Gönül İnsanı Olabilmek

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Şubat Sayı: 12

HAKK’IN KÂBE’Sİ

İnsanı insan yapan bütün güzellikler, gönül toprağında yeşerir. Akıl, ancak o toprakta hizmet edebildiği ölçüde faydalıdır. Çünkü gönül, Hakk’ın Kâbe’sidir. Nazargâh-ı ilâhîdir.

Bu itibarla gönül aynalarını cilâlayanlar, sonsuz güzelliklerin ve Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz tecellîlerinin mazharı olurlar. Onun için gönül ehlinin sükûtu bile neler neler söyler, neler neler anlatır…

HARFSİZ SÖZLER

Hazret-i Osman halîfe seçilip de ilk hutbesini îrad etmek için minbere çıktığında cemaate o gün sükût ederek konuşmuştur.

Hazret-i Mevlânâ buradaki hikmeti ve inceliği şöyle hikâye eder:

“Hazret-i Osman halîfe olur olmaz, halka bir şeyler söylemek için hemen koşup minbere çıktı.

Bütün kâinâtın varlığı ile övündüğü Peygamber Efendimiz’in minberi üç basamaklıydı. Hazret-i Ebûbekir minberde ikinci basamağa otururdu. Hazret-i Ömer de üçüncü basamağa oturdu.

Hazret-i Osman ise minberin son basamağına kadar çıktı ve orada oturdu.

O yüce halîfenin üstün hayâ ve îmânından bîhaber, kendini bilmez bir kişi ona dedi ki: «–Senden önce gelen iki halîfe, Rasûlullâh’ın yerine oturmadılar. Sen mertebe bakımından onlardan üstün olmadığın hâlde neden onlardan üstün olmak sevdasına düştün?»

Hazret-i Osman buyurdu ki:

«–Eğer üçüncü basamakta dursaydım, Hazret-i Ömer’e benzemeye çalışıyor diye bir vehim hâsıl olurdu. İkinci basamağa otursaydım, bu defa da ‘Kendisini Hazret-i Ebûbekir’e benzetmeye çalışıyor.’ diyebilirlerdi.

Minberin üstü ise, Hazret-i Mustafâ’nın yeridir. Bu itibarla beni o peygamberler sultanına benzetmek, kimsenin vehmine gelmez.»

Bu sözlerden sonra, Hazret-i Osman, hutbe okunacak yere oturdu. Tâ ikindi vakti yaklaşıncaya kadar, dudaklarını kapadı; sustu, sustu, sustu…

Halîfe’nin o rûhâniyet deryası içindeki uzun sükûtu karşısında kimsenin; «–Haydi söyle!» demeye yahut mescidden dışarı çıkıp gitmeye mecâli yoktu.

Halkın bilgisiz ve görgüsüz olanlarına da; bilgili, görgülü ve hâl ehli olanlarına da bir heybet düşmüştü. Mescidin zarfı da mazrufu da, yani içi de, dışı da Allâh’ın nur tecellîleri ile dolmuştu.

Gönül pencerelerinden öteleri seyredenler, o ilâhî nûru görüyorlardı. Bu görüşten mahrum olan gönül körleri de, o güneşin hararetini duyuyorlardı.”

Bu misalden de anlaşılıyor ki sadece kitapların satırları arasında kalmayanlar ve kuru bilgiler arasında susuz çöl gibi yaşamayanlar, yani gönül erleri; sükût ettiklerinde de binlerce öğütten daha tesirli sözler söylemiş olurlar. Onların harfsiz sözleri, sözlerin harflerinden daha engin mânâlar taşır…

Dolayısıyla bütün mesele, gönül insanı olabilmek!

GÖNÜL İNSANIYSAN

Bir gönül insanıysan; bütün gönülleri aydınlatacak bir güneşsin demektir. Senden nice mehtapların resmettiği derin manzaralar tezâhür eder.

Bir gönül insanıysan; gönlünün enginliği bütün kâinâta uzanır. Zerreden kürreye bu âlemde Hakk’ı ve hakikati seyran edersin.

Bir gönül insanıysan; bütün davranış ve ibâdetlerinde can olur, cânan olur.

Bir gönül insanıysan; bütün âlemlerin gözbebeği, özü, hülâsasısın demektir.

Bir gönül insanıysan; öyle ulvî güzellik ve yüceliklerin mazharı ve sahibi olursun ki, içindeki mükemmellik ve muhteşem sanatı, sadece gönüllere değil taşa da işlersin kâğıda da… Senin işlediğin basit bir çakıl taşı, pırlantadan daha kıymetli hâle gelir. İncecik kâğıt, senin rûhunun aksedişiyle paha biçilemez bir değer elde eder.

Nitekim sanat tarihimizin ölümsüz şahsiyeti Mimar Sinan’ın, yine hat sanatımızın solmayan güneşi Karahisârî’nin ve Hâfız Osman’ın eserlerindeki erişilmezlik ve ihtişamın sırrı da, işte bu gerçekte; yani gönül insanı olmalarında gizlidir.

ASIL SALTANAT

Gönül insanı olmuş sultanların saltanatı da bambaşkadır. Çünkü asıl saltanat, gönül saltanatıdır. Zira Hakk’a teveccüh eden gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Bu fânî cihandan nice hükümdarlar gelip geçer ve unutulur da gönül sultanlarının isimleri ve bıraktıkları eserler kıyâmete kadar devam eder. Onlar mâzî olmazlar, fânî hayatlarından sonra da ömür sürerler.

Böyle sultanlardan biri olan Yavuz Sultan Selim Han’ın hayatı ne kadar câlib-i dikkattir. O; ömrü boyunca, bir elinde kılıç, bir elinde kalem, kalbinde de Allah korkusu ile yaşadı.

Böylece zaferlerine kaleminin, şiirinin yani gönlünün inceliği yansıdı da kendisini bir hâkim değil bir hâdim, yani hizmetçi olarak gördü. Nitekim 20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Camii’nde okunan hutbede hatibin kendisinden;

«–Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hâkimi)» diye bahsetmesi üzerine derhâl hatibe müdahale ederek;

«–Yok yok! Bilâkis Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hizmetçisi!)» diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.

Ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.

Muazzam zaferlerden sonra kendisini iç dünyasının muhasebesine tâbî tutarak dehşetli bir metafizik ihtilâç içinde payitahta döndü. Orada kendisini muhteşem bir törenle karşılamak isteyen ahâlînin önünde arz-ı endam etmekten çekindi ve;

“–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer tākları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!..” dedi.

Böylece Yavuz, hiçbir zaman nefsini ve nefsânî olan şeyleri gözünün önüne perde yapmayarak yüzyıllara taşan engin bakışlara sahip oldu ve o bakışlara göre adımlar atabilmeyi gerçekleştirdi.

Velî babası, Sultan II. Bâyezid Han da böyleydi.

GÖNÜL BASÎRETİ VE SÜLEYMANİYE

II. Bâyezîd-i Velî; neticeleri günümüze kadar müsbet ve muhteşem olarak yansıyan, yerinde fikirlerin mimarı büyük bir gönül insanıydı. O’nun; vakfiye, külliye, şifâhane ve hayrat hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet çok büyük oldu. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zaman olarak tarihte yer aldı. Meşhur İtalyan mimar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektup kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı.

Derin ve ince bir tasavvufî duyuş ve hissiyâta sahip olan II. Bâyezid Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:

“–Şayet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûp ve ruh itibarıyla kilise mimarîsinin mukallidi bir mimarî hâkim olur, kendi İslâmî mimarîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!..”

İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifade eder. Zira II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmi dört milyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.

Ayrıca gerçek gönül insanlarına her zaman Gönüller Sultanı Hazret-i Peygamber zâhiren ve bâtınen rehberlik eylemiştir. Nitekim rivâyete göre Kanunî Sultan Süleyman Han, Süleymaniye Camii’nin inşasına karar verdiği zaman bir gece rüyasında Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i gördü. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ona caminin nereye yapılacağını göstermekten başka caminin iç ve dış unsurları hakkında da birtakım talimatlar verdi. Bunları;

“–Minberi şuraya, mihrabı şuraya, kürsüyü de şuraya yapasınız!” şeklinde tafsilâtlı bir şekilde ifade buyurdu.

Büyük bir heyecan ve sürurla uyanan Kanunî, Âlemlerin Efendisi’ne salevât getirerek gözyaşları içinde Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Ertesi gün ilk iş olarak derhâl Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in işaret buyurduğu mahalle giderek Mimarbaşı Koca Sinan’ı oraya çağırdı ve buraya bir cami-i şerif yaptıracağını söyledi. Koca Sinan da, zaten bu teklifi bekliyormuşçasına Sultan’a;

“–Devletlü Sultanım! Camiyi bu yere şu minval üzere yaparız; mihrabı şurada, minberi şurada, kürsüsü de şurada olur.” diyerek Kanunî’ye rüyasında vâkî olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek ifadelerini tekrarladı.

Bunun üzerine Kanunî, mütebessim bir şekilde Sinan’a bakarak;

“–Mimarbaşı! Haberli gibisin!..” dedi.

Koca Sinan, başını önüne eğdi ve aynı rüyâ-yı sâdıkayı kendisinin de gördüğünü izhar sadedinde kemâl-i edeple;

“–Sultanım! Sizin hemen arkanızda idim!..” dedi.

Bu durum karşısında sürur ve heyecanı bir kat daha artan Kanunî, derhâl;

“–O hâlde tiz cami-i şerîfin inşası başlasın!” diye ferman eyledi.

Böylece gönül insanlığının özünde meknuz, şiir güzelliğindeki sanat, kulluk güzelliği olan takvâ rûhu, ince ince taşa nakşedildi. Âdetâ maddî bir bina değil bir gönül âbidesi bir mânâ sarayı inşa edildi. Neticede hem rûhu hem de şekli itibarıyla bir güzellik ve sanat hârikası bir eser meydana geldi. Şair Yahya Kemal bu tezâhürü ne güzel anlatır:

En güzel mâbedi olsun diye en son dînin,

Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.

Taşımış harcını gâzîleri serdârıyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi mîmârıyle.

Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,

Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne

Tâ ki geçsin ezelî rahmete rûh orduları.

Bir neferdir bu zafer mâbedinin mîmârı…

TEVÂZÛ İLE YÜCELEN GÖNÜL

Koca Sinan, eserine; zâhirî sanatını yoğurup zirveleştirdiği yüce bir gönül ehli olmanın imzasını atmıştı. Onun bu imzasının kaynağı da rûhundaki Allâh’a bağlılık ve takvâ duygularıyla dolu mütevâzı gönül sayfalarıdır. Nitekim O, onca liyâkatine ve hak edişine rağmen muazzam Süleymaniye âbidesine zâhirî bir imza atmaktan kaçınmıştır. O; mütevâzı kabrini, muhteşem bir tarihî âbide vesikanın en alt köşesine atılan mütevâzı bir imza makamında olmak üzere Süleymaniye külliyesinin dışında ve ona yakın bir yerde inşa ederek tevâzûunu da eseri gibi ebedîleştirmiştir.

Ârif Nihat ASYA, bu yüce duyguların tesiri altında şunları söyler:

Âbidesi hesaplardan taşarken

Mîmârı, kendini çekmiş ortadan…

Başarı burdadır, tevâzû burda:

Eser ululuktan, imzâ noktadan!

Bakıp, bize örnek olsunlar diye

Yolladığı iki kahramanına

«Allâh’ım diyorum, lâyık adaşlar

Gönder Sinan’ına, Süleyman’ına!»

BA‘DE HARÂBİ’L-BASRA OLMASIN

Şairin yukarıdaki duâsına, gönülden âmîn diyelim. Çünkü Sinanlara adaş olacak değerde gönül insanı yetişmediği takdirde Süleymaniye gibi yeni âbideler inşa etmek şöyle dursun var olan eserlere bile lâyıkıyla sahip çıkılamaz.

Her geçen gün nice tarihî mirasla alâkalı olarak şâhit olduğumuz istismar ve ihmal tablolarının, ecdadın muazzez rûhunu, hususiyle Koca Sinan’ı incittiği acı bir gerçektir. Bu emânete sahip çıkamayışımızın ne kazandırdığı ve ne kaybettirdiği ise âşikârdır. Unutmamalıdır ki bazı zararların telâfisi, insanın aklı başına gelip pişman olsa da asla mümkün değildir. Zira bu hususta halk ağzında darb-ı mesel hâlinde söylenegelen:

“Ba’de harâbi’l-Basra… / Basra harap olduktan sonra artık ne yapsan boş…” ifadesi geçerlidir.

Merhum M. Âkif, bu gerçeği ne güzel açıklar:

Yıkmak, insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de emîn ol, becerir.

Sâde sen gösteriver «İşte budur kubbe!» diye,

İki ırgatla iner şimdi Süleymâniyye…

Ama; gel kaldıralım dendi mi, heyhât o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinân!..

Bu hakikati görmek, hissetmek ve kavramak için de gönül gözlerimiz her dâim uyanık ve açık olmalıdır. Düşünmeli ki bir yabancı turist bile rûhunu bu mimarînin gölgesinde dinlendiriyor.

GÖNÜL GÖZÜ

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Şu dünyada baş gözü açık, fakat gönül gözü uykuda nice kişiler vardır. Ancak gönlü uyanık olan kişi, baş gözünü kapasa bile ona gönül sarayında yüzlerce basîret gözü açılır.”

“Eğer sen gönül ehli değilsen, uyanık ol, dâimâ uyanık bulun da, Allah’tan gönül iste; bunun için çalış, çabala!”

“Eğer gönlün uyanık ise korkma! Artık senin gözünün önünden ne yedi kat kaybolur, ne de altı yön! Onun için Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki: «Benim gözlerim uyur, ama gönlüm hiç uykuya dalmaz!»

“Sen şu bizim başımızda görünen fânî gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz, bir şeyi nasıl görürse, fânî gözümüz de ergeç onun tarafına döner, onun aynası olur.”

“Bu gerçeği, şu ahır yapanlar bilemez. Bunu ancak gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil de gönülleri ile bilirler!”

“Ey gafil! Biliyor musun ki, ölüm gününde bu duygularının hiç birisi kalmaz. Senin can nûrun var mı ki, gönlüne yâr olsun!”

“Mezarda bu göze toprak dolar, mezarı aydınlatacak rûhanî bir nûrun, bir gönül gözün var mıdır? Bedendeki hayvanî ruh kalmayınca, onun yerine ölümsüz bir ruh koyman gerekir.”

“O ölümsüz rûhu elde etmenin şartı da, yalnız iyiliklerde bulunmak değil; o iyilikleri Hakk’ın huzûruna götürmektir. Bu da ihlâs ile mümkündür. Çünkü «Sadakaları Allah alır!» (et-Tevbe, 104) buyurulmuştur.”

“Hakk’ın huzûruna iyilik (amel-i sâlih) götürmenin yolu da gönülden geçer. Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı, gönüldür.”

“Cenâb-ı Hak; görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, mâsiyetten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”

ÎMAN HAMURU

Ecdat, gönül Kâbe’sinin bir tecellîsi olarak hem insanlarını hem de sanat eserlerini gönüldeki îman hamuru ile yoğurmuştur. Nitekim Sinan da işte böyle bir hakikatin derin ölçüleriyle Süleymaniye’yi inşa ettiğinden; ortaya ölümsüz bir âbide çıkmıştır. Öyle ki eser inşa edilirken taşlarının bile yerlerine abdestsiz konmamasına, taş ve kireç taşıyan hayvanların dinlendirilmesine ve aç bırakılmamasına çok itina edilmiştir. Halk ağzındaki yaygın şu sözler, gerçeğin tam ifadesidir:

“Süleymaniye’nin sahibi Sultan Süleyman, mimarı Sinan, hamuru îmandır!..”

Öyle bir îman ki, her safhasında nice ölmez fazîlet tezâhürleriyle doludur. Süleymaniye Camii’nin açılış merasiminde Kanunî, «muhteşem»liğini yeniden tescil ettirmiş ve büyük bir kadirşinaslık göstererek;

“–Bu ulu mabedi Sinan açsın! Zira en çok emeği geçen O’dur!..” dedi.

Sinan ise, Hünkâr’a:

“–Sultanım! Hattat Karahisârî bu camiyi hatları ile tezyin ederken gözlerini kaybetti, âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşedelim!..” dedi.

Bu ulu mabedi, taltîfen hattat Karahisârî’ye açtırdılar.

Hâsılı Süleymaniye Camii, İslâm rûhunun maddede şekillenmesi oldu. Uzaktan manzarası, ellerini Rabbine uzatan duâ hâlindeki bir insan silüetidir. Mimarîye ibâdetin rûhâniyeti sindirilmiştir. Mânâ, maddeye kâbına varılamaz bir mükemmellikle in’ikâs ettirilmiştir. İçerisi karanlık olmayan bir loşluktadır. Mü’mini, bir gönül heyecanı içinde derûnî bir âleme götürür. Okunmuş su gibidir. Taşı-toprağı mânâ kazanmıştır. Bu mabed, İslâm’ın en ulvî bir üslûpla maddeye aksedişidir. O, sanki susan ve sükûtu ile çok şey anlatan insandır. Zemininde beş yüz senedir devam eden secdelerin izleri, gelip giden, dönmeyen akıncıların hayalleri vardır. Harcını mâneviyattan alan tarife sığmaz derecede ulvî bir âbidedir. Tarih boyu şanlı zaferlere duâ mekânı olmuştur. Yahya Kemal bu mabedin rûhâniyetini şiirinde ne güzel seslendirir:

Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,

Giriyor birbiri ardınca ilâhî yapıya..

Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes,

Nice bin dalgalı tekbîr oluyor tek bir ses!.

Allâh’ım! Bizleri ecdâdımız gibi böyle âbide eserler ortaya koyan ve gönül Kâbeleri inşa eden gönül insanları eyle! Bu cennet vatanımızda müslüman-türk milletinin varlığının imzası olan sanat âbidelerimize kıyâmete kadar ömür nasîb et!..

Âmîn!..