Gönül Dergâhından Hikmetler 9

Yıl: 2016 Ay: Mart Sayı: 114

Ömür, her an tükenmekte olan mahdut bir sermâyedir. İnsan da bu cihanda gâyesizce yaratılmış ve başıboş bırakılmış değildir. İlâhî imtihan için geldiği bu dünyada, her fânî gibi bir gün ölüm geçidinden âhiret âlemine intikâl edecektir. Bu bakımdan insanın, kendisine verilmiş olan emâneti zâyî etmeden, var oluş hikmetine ve insanlık haysiyetine yaraşır bir hayat yaşaması elzemdir. Hiç şüphesiz ki bu hayat da Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye istikâmetindeki bir hayattır.

Şimdi kendimizi bir gönül muhâsebesine çekelim:

Âyet-i kerîmede;

“…Namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyrulmuşken, biz namazlarımızı aksatmadan ve bilhassa cemaatle kılmanın ne kadar gayreti içindeyiz? Arkadaşlarımızla belirli bir vakitte buluşmak üzere yaptığımız sözleşmelere gösterdiğimiz dikkat ve hassâsiyetin, acaba kaçta kaçını Rabbimizʼle mülâkat demek olan namaz vakitlerine gösterebiliyoruz?

***

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin…” (el-A’râf, 31) emrine ittibâ etmek için, namaz kılarken En Yüce Dost’un huzuruna çıkıyor olmanın idrâkiyle, elbiselerimizin en güzelini giyebiliyor muyuz? Yoksa sadece arkadaş meclislerine giderken mi buna ehemmiyet gösteriyoruz?

Yine bir arkadaş meclisine gitmeden evvel ayna karşısında harcadığımız vaktin, acaba kaçta kaçını Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkarken yaptığımız hazırlıklar için harcıyoruz?

***

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, aslâ birr’e (yani hayrın kemâline) erişemezsiniz. Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyrulmuşken, elimizdeki imkânların ne kadarını kendimiz için, ne kadarını da bizim dışımızda olan fakat bize zimmetli bulunan kardeşlerimiz için sarf ediyoruz?

Zira İslâm âlimleri, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen müslümanların, büyük bir günaha girecekleri hususunda ittifak etmişlerdir.

Bugün Suriye, Gazze, Afrika ve diğer İslâm beldelerindeki din kardeşlerimizin hâli içler acısı… Hiç şüphesiz ki bu hâl, hepimizi vicdan muhâsebesine sevk etmesi gereken, ilâhî bir imtihan tablosu!..

***

“…Yetimi sakın ezme! El açıp isteyeni de sakın azarlama.” (ed-Duhâ, 9-10) buyrulmuşken, bir yetim gördüğümüzde, o yetim bizi hissen tâ Peygamber Efendimiz’e kadar götürüyor mu? Şâyet Efendimiz’in de bir yetim olarak dünyaya geldiğini hatırlamıyor ve yetimlere karşı vazifelerimizi düşünemiyorsak; îmânın gerektirdiği şefkat, merhamet ve diğergâmlık hassâsiyetleri noktasında gönüllerimizi hesâba çekmenin zamanı gelmiş demektir.

***

Cenâb-ı Hak has kullarını tarif ederken;

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (el-İnsan, 8) buyurmakta ve o kulların din kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini beyan etmektedir. Peki, bizim tercihimiz kimden yana? Kendimizden mi, kardeşimizden mi?

***

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emr-i ilâhîsine itaat etmenin ne kadar gayreti içindeyiz?

Bir darb-ı mesel vardır: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu (hangi karakteri taşıdığını) söyleyeyim.” Zira insan, dostunun hâliyle hâllenir. Bu sebeple sâdıklarla beraberliği artırmak, sadâkat vasfını kazanmaya ve onların hâliyle hâllenmeye vesîle olur. Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri, sâdıklarla beraberliğin fazîletini ve bunun zıddına sâdıklardan ayrılmanın hazin âkıbetini şöyle ifâde etmişlerdir:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Nûh ve Lût -aleyhisselâm-’ın karıları ise, fâsıklarla beraber oldukları için Cehennemʼe dûçâr oldular.”

***

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” (el-Bakara, 168) buyrulmuşken, günümüzde yediklerimizin helâliyetine, onların kalorisine dikkat ederken sergilediğimiz hassâsiyeti gösterebiliyor muyuz?

***

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18) buyrulmuşken, acaba bizim insanlara bakışımız nasıl? “Bizden güçlü kim var!” düşüncesiyle kurula kurula yürüyen ve büyüklenmeleri sebebiyle ilâhî azâba dûçâr olan mütekebbirlerin edâsıyla mı yürüyoruz, yoksa neden yaratıldığımızın tefekkürüyle, tevâzû, hiçlik ve mahviyet üzere mi?

***

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143) buyrulmuşken, ümmeti olma şeref ve bahtiyarlığına nâil olduğumuz Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ebedî kurtuluş dâvetini insanlığa duyurabilmek için canhıraş bir şekilde vermiş olduğu mücâdeleyi sık sık muhâsebe edebiliyor muyuz? O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne kadar yaşayabildiğimizi ve “Allâh’ın yeryüzündeki şâhitleri” vasfına ne kadar lâyık olabildiğimizi düşünüyor muyuz?

***

“…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83) buyrulmuşken, peki biz kademe kademe bütün insanlara sözün en güzeliyle hitâb edebiliyor muyuz? Onlara tatlı bir lisanla konuşabiliyor muyuz?

Meselâ Rabbimiz anne-babaya hitâb ederken, nasıl hürmetle hareket edilmesi gerektiğini bizlere şöyle bildiriyor:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «üf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (el-İsrâ, 23)

***

Sırat köprüsünde ayaklarımızın kaymaması için bugün İslâm’a ne kadar hizmet ediyoruz? Zira âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.

Ne kadar ibretlidir ki günümüzün Ebû Cehilleri bâtıl dâvâlarını sürdürmek için canhıraş bir gayret ve fedakârlık gösterirken; hak ve hakîkat bir dâvânın mensupları olan biz müslümanlar, gayret-i dîniyyemizin seviyesini kâfî görebilir miyiz? Bu husustaki vicdan muhâsebesinden yüz aklığıyla nasıl çıkabiliriz?..

***

“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlʼüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31) buyrulmuşken, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ hususunda hangi noktada bulunduğumuzu muhâsebe edip hayatımızı nebevî ölçüler ile mîzân ederek, ciddî bir tefekkür ve gayret iklimine girebiliyor muyuz? O’nun ümmetine yakışacak bir hayat sürmenin heyecanı içinde; ibadetlerimize, davranışlarımıza, hislerimize, düşüncelerimize, günümüze, yarınımıza, velhâsıl dünya ve âhiretimize O’nun eşsiz güzelliklerini ve derinliğini aksettirmeye çalışabiliyor muyuz? Çünkü insan, sevdiğine, sevgisi ölçüsünde meftun olarak onu taklîd eder.

***

“Benim için şu olmazsa olmaz!” dediğimiz kaç husus, acaba Allah ve Rasûlʼünün rızâ ve hoşnutluğunu kazandıracak bir keyfiyet arz ediyor?

***

“Ey îmân edenler… Birbirinizin kusurunu araştırmayın…” (el-Hucurât, 12) emr-i ilâhîsi varken, biz ne durumdayız? Gözümüz ve gönlümüz başkalarının kusurları ile mi yoksa kendi kusurlarımızla mı meşgul oluyor?

Zira unutulmamalıdır ki, kalpteki nûrun bir sebebi de, müʼminin kendi hâlini çokça muhâsebe etmesi ve başkalarının kusurlarından önce kendi kusurlarını görebilmesidir.

***

İlk emri “Oku!..” (el-Alak, 1) olan bir dînin mensupları olarak bilgilerimizi artırmak için, kişinin dünyevî ve uhrevî bütün ihtiyaçlarını karşılayan, onu ahlâkî faziletin zirvesine yükselten Kur’ân-ı Kerîm ile meşgûliyetimiz hangi seviyede?.. Onun tahsili ile ne kadar meşgul olabiliyoruz? Bir yabancı dil öğrenmek için gösterdiğimiz gayreti, Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak için gösterebiliyor muyuz? Çünkü en büyük tahsil, Kur’ân-ı Kerîm’i ve onu en güzel bir sûrette yaşayarak tefsir eden Efendimiz’i yakından tanıyabilmektir.

Rabbimiz, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde bir hayat yaşayabilmeyi, nefislerimizi de dâimâ muhâsebe edip hâlimize istikâmet verebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..