Bu sebeble hac, rikkat-i kalbiyye ile îfâ edilecek hassâs bir ibâdettir.

Orada, Allâh’a verdiği sözü yerine getiren Halîlullâh’ın makâmı vardır. Cenâb-ı Hakk, öncekileri de sonrakileri de onun ayak izine basarak yürümekle ve onun makâmının arkasında tavâf namazı kılmakla vazîfelendirmiştir.

Kâbe’deki “hacer-i esved” de, selâmlanıp öpülen ve Allâh’a bey’at ile kulluk sözünün verildiği mübârek taştır. Onu selâmlamak, aynı zamanda bütün nefsânî temâyüller ve şeytânî yönelişlerden el çekmeye söz vermektir.

Beytullâh olarak tavsîf edilen Kâbe’nin, Âdem -aleyhisselâm-‘dan itibaren mukaddes bir mâbed olduğu ve gücü yetenler için onu haccetmenin farziyyeti, âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

“Şüphesiz, insanlar için (yeryüzünde) kurulan ilk mâbed Mekke’deki (Kâbe) dir. Orası ilâhî feyz ü bereketlerle cihânları aydınlatan, îmân ve hidâyet nûrları ile doludur.”

“Orada ibret alınacak alâmetler vardır; (aynı zamanda) Hazret-i İbrâhîm’in makâmı (oradadır). Kim oraya girerse, Hakk’ın gölgesinde emîn bir kişi olur. Oranın yoluna gücü yetenlere, (Allâh rızâsı için) “Beytullâh”ı haccetmesi, Allâh’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır (farzdır). İnkâr edenler de bilsinler ki, Allâh bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân, 96-97)

Âyet-i kerîmenin sırrını iyi anlayıp hac ibâdetine karşı gevşeklik ve lâkaydîlikten şiddetle kaçınmalıdır. Aksi halde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ihtârı müthiş ve korkutucudur:

“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccettmezse, onun yahûdî veya hıristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!”

Bu ihtâr-ı peygamberî, haccetmenin bütün şartlarına hâiz olup da gafletleri sebebiyle ihmâl edenlere azâb-ı ilâhîyi hatırlatmaktadır.

Çünkü bu ibâdeti ihmâl durumu, onu küçümseme mânâsı taşımaktadır.

Hac, ömürde bir defadır diye te’hîr etmek, çok yanlış olur. Nitekim Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlar:

“Haccedecek kimse, acele etmelidir!”

Beytullâh, İbrâhîm -aleyhisselâm- ve âilesinin tevekkül ve teslîmiyyet hâtırâları ile dolu bir mekândır.

Tevekkül, teslîmiyyet ve hac kelîmeleri zikredilince, hatıra İbrâhîm -aleyhisselâm- ve İsmâîl -aleyhisselâm- gelir. Zîrâ hac, onların ihlâsları neticesinde kıyâmete kadar tekrarlanacak bir amel-i sâlihdir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın kalbinde Allâh’dan başka hiçbir şeye yer yoktu. Fakat melekler:

“-Yâ Rabbî! İbrâhîm’in cânı, evlâdı ve malı var! Nasıl sana “Halîl” (dost) olabilir?!.” demişlerdi.

Allâh Teâlâ da, üç yerde O’nun itirazsız teslîmiyetini meleklere göstermişti. Bu imtihânlar ve neticeleri, kıyâmete kadar ümmete misâl olacaktır.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, ateşe atılacağı zaman melekler yardımına gelmişti. Ancak O:

“-Size ihtiyacım yok!. Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir?” demiş ve «Allâh ne güzel vekîldir!» diyerek Rabbisine sığınmıştı.

O’nun bu teslîmiyyeti karşısında mükâfât olarak ateşe:

«-Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!» buyurulmuştu.

Yine baba-oğul bir teslîmiyyet fezâsında biri kurban etmeye, diğeri kurban edilmeye giderken, Rabblerine olan bağlılıklarını bozmaya çalışan şeytanı müşterek olarak taşlamışlardı. Böylece onlar, teslîmiyetlerinin en son noktasında iken de ilâhî lutuf olarak cennetten kendilerine koç indirilmişti.

Menâsikü’l-haccın benzer hareketleri her hacı için emretmesi, bu hâdiseleri hatırlayıp onlardaki ilâhî hikmetten nasîb alınması içindir.

İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-‘ın üç defa zikri karşısında ehemmiyyetsiz hâle gelmiş:

«Al bunları götür!» demişti.

