Gülü Güzelleştiren Sabır

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2015 Ay: Aralık Sayı: 130

ŞİFÂ

Hem hastalıkların hem de gönüllerin hekimi olan Lokman Hakîm Hazretleri’ne bir gün sormuşlar:

“–Efendim, hastalarımıza neler yedirelim? Ne tavsiye buyurursunuz?”

Lokman Hakîm şu güzel ve özlü cevabı vermiş:

“–Hastalarınıza acı söz ve kalp kırıcı bir ifade yedirmeyin de, ondan başka ne yedirirseniz zararı olmaz inşâallah…”

Yani sadece tatlı dil ikrâm edin, şifâ bulur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Ya hayır söyle yahut sus!” (Bkz. Müslim, Îmân, 77)

Demek ki;

İnsan ağzının kumandasını eline almalı! Sözleriyle de davranışlarıyla da kimseye diken olmamalı. Bilâkis rûhundan rahmet taşırmalı. Gönüllere dâimâ ferahlık neşretmeli. Ardında hep bir hayır duâ, gök kubbede hoş bir sadâ bırakma gayretiyle hareket etmeli.

İşte Hazret-i Mevlânâ’nın gönül semâmızda bıraktığı hoş bir sadâ:

Hazret bir gün müridleriyle beraber Ilgın Kaplıcaları’na gider. O esnada hamamda cüzzamlılar yıkanmaktadır.

«Büyük bir zât teşrif etti!» diye telâşa kapılan hamam sahibi, bîçâre hastaları dışarıya çıkarmaya kalkar.

Mevlânâ Hazretleri ise buna mâni olur. Derhâl cüzzamlıların olduğu havuza girer. Bu merhamet ve tevâzû karşısında cüzzamlılar feryâd ederek ağlamaya başlarlar. Bu hâli seyredenler de, bu Muhammedî ahlâk karşısında kendilerinden geçerler.

GÜL OLMALI

Gül olmalı. Hem de dikenlere rağmen gül olmalı.

Kimseyi incitmemeli ve incinmemeli. Çünkü gül olabilmek, dikenlere de sabredebilmektir. Hazret-i Mevlânâ gül ve diken tefekkürüyle şunları söyler:

“Gülün dostu dikendir.”

Gül, dikene tahammül sayesinde tezkiye olur. Tezkiye ise; sabırdır, iptilâlara katlanmaktır.

“Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.”

Tahammül ve müsâmaha peygamberlerin ve Hak dostlarının şiârıdır. Onlar günah bataklığına batmış insanlara, yaralı bir kuşu şefkatle kurtarma hassâsiyeti içinde yaklaşırlar.

Bugün bir fazîletler medeniyeti olarak andığımız asr-ı saâdet toplumu; câhiliyyenin zulüm, cehâlet karanlıkları içindeki insanlarını Fahr-i Kâinât Efendimiz’in «Kitap ve Hikmet»in nûruyla bir bir tezkiye etmesi sayesinde teşkil edildi. Bu elbette kolay olmadı.

Kimi bedevî gelip mescide bevletti. Efendimiz, yüzünü ekşitmedi, affetti. Güzelce öğretti.

Kimi geldi, kaba saba hitâb etti. Efendimiz, letâfetle mukabelede bulundu. Zarâfeti tâlim buyurdu. Nâdanlıklara sabretti, irfâna kavuşturdu. Kabalıklara, cefâlara sabretti; incelik ve safâ kazandırdı.

Bin bir misalden biri:

Asr-ı saâdette bir içki mübtelâsı defalarca te’dib edildiği hâlde içkiden vazgeçemiyordu. Ashabdan biri, bu kişi hakkında;

“–Allâh’ım ona lânet et! Bu sarhoş adam, ikide bir Rasûlullâh’ın huzûruna getiriliyor ve (onu çok rahatsız ediyor)!” dedi.

Bunu işiten Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ona lânet etmeyin. Allâh’a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim tek şey onun Allah ve Rasûlü’nü sevdiğidir.” (Buhârî, Hudûd, 5)

Peygamberimiz; bu zarif muamelesiyle ve bu latif terbiyesiyle câhiliyye karanlığındaki nice gönlü tertemiz eyledi.

Ehlullah Hazerâtı da Peygamber Efendimiz’in nezâket üslûbunu tevârüs ettiler ve yaşayarak yaşattılar.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu kıssası güzel bir misaldir:

Bir gün sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu âdetâ tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler.

Mevlânâ Hazretleri, onu dergâha sığınan yaralı bir kuş gibi görür, dervişana serzenişte bulunur ve derhâl onu bırakmalarını emrederek ilâve eder:

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”

Merhûm Ramazanoğlu Mahmud Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi;

“−Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız;

“−Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çaresizliğini ifade eder.

Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi; hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Bu hassâsiyet tasavvufta, «muâhezeyi nefse, müsâmahayı gayra tevcih etmek» şeklinde kaideleştirilmiştir. Günaha olan nefret, günahkâra taşıttırılmaz. Onun sırtından o yükü atmasına yardımcı olunur.

Bu sabır, Cenâb-ı Hakk’ın da ahlâkıdır. O Sabûr’dur, çok sabredicidir. Halîm’dir; mâsiyeti hemen cezalandırmayıp, tevbe ve istiğfar için mühlet verendir. Settâr’dır, ayıpları örtendir.

Rabbimiz’in bu cemâlî sıfatlarıyla vasıflananlar, güzel ahlâkın kemâliyle nurlanırlar. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ayın geceye sabretmesi onu apaydın eder.”

Peygamberler ve Hak dostları, güzel ahlâkları, zarâfet ve nezâketleriyle bir câzibe merkezi olurlar. Sarhoşun tekkeye geldiği gibi; kanadı kırık kuşlar, ıslāh-ı hâlden ümitvâr olamayan günahkârlar, kendilerine uzatılacak bir el arayan çaresizler, onların gönül dergâhlarına koşarlar.

Hazret-i Mevlânâ’nın; kendisini mücrim addederek acziyet ve âhiret endişesi içinde şu merhamet ve şefkat dileyen yalvarışı ne güzeldir:

“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlihlerin ümit etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..”

“Ey ulu Allâh’ım! Eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”

Böyle bir yalvarış, takvâ sahiplerinin ahlâkıdır. Hak dostları, kendilerini dâimâ böyle bir acziyet içinde görür ve mütevâzı bir gönülle bu şekilde feryat ve niyaz hâlinde olurlar.

O perişan hâldeki günahkârları hor görmek, mânâ ehlinin sahip olması gereken hiçlik ve mahviyete de sığmaz. İnsan ilâhî bir sırdır. Hazret-i Mevlânâ der ki:

DEFİNEYE MÂLİK VÎRÂNELER VAR

“Defineler, cevherler hiç sağlam bir ev içinde bulunur mu? Defineler dâimâ vîrânelerde, yıkık yerlerdedir.”

Böyle kimseleri hor görenlerin hâlini, çamurdan yaratılan Âdem’i hor gören İblisin düştüğü duruma benzetir:

“Âdem’in mânâ hazinesi de, yıkık yere; onun topraktan yaratılmış bedenine gömülmüştü.

Bu hâl lânetlenmiş şeytanın gözünü bağladı da Âdem’in içindeki hakikati göremedi. O toprağı hakîr gördü. Ona hor baktı. Fakat can, şeytana diyordu ki:

«Sen beni gaflete dûçâr olduğun için göremiyorsun, çünkü bu toprağım sana engel olmaktadır.»”

Hâlbuki insan aslı itibarıyla mükerrem olup, kişi ârızî günah ve isyanlarla o aslı kirletmiştir. Kirler bertarâf edilirse, yine tertemiz bir cevher ortaya çıkacaktır.

Bu sebeple Hak dostları; kimsenin ıslah ve hidâyetinden ümit kesmeksizin, sırât-ı müstakîme davete devam ederler.

Mâruf-i Kerhî -kuddise sirruh- Dicle kenarından geçiyordu. Bir bölük gafil genç de, orada şarap içip eğleniyorlardı. Mâruf Hazretleri’ni görünce, işlemekte oldukları mel‘anet sebebiyle kendilerine bedduâ edeceğini düşünerek keyifleri kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla;

“–Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle’nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!” dedi.

Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve;

“–Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyada hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver.” dedi.

Ummadıkları bu ifadeler karşısında gençler;

“–Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu dediklerinize bir mânâ veremedik!” dediler.

İhlâs ve takvâsı sebebiyle şu kısacık sözlerine Cenâb-ı Hakk’ın tesir bereketi lutfettiği Mâruf-i Kerhî Hazretleri şöyle dedi:

“–Evlâtlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse, tevbe etmenizi nasîb eyler.”

Yiğitler beklemedikleri bu müşfikāne tavır karşısında önce bir müddet düşünceye ve nefs muhasebesine daldılar. Akabinde, içlerinde büyük bir pişmanlık duydular. Derken intibâha gelerek nedâmet gözyaşları içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihânın saâdet ve selâmetine tâlip oldular.

Zaten peygamberler ve Hak dostlarının gayreti îman-küfür mücadelesinde, îmânın galebe çalması içindir. İnsanları cehennemden kurtarıp cennete dâvet etmektir. Öyle ki rivâyete göre, cehennemin üzerinden geçen mü’minlere cehennem şöyle hitâb edecektir:

NÂRI NÛRA ÇEVİRMEK

“–Ey mü’min! Üzerimden çabuk geç, yoksa ateşimi söndüreceksin!”

Hazret-i Mevlânâ bu rivâyeti edebî lisanla şöyle şerh eder:

“Mü’minler mahşerde diyecekler ki:

«Ey melekler; cehennem herkesin, bütün insanların müşterek bir yolu değil mi idi? (Bkz. Meryem, 71-72) Mü’minlerin de kâfirlerin de oraya uğrayacakları, geçecekleri bir yolda; biz bu yolda ne duman gördük, ne de ateş…

İşte burası cennet; eman yurdu, emniyet yeri. Peki, o korkunç geçit, o felâket uğrak nerede kaldı?»

Melekler onlara diyecekler ki:

«Hani geçerken filân yerde gördüğünüz o yemyeşil bahçe var ya!

Cehennem, o korkunç azap yeri, o şiddetli ceza mahalli işte orası idi. Ama rûhunuzun Cenâb-ı Hakk’a olan sadâkati ve kulluğu neticesinde Hazret-i Allah, o cehennemi size göstermedi, size orası sadece bağlık, bahçelik ve ağaçlık bir yer göründü.

Siz de, bu cehennem huylu, ateşli fitneler ve fesatlar arayan nefsin yangınını; uğraştığınız, mücâhede ettiğiniz ibâdetlerle, hayır ve hasenatlarla Allah rızâsı için onun ateşini söndürdünüz.

Alev alev yanan şehvet ateşiniz; takvâ yeşilliği, hidâyet nûru oldu.

Hiddet, öfke ateşiniz; sabır ile, hoşgörü ile, yaptığınız hayır ve hasenatlarla hilm hâline geldi. Cehâlet karanlığı da kalbinizin gayretleriyle mârifet oldu.

Hırs ve cimrilik ateşiniz cömertliğe çevrildi. Diken gibi olan hasediniz gül bahçesine döndü.

Siz, Allah rızâsı için; daha dünyada iken ateşlerinizin hepsini de birer birer söndürdünüz.

Ateş gibi nefsi gül bahçesi hâline getirdiniz; oraya vefâ tohumunu ektiniz.

O bahçede zikir bülbülleri, tesbih bülbülleri; çimenler, yeşillikler arasında, ırmak kıyısında ötmeye koyuldular.

Hak davetçisi olan Peygamber’in davetine uydunuz; nefis cehennemine su döküp ateşini söndürdünüz.

İşte bu yüzden cehennem size yemyeşil ve türlü nimetleri ihtivâ eden bir gül bahçesi oldu.»

Ey oğul; iyiliğin karşılığı nedir? Lütuftur, ihsandır, fazlasıyla sevaptır.”

Dolayısıyla, mü’minler; gönüller kazanarak, dergâh hâline getirdikleri gönüllerine herkesi davet ederek; îmânı küfre galip getirmeye, cennetin nûruyla cehennemin ateşini söndürmeye gayret ederler. Gazab-ı ilâhîyi, rahmete döndürme niyazı içinde çırpınırlar.

Ancak;

HAKKIN HATIRI ÂLÎDİR

Peygamberler ve Hak dostlarının müsâmahakârlığı asla hakkı söylemekten çekinmek ve korkmaktan dolayı değildir. Onlar dâimâ en ağır şartlarda dahî hakikatin berrak aynası ve tercümanı olmuşlardır.

Buradaki müsâmaha ve yumuşaklık, muhatabın gönlüne tesir etmek içindir. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 44)

Mesnevî’de şöyle şerh edilir:

“Ey Musa! Zamanın Firavun’una karşı yumuşak söz söylemek, yumuşaklık göstermek gerek. Kaynayan yağa su dökersen ocağı harap edersin. Tencereyi de.

Yumuşak söyle. Doğru sözden başka bir söz söyleme, yumuşak söz­lerle vesveseler satmaya kalkışma. Toprak yemeye alışmış bir kişiye; «Şeker daha iyi, daha güzel.» de. Zararlı bir yumuşaklık gösterip, ona toprak verme.”

Yani, yumuşak söylemek; hakkı ketmetmek, doğru olmasa da muhatabın râzı olacağı şeyleri ifade etmek değildir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?”

Hak yolundakiler, zalimlerden korkmazlar. Onları kazanmak için müsâmahakâr bir üslûp kullanırlar.

Hidâyete sırt çevirmiş, kalpleri mühürlü kimseler de bu dünya hayatında var olacaktır. Onların cefâlarına sabretmek de mü’minlerin imtihanları arasındadır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Madeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma yaralarıyla paramparça olur.”

Meyveli ağacın taşlandığı gibi, Hak ve hakikati tevzî edenlere de ta‘n ve iftiralar eksik olmaz. 15 asır sonra hâlâ Peygamber Efendimiz’e karikatürle, yazıyla hakaretler devam etmektedir. Bugün de kendi kirli ve gizli siyasetlerinin neticesi olarak zuhûr eden fitneleri bahane ederek yine insanlığa selâmet getiren İslâm’a terör iftirasını atıyorlar.

Bunlar karşısında dâimâ; İslâm’ı, Peygamber Efendimiz gibi temsil ederek, yeryüzünde Hakk’ın şahidi olmak mecburiyeti vardır. İslâm’ın vakar ve izzetini de müsâmahakâr, mütebessim çehresini de bugün insanlık bizde görmelidir.

Hazret-i Mevlânâ bu çileli yolu, misallerle anlatır:

“Tatlı suyun başı kalabalık olur.”

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten belâdır.”

Bu dertlerden Hak dostları üzülmez zira;

“Dert dâimâ insanı olgunlaştırır.”

Neticede dâimâ hakikat kazanır. Ters yüz edilen, hakikatin aksi şekilde gösterilen yalanlar, iftiralar dökülür ve hakikî cevherin ışıltısı parıldar. Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Kim demiş gül, dikenin himayesinde yaşar? Dikenin itibarı ancak gül sayesindedir!”

Mahşer yerinde; kimin kıymetli, kimin değersiz, kimin galip kimin perişan olduğu ortaya çıkacaktır. Bunun için esas hayatın âhiret olduğu şuuruyla, dâimâ o günün şahâdetnâmesine hazırlanmak elzemdir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu kesinlik kazanacaktır.”

Ölüm; öncesi dünya hayatı, sonrası âhiret yurdu olan bir geçittir. Bu hikmetle, Hazret-i Mevlânâ, vefat gecesini; «şeb-i arûs», «düğün gecesi, vuslat gecesi» diye adlandırmıştır.

Mevlânâ Hazretleri dünya ve âhireti şu güzel temsil ile anlatır:

“Ana karnındaki çocuğa birisi deseydi ki:

«Dışarıda pek düzgün, pek hoş bir dünya var. Enine boyuna geniş, bereketli bir yeryüzü var. Orada nice nimetler, nice sayısız yiyecek şeyler var. Dağlar, denizler, çöller, bostanlar, bağlar, bahçeler, çayırlıklar, çimenlikler var. Çok yüksek ve ışıklarla dolu aydınlık bir gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar ve Sühâ yıldızı var. Orada güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan rüzgârlar eser. Bağlar, bahçeler; gelinler gibi süslenmiş, sanki düğünler yapılmaktadır.

Dünyanın şaşılacak güzellikleri, acayip hâlleri dille anlatılamaz ki…

Sen ana rahminde, o karanlık yerde; sıkıntılar, mihnetler içindesin.

Ey çocuk! Sen, o daracık işkence yerinde çarmıha gerilmiş, kan emmektesin. Hapse düşmüşsün; pislikler, eziyetler içindesin.»

Bütün bu sözlere rağmen o çocuk; yine de kendi hâline bakardı, durumu gereği bir şikâyette bulunmazdı ve söylenenleri inkâr ederdi, anlatılan gerçek haberlere inanmazdı.

«Bu söylenen sözler, olmayacak şeylerdir. Siz, çocuk kandırıyorsunuz, beni aldatıyorsunuz.» derdi.

İşte dünyadaki insanların çoğu da böyledir, Hak dostlarının sözlerini, onların mânâ âleminden haberlerini inkâr ederler. Hak dostları, onlara;

«Bu dünya pek karanlık, pek dar bir kuyu gibidir. Bu dünyanın ötesinde ise, kokudan, renkten âzâde çok hoş bir dünya vardır.» der. Fakat bu söz, onların hiçbirinin kulağına girmez.” (Mesnevî)

Zira o işitmeyen gafiller, sefâletini saâdet zannedenlerdir. Kalp âlemleri olmadığı için gerçek saâdetin ne olduğunu bilemezler.

Rabbimiz, hepimizi dünya ve âhireti hakkıyla idrâk edebilenlerden eylesin.

Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnet ve sîretine ittibâ hâlinde güller misâli yaşayıp hüsn-i hâtime ile huzûruna varanlardan, mahşer yerinde yüzü ak olanlardan eylesin!..

Âmîn!..