Gönül Dergâhından Hikmetler 11

Yıl: 2016 Ay: Mayıs Sayı: 116

Gençlerimizi İslâmî bir şuurla yetiştirmek, hepimizin birinci vazifesi… Soralım kendimize;

–Acaba evlâtlarımızın güzel bir eğitim alıp şu fânî hayat çarşısında iyi bir noktaya gelmesini arzu ettiğimiz kadar, sonsuz olan âhiret yurdunda da güzel bir makâma çıkmasını arzu ediyor muyuz?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Kur’ân’ı okuyup ona sahip çıkan kimseye (âhirette): «Oku ve yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku! Zira senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)

–Bu dünyada gönül meyvesi olan yavrularımızın toplum içine çıkarken, fânîler tarafından garipsenmemesi için giyim kuşamlarına gösterdiğimiz îtinâ ve dikkati, acaba mahşer günündeki vaziyetleri için de sergileyebiliyor muyuz?

Zira âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:

“O gün birtakım yüzler (vardır ki) zelildir.” (el-Ğâşiye, 2)

“O gün birtakım yüzler de vardır ki, mutludurlar.” (el-Ğâşiye, 8)

–Yine Rabbimiz’in bize emânet olarak tevdî ettiği evlâtlarımızın zâhirî görünüşünü güzelleştirmek için yaptığımız gayretler mi, yoksa gönül dünyalarının Kur’ân ve Sünnet ikliminde yeşermesi için harcadığımız gayretler mi daha üst seviyede?

Zira Cenâb-ı Hakk’ın kullarında değer verdiği asıl hususiyet, âyet-i kerîmede şöyle bildiriliyor:

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)

***

Firâset sahibi kimse, bugünü düşünen değil, hiç bitmeyecek olan yarını, yani âhireti düşünen kimsedir. Şeyh Sâdî şu nasihatlerde bulunur:

“Bu yaşlı dünyaya gönül bağlama. Çünkü kubbenin üzerinde ceviz durmaz. Dün geçti, yarın daha ele geçmedi. Hesabını şimdiki bir nefes üzerinden yap.

İran hükümdarı Cemşid’in nazlı bir çocuğu vardı, öldü. Onu ipek böceği gibi ipekten bir kefene sardılar. Cemşid, bir müddet sonra oğlunun mezarına gitti. Son bir kez görebilmek için hasretle mezarını açıp baktığında gördü ki, oğlunun bedenine sardırdığı kefen çürümüş. Bunun üzerine Cemşid dedi ki:

«Ben ipeği ipek böceklerinden zorla almıştım. Şimdi de o ipeği mezardaki böcekler çocuğumun üzerinden zorla geri almışlar.»”

Dolayısıyla insan bütün gayretini, mezarda kendisini yalnız bırakmayacak hususlar üzerinde yoğunlaştırmalıdır. İnsanı ebedî yolculuğunda yalnız bırakmayacak şey ise hadîs-i şerîfte şöyle bildirilmektedir:

“Üç şey, ölen kimsenin ardından gider: Âile çevresi, malı ve yaptığı ameller. Bunlardan ikisi geri döner, biri ise (ebediyen) kendisi ile birlikte kalır. Âile çevresi ve malı geri döner; yaptığı sâlih ameller kendisiyle birlikte kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42)

***

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâhʼın âyetlerini okuyan, (inkârdan ve kötülüklerden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müʼminlere büyük bir lûtufta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)

Hakîkaten, Cenâb-ı Hakkʼın insanlıkta tecellî etmiş bir hilkat bedîası, yaratılış mûcizesi ve bir sanat hârikası olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük gönül servetimiz. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet ise, sonsuz…

***

Allah dostları, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin en yakınları oldular. Onlar, dünyada kendisinden asırlarca uzakta olsalar bile hayatlarını dâimâ Allah Rasûlüʼyle beraber yaşadılar. Her hâllerini Allah Rasûlüʼnün hâliyle mîzân ettiler. Oʼnun gibi bakıp Oʼnun gibi duymanın, Oʼnun gibi düşünüp, Oʼnun gibi hissetmenin gayreti içinde bir ömür yaşadılar. Oʼnunla beraberliğin bahşettiği yüksek firâset, basîret ve mânevî uyanıklık içinde ömürlerini Hakkʼa adadılar. Rabbimiz bizlere de uyanmayı nasîb eylesin!..

***

Ne garip bir tecellîdir ki, herkes dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki nîmetini artırmasını ister durur. Lâkin şükürden geri kalır. Hâlbuki Rabbimiz âyet-i kerîmede:

“…Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nîmetimi artırırım…” (İbrahim, 7) buyurmaktadır.