Çünkü gerçek kulluk, teslîmiyyettir. Allâh -celle celâlühû-, kulunun kendisinden başkasına râm olmamasını ister.

Teslîmiyyet, muhabbete dayalı bir itâat işidir. Bu itâat ve teslîmiyyet bereketiyle İbrâhîm -aleyhisselâm-‘a, cânı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın dili kalbine tercümanlık yaparak dâimâ:

“Ben âlemlerin Rabbine teslîm oldum!..” (el-Bakara, 131) demekteydi.

*

Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl -aleyhimesselâm-‘ın tevekkül ve teslîmiyyetlerinin sembolü olan hac, beşerî sıfatlardan soyunup bir mağfiret iklîmine; teslîmiyyet ve tevekküle giriştir. Hac, muhabbet dolu bir kulluğun îfâsıdır. Hac, altta ve üstte birer havlu ile baş ve ayak açık, kulun bütün dünyevî rütbelerden soyunması, bir nevî kabirden kalkıp mahşer yerine gelmesi ve böylece Rabbine gönülden yalvarış hâli, tam bir teslîmiyyettir.

İşte bu hac ibâdeti de bize gösteriyor ki, günahların dökülüşü, ancak yalvarış, tevekkül ve teslîmiyyetten sonra yapılan bir ibâdet bereketiyle gerçekleşir.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in vedâ haccı ve vedâ hutbesi, ümmetin kıyâmete kadar yapacağı haclara ne güzel bir nümûnedir!

Vedâ haccında Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den aynı zamanda bir muhabbet tevzîi yapılmıştır. Müslümanlar arasındaki hukûkun ana hatları, muhabbet ve merhamet harcıyla perçinleştirilmiştir.

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın en tabiî neticelerinden biri, merhamet dolu engin bir gönle sâhip olmaktır. İbâdetlerin, bilhassa haccın hakîkatine böyle bir gönül ile kavuşulabileceğini Mevlânâ -kuddise sirruh- aşağıdaki şu hikâyesi ile ifâde eder:

“Ümmetin büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî, hac ve umre îfâsı için Mekke’ye doğru sür’atle gidiyordu. Yolda gözleri dünyâya âmâ, kalbi ise güneş gibi ışık saçan bir pîre rastladı.”

“Pîr ona: «-Ey kişi, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyâsını (yâni bedenini) nereye taşıyorsun?» dedi”

“Bâyezîd de: «-Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var.» dedi.”

“Pîr o kişiye dedi ki: -Ey kişi! O dünyâlığının bir miktârını Allah yolundaki muhtaçlara, garîblere, bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ki; rûhunun ufku açılsın! Ölümsüz bir ömre kavuş! İlk defâ gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devâm et!..”

“Çünkü Kâbe, Cenâb-ı Allah’ın hâne-i birri, yâni ziyâreti İslâm’ın şartlarından biri olarak farz olan, bir beyttir. Lâkin insan kalbi, bir sır hazînesidir.”

“Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in binâsıdır. Gönül ise, “Celîl” ve “Ekber” olan Allah’ın nazargâhıdır.”

“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et!. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.”

“Cenâb-ı Hakk, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”

“Şunu iyi bil ki, sen Allah’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevâb, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez..”

“Şu hadîs-i kudsîye dikkat et: «Yerler ve gökler beni içine alamadı. Lâkin mü’min olan, temiz ve günâhlardan kurtulmuş kulumun gönlü beni kapladı.»”

“Hac vakti olunca Kâbe’yi ziyâret ve tavaf maksadı ile git! Bu maksadla gidersen, Mekke’nin hakîkatini görmüş olursun!..”

“Bâyezîd, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzûr ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti.”

Hazret-i Mevlânâ’nın hikâyede haccı misal vermesi, haccın çok nâzik bir ibâdet olmasındandır. Çünkü hacda, meşrû olan birçok şeyler yasaklanır. Onun için hac yolculuğuna rûhî bir hazırlıkla çıkmalıdır. Ayrıca bir kişi hacca niyetlendiği anda şeytan onun peşine takılır. Bu sebeble hacca gideceklerin ilk kuşanacakları silâh “sabır” olmalıdır.

Hacda: diyerek Hakk’a ilticâ eden gönüller, Rabblerinin dâvetine icâbet ve O’nun mülkünde O’ndan başka ilâh olmadığını ikrâr ettikten sonra bir daha nefsin, şeytanın ve hevânın çağrılarına yönelmemeye söz vermiş olduklarını bilmelidirler.

Hac menâsiki, insanı kalbî hayâta yönlendirir. Çünkü bu nâzik ibâdet, av avlamamak, yeşil bir dal koparmamak, Allâh’ın mahlûkâtını incitmemek gibi şefkat, merhamet ve muhabbet tezâhürleriyle doludur.

İhramda bir ot bile koparılmayacak, bir kıl düşürülmeyecek. Bir mahlûkat avlanmayacak. Refes yok, fısk yok, cidâl yok… Yalnız Yaradanından dolayı yaradılanlara sevgi ve nezâket var.

Hattâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir müslümanı incitmemek endîşesiyle kalabalık durumlarda Hacer-i Esved’i öpmekten imtinâ etmiştir.

Hacdaki bu hâl ve davranışlar, insanı bir nefis muhâsebesiyle başbaşa bırakmakta ve müstakbel hayâtına in’ikâs etmektedir. Bütün ibâdetlerin yegâne hedefi, Cenâb-ı Hakk’a yakınlıktır.

Namazın, orucun nâfilesi gibi haccın da nâfilesi vardır. Nâfile yapılan hac ibâdetleri hakkında câhilâne tenkîdler yapmak, Allah Teâlâ korusun ucu küfre sarkan sözlerdir. Bunlar, mesnedsiz cehâlet mütâleaları olup, ibâdet lezzetinden mahrûmiyetin kara ifâdelerdir.

Asr-ı saâdetten beri nâfileler, bir îmân vecdi ile devam edegelmişlerdir. Heyecân ve iştiyâk ile yapılan nâfile ibâdetler kulu, Allah’a takarrub (yakınlaşma) tecellîsine mazhar kılar. Rûhu derinleştirir. Merhamet ve cömertlik vasıfları inkişâf eder. Hakk’ın gören gözü, işiten kulağı olur, yâni onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri hep ilâhî nûrun cereyânıdır.

Bu yükselişler, nâfile ibâdetlere olan muhabbet ve mahlûkâta olan merhametle mümkündür. İmâm-ı A’zam’ın 55 kerre haccettiğini söylemek bu hususta kâfîdir.

Senede bir olan ve muayyen günlerde îfâ edilen Arafâtlı haccdan başka, bir de her zaman yapılması mümkün olan “umre” ibâdeti vardır ki, buna küçük hac tâbir olunur.

Umre’de Arafât yoktur. Sadece Kâbe’yi tavâf ve Safâ-Merve arasında sa’y vardır. Umre, Ramazan-ı Şerîf’de îfâ edilirse, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından bir hac sevâbının müjdesi verilmektedir.

Medîne’de ziyâret ettiğimiz Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in makâmı ise, kalbin, ilâhî muhabbet nakışlarıyla zînetlenip ulviyyet kazandığı bir mekândır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın “habîbim” hıtâbına yalnız O mazhar olmuştur.

İmâm Mâlik Hazretleri’ne göre, Kabr-i Şerîf’in bulunduğu yer, Kâbe’den bile daha kudsîdir. Çünkü bütün kâinât, O’nun için halkolunmuş ve O’na ithâf edilmiştir.

Bunun için hac ibâdeti bitince, Medîne-i Münevvere’ye yönelmelidir. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in nâş-i pâkini taşıyan o mübârek topraklara yüz sürerek, onun ulvî ve bereketli kokusundan nasîb almak lâzımdır. Hadîs-i şerîfde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Beni vefâtımdan sonra ziyâret eden kimse, sanki beni hayâtımda ziyâret etmiş gibidir!” buyurmuşlardır.

Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyecek şu suâli sorar:

“-Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbîhler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayât veren Medîne’nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebûbekir’in sıdkı ve teslîmiyyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Alî’nin heyecan ve cihâdı var mı? Bugün binbir ızdırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir Asr-ı Seâdet heyecanı verebilecek misiniz?”

Cenâb-ı Hakk, bizlere Harameyn’in rûhâniyetinden istifâde ederek yanık bir gönülle Allâh Rasûlü’nü ziyâret nasîb buyursun!

Rabbimiz, bizlere tevekkül ve teslîmiyyet içinde bir ömür bahşeylesin! Sığınağımız ve barınağımız yalnız kendisi olsun! Hisseden bir gönül ile haccetmeyi müyesser kılsın!..

Âmîn!..