Gönlü Harameyn’e Taşıyabilmek…

Yıl: 2006 Ay: Aralık Sayı: 22

Yolcular, yolculuklarında gidecekleri menzile göre hazırlık yapar, yanlarına en lüzumlu şeyleri mutlaka alırlar. Yolun uzunluğu ve gidilen yerin kadr u kıymetine göre maddî ve mânevî heybelerini doldururlar.

Yolculuk, sıradan bir yere ise sıradan bir hazırlık yeter. Önemli bir yere ise, ciddî bir tedârik ister.

Hele bu yolculuk Kâbe’nin Rabbine ve O’nun Peygamberine ise…

O zaman yanımızda götüreceklerimiz, hayatî bir ehemmiyet kazanır. Çünkü Harameyni’ş-Şerîfeyn’e yapılan yolculuklar, son gidilecek yer olan âhiret yurdu için, cennet ve cemâlullâh için bir hazırlık mesâbesindedir. Bu bakımdan Hicaz’a giderken götüreceklerimiz, ebedî hayatımızın nasıl ve nerede olacağını belirleyecek kadar mühimdir. Bu sebeple Ömer bin Abdülaziz şöyle buyurur:

“Kıyamet gününde nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın!”

Bu gerçeğe işaretle Hazret-i Mevlânâ, mukaddes beldelerin yolcularına Mesnevîsinde sık sık tavsiyelerde bulunur. Hicaz’a her şeyden önce terbiye ve tezkiye edilmiş bir kalb ile kazanılmış bir gönül götürmenin zarûretine dikkat çeker. Kâbe’nin Rabbi’ni ziyâret için Hicâz’a, gönlü nasıl hazırlayıp da götürmek gerektiğini ise şöyle îzah eder:

“Sefere çıkacağın vakit, ilâhî bir hazîne olan insan-ı kâmil olmak talebi ile çık ki, gönlünün ufku açılsın!”

“Her kim ekin ekerse, maksadı buğday almak olur. Saman zaten buğday ile husûle gelir ve buğdayın firesidir.”

“Saman ekersen, buğday hâsıl olmaz. Öyleyse sen de in­san-ı kâmil, rehber-i fâzıl ara; onun tâlibi ol!”

“Hac vakti olunca Kâbe’yi ziyaret ve tavaf maksadı ile git! Bu maksadla gidersen, Kâbe’nin hakikatini gör­müş olursun!..”

Gâye, zaten bu hakîkati görmektir. Nitekim insanın bu hakîkate ermesi için âyet-i kerîmede “refes”den, yânî mâlâyanî denilen dünyevî boş şeylerden korunması ihtar edilir. Ancak bu edebi gösterebilmek için hac yolculuğuna çıkmadan önce rûhî bir hazırlık içinde olmalıyız. Bu rûhî hazırlık ise, tamamen gönülde başlar ve gönülde devam eder.

Hazret-i Mevlânâ, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’nin Hicâz’a giderken yaşadığı gönül hazırlığını şöyle anlatır:

 “Bâyezîd, hac için yola çıktığı vakit, hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhâniyeti vardı.”

“Gözleri dünyâya âmâ, kalbi ise, Güneş gibiydi. (Ukbâya, yani ötelere açık idi.)”

“Bâyezîd, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona:

«–Ey Bâyezîd, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını (beden emanetini) nere­ye taşıyorsun?» dedi.”

“Bâyezîd de:

«–Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var…» dedi.”

Pîr, Bâyezîd’e dedi ki:

“–Ey Bâyezîd! O dünyalığının bir miktarını Allâh yolundaki muhtaçlara, garîplere, bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ve duâlarını al ki; rûhunun ufku açılsın! İlk defa gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devam et!..”

“Çünkü Kâbe, Allâh’ın hâne-i birri, yâni ziyareti farz olan, sevabı mûcib bir beyttir. Lâkin insan kalbi, bir sır hazînesidir.”

“Kabe, Âzeroğlu İbrahim’in binâsıdır. Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavaf et!.. Taş ve top­raktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.”

“Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf et­meyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir kalbe sahip olasın diye sana farz kılmıştır.”

“Şunu iyi bil ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü inci­tir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevâp, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez.”

“Sen varını, yoğunu, malını, mülkünü ver de bir gönül yap! (Böyle bir gönülle haccet!) Kazandığın o gönül, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin!..”

“Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak:

«Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gö­nül getir! Çünkü altın, gümüş bizim için bir şey değildir. Eğer bizi ve rızâmızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!..» buyurur.”

“Hakk’ın nûrunun insandaki tecellîsini görmek için kalb gözün iyice açılsın!..”

“Bâyezîd, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti.”

Böyle bir kıvam, hac yolculuğunda en büyük gönül sermayesidir. Ancak bu hâle ulaşabilmek için tasavvufî eğitimden geçmek, yani nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi zarûrîdir. Çünkü terbiyeden geçmeyen insan, en vahşî hayvandan daha zararlı bir nefs taşıyor demektir. Ya da kirli bir kap gibidir ki, içine güzel şeyler konulsa, onlar da kirlenir.

Mânevî terbiye gerçeğini görmek için insanoğlunun, kendi hayatına yardımcı olması sebebi ile bazı hayvanları terbiye etmesine bakması kâfîdir. O, kendi ihtiyaçları zaruretiyle çeşit çeşit hayvanları eğitmiyor mu? Tarihten bu yana gerek atını, savaşta bile aynı heyecanı taşıyacak seviyede terbiye edip sırtına binmiş, gerek güvercinleri terbiye ederek mektup yollatmış, gerek köpekleri eğiterek bekçilik yaptırmış, gerek vahşî hayvanları bile terbiye ederek sirklerde oynatmıştır.

Şayet o hayvanlar, yetiştiricilerinin terbiyesinden geçmemiş olsalardı, insanlara faydalı olamazlardı. Aksine son derece zararlı olurlardı. Fakat en vahşî olanlarının bile zararları, iyi bir terbiye neticesinde faydaya dönüşür. Kısacası terbiye edilmiş ile edilmemiş hayvanın tavrı insan için ölüm veya hayat sebebi olabilmektedir. Canavar bir yılan olan kobranın bile iç dünyasına girilip terbiye edildiğinde o hayvan basit bir flütle idare edilebilmektedir. Yani terbiye görmüş olanda fayda yönü yüksek olduğu kadar terbiye görmemiş olanda da zarar payı o nisbette fazladır. Bu itibarla dînimiz zarûret hâlinde yapılacak av avlamada bile eğitilmiş köpeklerin kullanılmasını şart koşar. Yoksa elde edilecek av helâl sayılmaz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…De ki: «Bütün temiz şeyler size helâl kılındı.» Allâh’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allâh’ın adını anarak- yiyin…” (el-Mâide, 4)

Bir av hayvanının bile terbiye edilip edilmemesindeki ölçüler bu derecede hassas ise, düşünmeli ki, insanın terbiyesi ne kadar mühimdir.

O kadar mühimdir ki, Cenâb-ı Hak, insanoğlunu yarattığı günden itibaren onun terbiyesi için sayısız peygamber ve kitap göndermiştir.

Aksi hâlde insan, varlıkların en zâlimi, en hodgâmı, en merhametsizi, en vahşîsi, yani en zararlısı olabilmektedir. Nitekim tarih sahneleri, insanoğlunun vahşetini sergileyen sayısız mezâlimlerle doludur. Bağdat’a girip de Dicle’nin sularında 400 bin masum insanı boğan Hülâgu’nun yaptığı zulmün başka bir îzahı var mıdır? Yine böylesine bir vahşetle komünizm de 20 milyon insanın cesedi üzerinde kurulmuştur. Bir canavarın bile ihtiyacı olan gıdayı temin edecek kadar avcılık yapmasına karşılık, zâlim bir insanın bu denli doymak bilmeyen insan boğma vahşeti, çok ürkütücüdür. Onun için bu âlemde eğitime en muhtaç varlık, insandır. Dünyanın kana ve vahşete bulanmaması için insanın mutlaka ve en güzel şekilde terbiye edilmesi şarttır.