Bu hikmete binâen Mevlânâ Hazretleri de şöyle der:

“Sen aklını başına al da, şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

İnsanın bu dünyada ne kadar çok şükredeceği husus vardır. Meselâ;

Gözü görüyorsa şükretmelidir! Kulağı duyuyorsa şükretmelidir! Elleri tutuyorsa şükretmelidir! Sıhhati yerinde ise şükretmelidir! Dili dönüyorsa şükretmelidir!

Peki, ne yapmalıdır ki, şükredebilmiş olsun?

Kul, kendisine ihsân edilen bütün nîmetleri Hak yolunda kullanabildiğinde gerçek mânâda şükretmiş olur. Şâyet şükründen geri kalırsa, kıyâmet günü bütün yaptıklarını ilâhî ekranda bir bir seyretmek durumunda kalacaktır. Âyet-i kerîmelerin de ifâdesiyle;

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Fussilet, 20)

Mü’min, bu hakikatleri düşünerek, nâil olduğu nimetlerin şükrüne ilâveten bir de karşılaştığı sıkıntı, uğradığı dert ve belâlar karşısında hamd, şükür ve rızâ hâlini korumalıdır. Zira beterin beteri vardır. Belâ ve musibetler de Hakʼtan gelen kulluk imtihanlarıdır.

Velhâsıl insaf ve iz’an sahibi her insan, kendisine bir bardak su ikrâm edene bile teşekkürü bir vicdan borcu addeder. Fırsat düştüğünde o şahsın iyiliğine muâdil bir iyilikle karşılık verir. Hâl böyleyken insanoğlunun, bütün nîmetlerin asıl ikrâm edeni olan Rabbine karşı alık ve abus kalması; ne hazin bir davranıştır.

***

Bu dünya bir pazar yeridir. Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği canı, malı, bütün imkânları yine Oʼnun yoluna seferber ederek Cennetʼi satın alabilmenin pazarı.

Bu pazar, Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî azamet tecellîleriyle, ilâhî kudret akışlarıyla, ilâhî sanatın nakışlarıyla dolu. Her şey Cenâb-ı Hakkʼın azametinin şâhidi.

Cenâb-ı Hak, kabirden evvel dünyada uyanmamızı, Cennetʼin satın alındığı bu pazarın farkında olmamızı arzu ediyor…

Zira şunu kesinlikle unutmamak lazımdır ki; fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere, aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracaktır!..

Bu hakikat dolayısıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâh’ım! Esas hayat, yalnız âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) niyâzında bulunmuş ve böylece ümmetinin de âhiretten gâfil kalmamalarını telkin buyurmuştur.

***

Nesillerini muhâfaza duygusu içinde çırpınan bitkiler ve hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanların nesillerini mânevî duygulardan ve Kur’ân nûrundan bîgâne yetiştirmeleri ne kadar acıdır!..

***

Fânîliği hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı, her an ölüm ve ötesine hazır olmaya gayret etmeliyiz. Unutmayalım ki; Nûh -aleyhisselâm- kadar uzun ömürlü olsak, Süleyman -aleyhisselâm- kadar varlıklı olsak, Yûsuf -aleyhisselâm- kadar cemâl sahibi olsak, şâyet fânîliğin idrâki içinde değilsek; ziyandayız demektir.

***

Ebedî âleme intikâl eden her insan, saâdetini de felâketini de bu dünyadan kendisi götürecek. Dünya tarlasında ektiğini, mahşer meydanında biçecek. Bugün tarlasını boş bırakan, yarın âhirette çok muhtaç olduğu ecirlerden mahrum kalacak. Tarlasına günah ve isyan tohumları eken ise, can yakıcı bir azâbın nedâmetinden başka bir şey elde edemeyecek.

Mevlânâ Hazretleri de, kişinin ancak yaptıklarının mükâfâtını veya cezâsını bulabileceğini ifade sadedinde:

“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?” buyurmuştur.

***

Muhammed bin Kâ’b el-Kurazî’nin naklettiği şu hâdise, bize istikbâlimizi gösteren ne güzel bir misaldir:

Bir zamanlar Ömer bin Abdülaziz ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gâyet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halife olduğunda yanına gittim, izin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:

“–Ey Muhammed, niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi.

“–Ey Mü’minlerin Emîri, renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim.

Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz bana şöyle dedi:

“–Ey Muhammed, beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, IV, 300/7706)

Rabbimiz, huzûr-i ilâhîsine sevip râzı olduğu güzel amel ve vasıflarla çıkabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn…