Gönül Dergâhından Hikmetler 10

Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 115

İnsanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terâzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Dolayısıyla gönüller, fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkî lezzetlere kavuşulamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdâlara ve hayâtî lezzetlere eremedikleri gibi.

***

Bir zaman veya mekânda dînî hayatın zayıfladığı, insanların yanlış mecrâlara kaydığı müşâhede olunursa, orada tebliğ faâliyeti îmandan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazîfe olarak tezâhür eder. Hakkı ve hayrı tebliğ etme husûsunda bir başarı elde edilmedikçe birçok meşrû işin bile meşrûiyeti kaybolur.

***

Allah yolunda yapılan samimî hizmetlerde büyük bir sır vardır: Allah Teâlâ, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin şahsî sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşguliyeti, şahsî menfaatinden ve kendi derdinden ibâret olan bencil ve egoist kimseleri ise, şahsî dertleriyle baş başa bırakır…

***

Âhiretin unutulduğu, dünyanın nefsânî ihtiraslarla kirlendiği, israfın arttığı ve tüketim çılgınlığının had safhada olduğu günümüzde, Allâhʼın lûtfettiği nîmet ve imkânların mesʼûliyetini ve uhrevî hesâbını ciddiyetle düşünmek gerekir. Garip, fakir ve muhtaçların, servetler içinde ilâhî tâyinle belirlenmiş bir haklarının olduğu, hatırdan çıkarılmamalıdır. O hakkın, gönüllü infaklarla ödenmediği takdirde, türlü musîbet ve felâketlerle de elden çıkabileceğini unutmamak îcâb eder.

Âyet-i kerîmede;

“Onların mallarında, (ihtiyâcını arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edemeyen) mahruma bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyrulmaktadır. Yani, zekât hakları itibariyle fakirler, bir bakıma zenginlerin sermâyelerine kırkta bir ortak durumundadırlar.

***

Gözün görme, kulağın da işitme tâkati belli bir mesâfeye kadardır. O mesâfeden uzak olanı görmek ve işitmek imkânsızdır. Bunun gibi kazâ ve kaderin de lâyıkıyla idrâki, beşerî tâkatin üzerindedir. Çünkü bizler, hâdiseleri sebep ve bahânelerle bilip çözmeye çalışırız. Onun ardındaki hikmeti ekseriyetle idrâk edemeyiz.

Bugün müslümanların bir kısmı, ağır zulüm ve haksızlıklara karşı çetin bir mücâdele içerisinde bulunuyorlar. Aslında bu hâl, bir doğum sancısıdır. Bir uyanışın, şuurlanmanın göstergesidir. Dönüp dolaşıp -inşâallah- hayra medâr olacaktır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Eğer anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar dünyaya gelmeye yol bulamazlardı…”

***

Sahâbe neslinin ideali, Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak idi. Bu yüzden o toplum, zühd ve riyâzet hâlinde yaşadı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş gibi israflar, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Onların zenginleri ağniyâ-i şâkirîn, yani şükür ve infak ehli servet sahipleri; fakirleri de fukarâ-i sâbirîn, yani sabır, rızâ ve kanaat ehli yoksullar idi.

Cenâb-ı Hak:

“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyor. Yani “Allâhʼın rızâsını tahsil etme imkânları önünüzde dururken, fânî dünyanın câzibesine, seraplarına, süsüne, gösterişine, rahatına aldanıp da gaflete düşmeyin! Yoksa âhiretiniz tehlikeye girer!” îkâzında bulunuyor.

***

Hayat nimetinin kıymetini gerçek mânâda idrâk edebilmek için kabristanları ziyaret et!

Sağlığının ne büyük bir nîmet olduğunu anlayabilmek için, haftanın belli günlerinde hastahaneleri derin bir tefekkürle dolaş!

Bir anlık öfkenin getirdiği fecî neticeler dolayısıyla zindanlara düşenlerin hâlinden ibret al!

Gençliğinin değerini idrâk için, artık iyice yaşlanmış ve bu sebeple tâkatten düşmüş muhtaç kimselerin misafir edildiği bakım evlerini ziyaret et!

Yani şu kısa hayatı, âhiret ufkundan seyrederek yaşa. Gününü bu düşünceyle dolu dolu geçir. Cemaatle kıldığın bir namaz sonrası diğer vakit namazını hasretle bekle. Gönül yap, gönül kazan, lâkin aslâ gönül kırma!

***

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan, günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912)

***

Bir gün Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir” buyurmuştu.

Yanındakiler:

“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırken Allah Teâlâ riyâ ehline:

“–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız (amellerinizi göstermek istediğiniz) kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)

Zira tevhid inancının ortaklığa tahammülü yoktur. Bu bakımdan, riyâ ile amellere fânîleri de ortak etmek, en ağır bir suçtur.

***

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 18)

Yani insan, yokluğunda tercüme-i hâli yazılan biri değil, en yakından takip edilerek yaptıkları ve söyledikleri kaydedilerek hayat hikâyesi tesbit edilen ve ona göre de sorgulanacak olan bir varlıktır.

***

Asr-ı Saâdet toplumuna baktığımızda, müslümanların herhangi bir psikolojik buhrânına rastlamıyoruz. Hiçbir hadîs-i şerîfte veya rivâyette, bir müslümanın psikolojik bir rahatsızlıkla ilgili bir soru sorduğuna şâhit olmuyoruz.

Demek ki Allâhʼa îman ve huşû içinde îfâ edilen ibadet hayatı; verdiği gönül huzuruyla müʼminler için aynı zamanda bir rûhî tedâvi ve şifâ oluyor. Müʼminler, îmânın şuur ve idrâkine erdikçe, en yüce kudrete sığınıp Oʼnun huzûrunda secde etmenin hakîkatinde derinleştikçe rûhen de huzur buluyorlar…

***

Bir ağacın meyveleri nâhoş bir hâlde ise, biliriz ki bu ağacın kökünde bir hastalık vardır ve ona bakım yapmak gerekir. İşte kalp de böyledir. Eğer kalp, hevâ ve heveslerin zebûnu olmuşsa, mânevî bir terbiyeden geçmesi zarurîdir. Aksi hâlde, insanın yaptığı ameller de makbul olmaz. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından (huzûr-i ilâhîde olduklarından) gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)

***

Ebediyet yolculuğumuzun en çetin geçitleri olan; son nefes, kabir, kıyâmet, mîzan ve Sırat’ta Rabbimizʼin imdadımıza yetişmesini istiyorsak, bugün ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet ederek Cenâb-ı Hakk’ın yardımına lâyık hâle gelmeye gayret göstermeliyiz. Bilhassa rahatlık zamanlarında Rabbimizi daha çok hatırlayıp kulluk edebi içinde vazifelerimizi güzelce îfâ etmeliyiz ki; zorluk ve meşakkatlerle karşılaştığımızda, Rabbimiz de bizi hatırlayıp ilâhî nusret ve inâyetinden mahrûm etmesin…

Yâ Rabbî! Bizi seçtiğin, sevdiğin, kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğun nimet ehlinin yolundan ayırma! Bizi sadece Sen’i bilen, Sana el açan, Sen’den yardım bekleyen hakikî mü’min kullarından eyle!..

Âmîn!..