Gönül İkliminden İnciler 3

Yıl: 2015 Ay: Eylül Sayı: 127

Îman, mü’min kalbinin seviyesinin ve kemâlinin şâhididir. Alâmeti de fedakârlıktır.

***

Allâh’a ve Rasûlü’ne olan muhabbetimiz; bize canımız, malımız ve her türlü imkânımızı Allah yoluna seferber etmek husûsunda, ne ölçüde fedakârlık yaptırabiliyorsa; muhabbetimizin kuvveti, kıvâmı o derecededir.

Nitekim ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in her sözüne, her emrine ve hattâ her îmâsına dahî büyük bir aşk ve heyecanla:

“Anam, babam, malım ve canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah!..” diyerek mukâbelede bulundu. Çünkü îman, bu muhabbetle kemâle ermektedir.

Bir defasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifâde etmişti. Onun bu sözüne karşılık Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen büyük bir aşk ile:

“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–İşte şimdi oldu.” buyurdular. (Buhârî, Eymân, 3)

***

Maldan ve candan fedakârlık mânâsı taşıyan kurbanın aslî gâyesi; Allâhʼa takarrubdur/yaklaşmaktır. Bu yönüyle de kurban, Allâhʼa yakın olmak ve Oʼnun dostluğuna erebilmek için gösterilecek fedakârlıkların, sembolik bir ifâdesidir…

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hak, yakınlığına erebilmemiz ve kendisiyle dostluk iklimine kabul edilmemiz için, biz kullarından dâimâ kurbanlar istiyor. Yani malımızla, canımızla, bütün imkânlarımızla her zaman fedakârlıkta bulunmamızı arzu ediyor.

Tarihe baktığımız zaman görüyoruz ki, harplerde bile hakikî şehitler veriliyorsa, yani gerçek kurbanlar veriliyorsa arkadan zafer müyesser olmaktadır. Meselâ I. Murad Hân Kosova’da savaşa girmeden evvel şu duâyı yapmıştı:

“…Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lûtfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun!..”

Cenâb-ı Hak da onun bu niyâzını kabul eyledi.

Diğer taraftan eğer harplerde mâneviyattan uzak, tâbir-i câizse ruhsuz molozlar ölüyorsa arkadan hezîmet gelir.

***

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar! Her sene, her bir ev halkına kurban kesmek vâciptir.” (İbn-i Mâce, Edâhî, 2; Tirmizî, Edâhî, 18/1518)

Kurban, insanı cimrilik ve mal sevgisinden kurtarır. İnsanları muhabbet ve merhametle birbirine bağlar. İmkânı olan mü’minlere, kendilerindeki imkâna sahip olmayan kimselerin zimmetli olduğu şuurunu kazandırır. Böylece toplumdaki kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma ve fukarayı sevindirme duygularını geliştirir. Allâh’ın nîmetlerinden, bütün kullarının istifâde etmesini sağlar.

***

Diğer ibadetlerde olduğu gibi kurbanı da makbûl kılan, kalbin ameli olan niyettir. Bu husustaki fermân-ı ilâhî çok nettir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37)

Âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı üzere kurban kesmediği takdirde etrafın ayıplamasından korkarak veya buna benzer düşüncelerle kurban kesenlerin, bununla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsîl etmeleri mümkün değildir.

***

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, kurbanın derûnî şartlarından habersiz şekilde sırf zâhir plânında takılıp kalanları şöyle îkaz buyurur:

“Sakın ola ki keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!..”

Zira kurban edilen hayvanın eti, kemiği, gölge varlıktır; aslolan, onun ifâde ettiği mânâdır, yani gönüldeki Allah için fedakârlık hissiyâtıdır.

Unutmayalım ki maldan ve candan fedakârlığın zirvesine ulaşan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın Cenâb-ı Hakʼla dostluğu neticesinde bize kurban nîmeti ihsân edildi.

Zira O, malından vazgeçti. Onu Hakk’a fedâ etti. Mukabilinde malı, kendisi için Halil İbrahim bereketi oldu.

Canından vazgeçti. Onu sahibine kurban etti. Neticede halîllik/dostluk makamına erdi.

Evlâdından vazgeçti. Onu Hakk’a kurban etti. Allah da yavrucağızı kestirmedi, onun yerine gökten bir koç indirdi. Sonra o yavruya peygamberlik verdi ve neslinden En Büyük Peygamberi ihsan buyurdu.

Bunlar da bize göstermektedir ki, Hakk’a yaklaşabilmek için, hayatın her safhasında bütün nefsânî engelleri bertaraf etmek zarurîdir.

***

Kurban vesîlesiyle tefekkürümüzü bilhassa;

“Allah müʼminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır.” (et-Tevbe, 111) âyet-i kerîmesi üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Canımızla, malımızla, bütün imkânlarımızla ne kadar Hakkʼa râm olabildiğimiz hususunda kendimizi hesaba çekmeliyiz.

Düşünmeliyiz ki, Cenâb-ı Hak bize bu canı, malı, sıhhati ve bu îman nîmetini niye verdi? Bizler Allâhʼın lûtfettiği bu nîmetlerin şükrünü ne kadar îfâ edebiliyoruz? Elimizdeki imkân ve nîmetleri, Hakkʼa yakınlığımızı artırmaya vesîle kılabiliyor muyuz? Yoksa bu nîmetler, Cenâb-ı Hakʼla aramızda bir perde mi oluyor?!.

Mesela ashâb-ı kirâm bu nîmetlerin bedelini ödeyebilmek için, «vardığımız son nokta kabrimiz olsun» düşüncesiyle dünyanın dört bir tarafına sefer ettiler. Canlarını ve mallarını Hak yoluna cömertçe adadılar.

Yine düşünmek lâzımdır ki sahâbe-i kirâm bu devirde yaşasaydı, kurban ibadetini nasıl bir fedakârlık ufkunda îfâ ederlerdi…

***

Unutmayalım ki, Yaratan’dan ötürü yaratılana merhamet, şefkat, fedakârlık ve hizmeti tabiat-ı asliye hâline getirebilen fertlerden oluşan bir toplumda rûhî buhranlar, maddî sıkıntılar, geçimsizlikler, çatışmalar, yerini huzur ve sükûna terk eder.

***

Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuşlardır:

“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değil­dir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtı­na da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedakârlık ve samimî bir hiz­metle elde edilir. Akl-ı selîm sahibi her müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslü­manlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır… Çünkü bu sayılanlar, farz­ların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniy­yesi’nden cüzlerdir…”

***

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedakârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder.”

***

Yaklaşan Kurban bayramı vesîlesiyle, yeryüzünün sıkıntılı bölgelerindeki din kardeşlerimize, Türkiyeʼde onları düşünen kardeşleri olduğunu hissettirmeliyiz. Bütün dünya coğrafyasındaki müslümanlar bizim kardeşimizdir. Fakat yaşanan sefâlet ve çekilen sıkıntılar dikkate alındığında, bilhassa Türkiyemize sığınan Sûriyeli mülteciler başta olmak üzere, Gazze, Afrika, Orta Asya ve diğer coğrafyalardaki yardıma muhtaç din kardeşlerimiz için “kurban” vesîlesiyle açılmış olan gönül seferberliğine, imkân nisbetinde bütün kardeşlerimizin iştirâkini arzu ederiz. Unutmayalım ki onlar, bizler için “duyûfu’r-Rahmân / Rahmân’ın misâfirleri” durumundadır.

Ayrıca her ne kadar onların bizim yardımlarımıza ihtiyacı olsa da, aslında bizim de onların gönüllerinden kopan bir “Allah râzı olsun!” duâsına ihtiyacımız vardır. Zira onların yüzlerinde parlayacak bir tebessüm, bizler için hakikî bayram hediyesi olacaktır.

Nitekim Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri der ki:

“Veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi dünyevî ihtiyacın giderilmesi, verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lûtuflar ile ilâhî rızâdır. Böyle olunca veren, daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Velhâsıl İslâm kardeşliğinin hakkını verebilmek, bugünkü gibi zor zamanlarda yapılacak fedakârlıklara bağlıdır. Mazlum ve muzdarip kardeşlerimiz için yapacağımız duâlar, infaklar ve fedakârlıklar, -inşâallah- Rabbimize hamd ve şükrümüzün fiilî bir ifâdesi olacaktır.

***

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Allâh’ın hikmetine, lûtuf ve keremine bak ki; biz, ümmetlerin sonunda, âhir zamanda geldik. Allâh’ın merhameti Nûh kavminin, Hûd kavminin helâkiyle bizi îkaz etti.

Cenâb-ı Hak, onların başlarına gelenleri işitip ibret almamaktan korkalım ve O’nun varlığı ile birliğine inanalım diye, onları kahretti. Bu iş tersine olsaydı, yani biz evvelce gelip onlar bizden ibret alacak olsalardı, vay hâlimize!..”

***

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- nefsini şöyle hesâba çekerdi:

“Firdevs Cenneti’nde Peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin?

Hangi şehevî arzunu kırdın?

Hangi hiddetini yen­din?

Sana gelmeyen hangi akrabâna gittin?

Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın?

Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya hangi uzağına yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)

Şimdi soralım kendimize:

Biz ne durumdayız?!.