Bu itibarla bu âlem âdeta bir dershanedir ve her şey insanın eğitimi içindir. Bilhassa tasavvuf, bu ihtiyaca binâen kurulmuş bir gönül eğitme dergâhıdır. Bu eğitimin birinci derecede mütehassıs üstatları olan peygamberler de bizzat Cenâb-ı Hak’tan terbiye görmüşlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurur:

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel yaptı.” (Süyûtî, I, 12)

Bütün mesele bu güzel terbiyeye, Hak tarafından övülen bu ahlâk-ı hamîdeye ulaşabilmek. Çünkü o zaman ibadet ibadet olur; namaz namaz olur, oruç oruç olur, hac da hac olur. Yani o zaman insan, insan olur.

İşte ebediyet yolculuğunda insana gereken en büyük hazırlık da budur. Yani ilâhî terbiye ile olgunlaşmak, kemâle ermek. O zaman hayatımızı dolduran güzelliklerin, ibadetlerin vesair hayır-hasenâtımızın mânâsı tecellî eder. Hizmetlerimiz arş-ı âlâya çıkar. Namazlarımız makbul, haccımız mebrur hâle gelir. Yani Allâh’a götürecek kalb-i selîme sahip olmuş oluruz. Bu kalb-i selîm ile başka gönüllerin derdine deva, sıkıntılarına da çare olarak huzurullâha aynı zamanda kazanılmış gönüllerle çıkmak imkânını elde ederiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve muhabbeti o zaman üzerimizde tecellî eder.

İşte kim o mübârek topraklara böyle olgun bir kalb ve kazanılmış bir gönül götürürse, ona «Ne getirdin?» diye başka bir sual sorulmaz. Öyle ki bu bahtiyarlar, kendi ibadetlerinin kabul olması ile şereflendikleri gibi başkalarının ibadetlerinin de kabul olmasına vesîle olurlar.

“Tezkîretü’l-Evliyâ”da nakledildiğine göre, tâbiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah bin Mü­bârek, haccı îfâ ettikten sonra Mekke’de Harem’de yakaza hâ­linde (uyku ile uyanıklık arasında) iken semâdan iki melek gelir. Biri diğerine:

“– Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu ka­dar hacıların haccı kabul edildi.” der.

Abdullah bin Mübârek uyku ile uyanıklık arası olan bu hâl­den uyanınca, merak ve hayret içinde kaldı. Şam kervanı ile Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu:

“– Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?” Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübarek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından bayıldı. Kendisine geldiğinde ise şöyle anlattı:

“– Otuz sene hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilik­ten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile karım:

«– Komşudan et kokusu geliyor; bana bir parça et ister mi­sin?» dedi.

Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı:

«–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıda bulamaz isem, mecburen onu ye­direceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, çocuklarıma ölümle burun buruna geldikleri için helâl, size ise haramdır.» dedi.

Ali bin Muvaffak devamla:

“– Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Bin bir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim;

«Yâ Rabbî, niyetimi kabul et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek:

“– Rabbim, bana rü’yâda doğruyu bildirmiş!” dedi.

Hâsılı gerek Hazret-i Mevlânâ’nın kıssasında gerekse Abdullah bin Mübârek’in kıssasında mukaddes beldelere yolculuklarımızda bize verilen üç mühim düstur vardır:

 

1. Yolculuğa Çıkmadan Önce Sâlihleri Ziyâret

İnsan, çıkacağı yolculuğun mâhiyetine göre maddî ve bilhassa mânevî hazırlık yapmalıdır. Yola çıkış; duâ, himmet ve nasihat alabilmek için gönül ehli zâtları ziyaretle başlamalıdır.

2. İnfak

Gönlün gidilecek ulvî mekânlara göre bir hassasiyet ve rikkat kazanması için muhtaç ve garipler sevindirilmelidir. Can u gönülden ve bolca infâk edilmelidir. Nitekim âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz’i ziyâret edenlerin infakta bulunmalarının emredilmesi oldukça mânidardır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Ey îman edenler! Peygamberle husûsî olarak konuşacağınızda, bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz; bu, sizin daha iyi ve daha temiz olmanız içindir. Eğer sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Allâh şüphesiz bağışlayandır, acıyandır.” (el-Mücâdele, 12)

Unutmamalı ki, evlât ve mallar, Allâh yolunda değilse, insan için ziyandan başka bir şey değildir. Fakat onlar, Allâh yoluna seferber edilebilmişse ne mutlu!.. Yine de hepsi de fânidir ve dünyada kalacaktır.

3. Gönül kazanmak

Bir gönül, ona sadece infâk etmek sûretiyle kazanılmaz. Dolayısıyla asıl gönül kazanmak, muhtaçlara infakın yanında hasta kalbleri de mâneviyât ve istikâmet ile tedâvî etmekten geçer. Çünkü kulu Rabbine kavuşturmak kadar büyük bir kazanç yoktur. Tabiî bunda yine mesele, öncelikle insanın kendi iç âlemini temizlemesine bağlıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlad. Ancak Allâh’a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Böy­le kalb­ler, ar­tık te­cel­lî­gâh-ı ilâ­hî ol­mak yö­nün­den âde­tâ zir­ve­leş­miş­tir. Haz­ret-i Mev­lâ­nâ, bu de­re­ce­de mu­saf­fâ (arın­mış) bir kal­bin de­ğe­ri­ni -muh­te­me­len onun hu­sû­lün­de be­şe­rî irâ­de bu­lun­du­ğu için- tek­rîm ede­rek:

Kâ­be bün­yâd-ı Ha­lîl-i Âzer’est

Dil, na­zar­gâh-ı Ce­lîl-i Ek­ber’est

Yâ­ni, “Kâ­be, Âze­roğ­lu Ha­lil İb­ra­him ta­ra­fın­dan ya­pıl­mış­tır. Gö­nül ise, yü­ce ve bü­yük Al­lâh’ın na­zar­gâ­hı­dır.” bu­yur­muş­tur.

Sû­fî­le­re âit me­nâ­kıb ki­tap­la­rın­da gön­lün Kâ­be’ye benzetilmesine sık­ça rast­la­nır. Bu key­fi­yet, kâ­inâ­tın özü olan in­san­da­ki kal­bin, kâ­inât için­de Kâ­be’nin mev­kî­ine ben­ze­me­sin­den do­la­yı­dır. Ger­çek­ten her iki­si de te­cel­li­gâh-ı ilâ­hî ol­mak yö­nün­den mer­ke­zî bir du­rum­da­dır. Men­kı­be­ler­de bâ­zan gön­lün Kâ­be’ye ter­cîh olu­nan bir üs­lûb ile tak­dî­mi, kıs­men âşı­kâ­ne bir coş­kun­luk ve kıs­men de gön­lü bu hâ­le ge­tir­me­nin ehem­mi­ye­ti­ni an­lat­mak ve bu hu­sus­ta­ki gay­ret­le­re rağ­bet et­tir­mek için­dir.

Gön­lü te­cel­lî­gâh-ı ilâ­hî hâ­li­ne ge­len­ler hak­kın­da İbn-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’ın Kâ­be-i Mu­az­za­ma’ya hi­tâ­ben söy­le­di­ği şu söz­ler çok câ­lib-i dik­kat­tir:

“Sen ne bü­yük­sün (ey Kâ­be!). Se­nin şâ­nın ne yü­ce­dir. Fa­kat ger­çek bir mü­’mi­nin Al­lâh ka­tın­da­ki şe­re­fi sen­den de üs­tün­dür.” (Tir­mi­zî, Birr, 85)

Ab­dül­kâ­dir Gey­lâ­nî -kud­di­se sir­ruh- Haz­ret­le­ri ise bu yü­ce­li­ğin şar­tı­nı şöy­le ifâ­de eder:

“Gö­nül, an­cak nefsânî arzulardan arın­mış, Hakk’a râm olanlara Kâ­be olur.”

Burada şu gerçeği ifade etmelidir:

Yukarıda verilen misaller, hacca hassas ve rûhâniyet dolu bir gönülle gidilmesini te’min içindir. Yoksa hacca gitmemeye sebep teşkil etsin diye değildir. Çünkü hac, imkânı olanlar için farz bir ibadettir. Edâ edilmedikçe imkânı müsâit insanın üzerinde borç olarak kalır. Misâlimizde Ali bin Muvaffak’ın elindeki miktarı fakire verip hacca gitmemesinde hac ibadetinin ona farz olmaması gerçeği de vardır. Çünkü hac, imkânı olmayanlara farz değildir. Fakat imkânı olanlara bir an evvel ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Hattâ kendisine farz olan kimse, sonradan fakir düşse bile bu ibadet, zenginken yaptığı ihmal yüzünden onun üzerinden düşmez. Öyle ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Bir kim­se, yi­ye­cek, içe­cek ve bi­ne­cek mas­raf­la­rı­na mâ­lik olup da Bey­tul­lâh’a git­mek müm­kün iken hac­cet­mez­se, ar­tık onun yahudî ve­ya hristiyan ola­rak öl­me­si­ne hiç­bir mâ­nî yok­tur!» (Tirmizi, Hac, 3)

Bu ifade, haccın ehemmiyetini ve rûhâniyet içinde edâ edilmesinin mecburiyetini idrak bakımından çok açık bir ölçüdür. Yani hac vazifesini bir tarafa bırakıp da sadece «Ben bir gönül alayım; hacc-ı ekber olsun.» şeklinde bir davranış, doğru ve makbul değildir. Elden geldiğince her ikisini de yapmak lâzımdır. Çünkü her ikisi de ayrı ayrı ibadetlerdir. Nasıl ki namaz kılmak, oruç tutmamaya gerekçe olamazsa fakire yardım etmek de hacca gitmemeye gerekçe olamaz.

Diğer taraftan namazın, orucun nâfilesi gibi haccın da nâfilesi vardır. Nâfile yapılan hac ibâdetleri hakkında câhilâne tenkîdler, -Allâh Teâlâ korusun- ucu küfre sarkan sözlerdir. Bunlar, mesnedsiz cehâlet mütâlaaları olup, ibâdet lezzetinden mahrûmiyetin kara ifâdeleridir.

Asr-ı saâdetten beri nâfileler, bir îman vecdi içinde devam edegelmiştir. Heyecân ve iştiyâk ile yapılan nâfile ibâdetler kulu, Allâh’a takarrub (yakınlaşma) tecellîsine mazhar kılar. Rûhu derinleştirir. Merhamet ve cömertlik vasıfları inkişâf eder. Cenâb-ı Hak, onların gören gözü, işiten kulağı olur, yâni onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri hep ilâhî nûrun cereyânıdır.

Bu yükselişler, nâfile ibâdetlere olan muhabbet ve mahlûkâta olan merhametle mümkündür. İmâm-ı A’zam’ın 55 kerre haccettiğini söylemek bu hususta kâfî bir misâldir.

Cenâb-ı Hak, bir Kâbe olacak şekilde gönüllerimize ilâhî terbiyesini nasîb ile O’nun yüce huzuruna pek çok gönüller kazanarak ve Efendimiz’in gönül ikliminden hisse almak sûretiyle gerçek, mebrur, rûhânî ve feyizli bir hac yaparak çıkabilmeyi cümlemize ikram eylesin!

Âmîn!..