Gönül Kâbesini Yıkma!

Gönül İkliminden İnciler

Şebnem Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Ağustos Sayı: 162

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir tavaf esnâsında Kâbe’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

“(Ey Kâbe!) Sen ne kadar güzelsin ve kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin de ne büyük! Ama bu canı bu tende tutan Allâh’a yemin ederim ki, bir mü’minin Allah katındaki kıymeti, senin kıymetinden daha büyüktür. Mü’minin malının ve kanının hürmeti de böyledir.” (İbn-i Mâce, Fiten, 2)

Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-’ın naklettiği bu hadîs-i şerîf, mü’min bir kulun, Cenâb-ı Hak indindeki yüksek değerini ifade etmektedir. Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve dış görünüşlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33)

Yani kalpler, bir nazargâh-ı ilâhî’dir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı bir kalbe diken batırmak, bir insanı yüzüne karşı ayıplayıp küçük düşürmek, hoşlanmayacağı sözlerle gıyâbında çekiştirip kötülemeyi huy edinmek, en büyük günahlar arasındadır.

Rabbimiz âyet-i kerîmede bu kimseleri şöyle îkaz etmektedir:

“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Yunus Emre Hazretleri de bir gönle ezâ vermenin ne ağır bir cürüm olduğunu şöyle ifade buyurmuştur:

Gönül Çalab’ın tahtı,

Çalab[1] gönüle baktı,

İki cihan bedbahtı,

Kim gönül yıkar ise!

Ashâb-ı kirâm devrinde yaşanmış olan şu hâdiseler de, gönül incitmenin bir müslümana aslâ yakışmayan davranışlar olduğunu çok açık bir sûrette beyân etmektedir:

Sahâbeden Sâbit bin Kays’ın kulağı biraz ağır işitiyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in meclisine geldiği vakit, yanı başına oturabilsin de O’nu rahat işitebilsin diye kendisine yer açarlardı. Yine bir gün gelmiş ve “Açılın!” diye müsaade isteyerek insanların arasında ilerlemeye başlamıştı. Bir adam ona; “Oturacak yer buldun, otur!” dedi.

Sâbit öfkeli bir şekilde oturdu ve adamı göstererek; “Bu kim!” diye sordu. O zât da kendisini tanıttı. Sâbit bin Kays; “Filân kadının oğlusun!” diyerek onun annesini câhiliye döneminde ayıplandığı bir vasfıyla zikretti. Bunun üzerine adamcağız utanarak başını önüne eğdi. Bu hâdise üzerine; “Ey îmân edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın!..” (el-Hucurât, 11) âyeti nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 263)

Yine Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh- siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında; “Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etmişti. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in îkâzına muhâtap olmuştu.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın daha sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:

“Bir gün Ebû Zer -radıyallâhu anh- ile karşılaştım. Üzerinde değerli bir elbise vardı. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de olduğunu görünce, kendisine bunun sebebini sordum. Ebû Zer -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş:

«Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin! Onlar sizin hizmetkârlarınız ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyin. Şâyet yükleyecek olursanız kendilerine yardım edin.»” (Buhârî, Îman 22, Itk 15; Müslim, Eymân, 40)

Bir keresinde Hafsa Vâlidemiz, menşei dolayısıyla Safiye Vâlidemiz’e “Yahudi kızı” diye hitap etmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Hafsa’yı Allah’tan korkması hususunda îkaz etmiş, bu sözlerden dolayı incinerek ağlayan Hazret-i Safiye Vâlidemiz’i de şu sözleriyle tesellî etmiştir:

“Sen bir peygamber’in (Hârun’un) kızısın. Amcan (Mûsâ) da peygamberdir. (Şu an yine) bir peygamberin nikâhı altındasın. O, hangi konuda sana karşı övünüyor?” (İbn-i Hanbel, III, 136; Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, X, 268)

Allâh’ın bir kulunu küçük görmek ve gönlünü incitmek, onu yaratan Rabbimiz’i gazaplandıran bir hâdisedir. Bu sebeple bir gönül incitme korku ve endişesi, Hak dostlarını âdeta titrek bir mum gibi hassas kılmıştır. Her insana Yaratan’ından ötürü rikkat, şefkat, merhamet, af ve kerem ile muâmele etmeyi düstûr edinmişlerdir.  Hattâ onlardaki bu engin zarâfet ve nezâket bütün mahlûkâta şâmil bir hâldedir. Nitekim Hak dostlarından Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durur ve yemek yer. Ardından yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, torbasının üzerinde bir karınca görür ve:

“–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri döner. Karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır.

Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler:

“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”

Şu âyet-i kerîme, Hak dostlarındaki bu yüksek kalbî kıvâmın bazı hususiyetlerine işaret etmektedir:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Aslında kimseyi incitmemek her ne kadar zor da olsa, nisbeten insanın elindedir. Lâkin bir de kimseden incinmemek vardır ki, o çok daha zordur. Zira irâde ile kalbe hâkim olabilmek çok zordur. Tasavvufî terbiyenin bir hedefi de kula bu irâdeyi kazandırabilmektir.

Nitekim Sâmi Efendi Hazretleri yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda iken, Bayezid Meydanı’nda Seyfi Baba isminde bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’nin zarâfet ve nezâketini görünce, nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifade ederek durumunu arz eder. Seyfi Baba ona:

“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken, Sâmi Efendi’ye der ki:

“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi İNCİTMEMEK’tir (yani elini ve dilini muhafaza etmektir); son dersi de aslâ İNCİNMEMEK (yani kalbini Allâh’a râm etmek sûretiyle muhafaza edebilmektir)…”

İşte bu hâl; Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını kazanmaktır. Yaratan’ından ötürü hiç kimseye kırılmamaktır. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelebilmektir.

Şüphesiz ki “incitmemek” ile “incinmemek” arasında katedilmesi gereken uzun bir mesâfe vardır. Bu yolda ilerleyebilmek, büyük bir gayret ve mücâhede ister. Fakat şahsına yapılan incitici davranışlara karşı sırf Allah rızâsını umarak affedebilme dirâyetini gösterebilmek, Rabbimiz’in hoşnutluğuna vesîledir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanları Tebük Seferi’ne çıkacak orduya yardım etmeye çağırdığı gün, fakir sahâbîlerden Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- gecenin bir kısmı geçince kalkmış, namaz kılmış ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:

“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik ettin. Hâlbuki benim, Rasûlullah Efendimiz’le birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvanım yok! Böyle bir imkânım da olmadı. Ben de malım, bedenim ve haysiyetim konusunda bana herhangi bir haksızlık yapan bütün mü’minlere hakkımı tasadduk ediyor, helâl ediyorum.”

Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip:

“–Yâ Rasûlâllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Ben de bana dil uzatıp gıybet edenlere hakkımı tasadduk ediyorum! Beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay edenlere hakkım helâl olsun!” dedi.

Sevgili Peygamberimiz, aşk, muhabbet ve samimiyet dolu olduğu kadar af, diğergâmlık, fedakârlık ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sadece:

“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi.

Ertesi gün bir münâdî:

“–Dün gece tasaddukta bulunan kişi nerededir?” diyerek seslendi. Kimse çıkmadı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Şu gece tasaddukta bulunmuş olan kişi nerededir?” diye tekrar sordu. Hiç kimse ayağa kalkmadı. Allah Rasûlü bir daha tekrar ederek:

“–O sadaka veren kimse nerede ise ayağa kalksın?” buyurdu.

Ulbe -radıyallâhu anh- ayağa kalktı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona:

“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki sen sadakası kabul olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbıyla birlikte otururken:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye sormuştu. Oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye hayretle sordular. Zira kendisini tanımıyorlardı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup idi. «Bana hakaret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ne güzel bir af misâli… Kendisine karşı yapılacak dedikodu, gıybet, hakaret gibi hazmedilmesi çok zor olan ve hesabı kıyâmete kalan hatâları peşînen affettiğini Allâh’a arz ediyor.

Maalesef günümüzde bu nevî gönül hassâsiyetlerinden mahrum nice insan, sözünün neticesini ölçüp tartmadan, kullandığı kelimeleri gönül süzgecinden geçirmeden, aklına eseni kolayca dillendirebiliyor. O sözün, mü’min kardeşinin gönül aynasını paramparça edebileceğini hiç dikkate almıyor. Kıyâmet günü;

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) hitâbına muhatap olacağını unutuyor!

Dolayısıyla bir mü’min, beşerî münâsebetlerinde kalp kırmamaya, gönül incitmemeye gayret etmeli ve sehven yaptığı hatâlardan dolayı da dâimâ muhatabından helâllik almaya çalışmalıdır. Zira Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Yine şu hâdise de, âhirette müşkil duruma düşmemek için dilimize sahip çıkmanın lüzumunu ne güzel ifâde eder:

Bir gün Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e, hangi ameli işlemenin daha hayırlı olacağını sormuş ve bu meyanda pek çok amel-i sâlih saymıştı. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her seferinde:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurmuştu.

Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ağzını gösterdi ve:

“–Hayır konuşmayacaksa susmak!” buyurdu.

Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye tekrar sorunca da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak şöyle buyurdu:

“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzura kavuşunuz.” (Bkz. Hâkim, IV, 319/7774)

Rabbimiz, cümlemizi gönül incitmekten, farkında olmadan bir kalbe diken batırmaktan muhafaza buyursun. Gönüllerimizi; içinde bütün mahlûkâtın huzur bulup müstefîd olduğu bir rahmet dergâhı eylesin.

Âmîn!..

[1] Çalab: Mevlâ, Allah Teâlâ.