Gerçek İyiliğe, Üstün Şahsiyete Varmak… VAKIF İNSAN OLABİLMEK…

Ebedî Fecre

Yıl: 2009 Ay: Kasım Sayı: 57

GERÇEK İYİLİK ÖLÇÜSÜ

İnsan; ahsen-i takvîm üzere yaratıldı.

Eşref-i mahlûkat olarak tekrîm edildi, yani sâir mahlûkāta üstün tutuldu.

Cenâb-ı Hak, insana kendi rûhundan üfledi.

Ona takvâyı ilhâm etti ve onu selîm bir fıtratla dünyaya getirdi.

Yaratılışındaki bu husûsiyet sebebiyle hemen hemen her insan; iyi bir insan olmak, olgun, şahsiyetli bir kişi olarak tanınmak ister. Kalbini zulüm, günah ve fücurla kapkara ve kaskatı eylememiş hemen her insan; kötülükten, kötü bilinmekten, vicdansız ve zalim görülmekten kaçınır. Vicdânen huzurlu kalmak ister ve iyi bir kişi olduğunu düşünür.

Fakat bütün bu güzellik ve iyilik istîdat hâlindedir. Kuvveden fiile çıkabilmesi için, Allâh’ın inâyeti ve kulun gayreti gereklidir. İyiliğin zirvesi için ise gayretin zirvesi, yani;

FEDÂKÂRLIK ŞART

Cenâb-ı Hak; gerçek iyiliğe ulaşmanın, kuru iddialarla değil, güzel davranışlara, sâlih amellere yansıyan yüksek bir kalp kıvamına bağlı olduğunu şöyle beyân buyurmuştur:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla hayrın kemâline eremezsiniz (ve Cenâb-ı Hakk’a yaklaşamazsınız). …” (Âl-i İmrân, 92)

Yüksek bir ölçü…

Zira insanın dünyada huzura ulaşması için, vicdânını rahatlatabilmesi için Cenâb-ı Hak ile dostlukta merhale kat etmesi zarûrîdir. Âyet-i kerîmede;

«…Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle tatmin olur, huzur bulur.» (er-Ra‘d, 28) buyurulmuştur.

O hâlde iyilikte kemal derecesi, yüksek şahsiyetli bir insan haysiyeti ve Cenâb-ı Hak ile dostluk mertebesi; henüz nefsinden koparıp veremeyen bir insana nasîb olamaz. Ancak ilâhî rızâya uygun şekilde verebilen insana ise her zaman nasîb olur.

Çünkü verebilen insan, Cenâb-ı Hakk’ın kerem sıfatını idrâk etmiştir. Bu sebeple sadece vermeyi değil, daha nice özellikleri de bünyesinde gerçekleştirmiştir. Her hâliyle bir vakıf insanı olmuştur.

Peki;

VAKIF İNSANI KİMDİR?

Husûsiyetleri etrafında;

Vakıf insanı, Rabbimizin lütuf ve merhametine muhtaç olduğunun şuuru içerisinde yaşayan ve Allâh’ın bütün muhtaç kullarına hattâ cümle mahlûkātına karşı lütufkâr olan kimsedir.

Vakıf insanı, hizmet ve merhamet sayesinde ebedî huzur ve saâdete ermek için etrafında kurtaracak gönüller arayan temiz ruhlu, fedâkâr ve her hâliyle kâmil kimsedir.

Vakıf insanı, İslâm’ı hayatın her safhasında yaşayarak tebliğ eden ve yeryüzünde Allâh’ın şahidi olan kimsedir.

Vakıf insanı, doktor kapısında bekleyen muzdarip hastalar mesâbesinde olan gariplere, çaresizlere ve kimsesizlere; «Bugün git, yarın gel!» demeyen, her vakit ve ahvalde onlarla dert ortağı olan kimsedir.

Vakıf insanı, toplumun pek çok yarasını şefkatle saran ve aynı zamanda İslâm’ın ortaya koyduğu, geliştirdiği ideal insan tipiyle beşeriyete sunduğu huzur ve mutluluğun müstesnâ tezâhürü olan örnek şahsiyettir.

Vakıf insanının alâmeti merhamettir ve infaktır.

Vakıf insanı, kendisini toplumundan mes’ul hisseder. Zamanını, bilgisini, şefkatini ve malını muhtaçlarla paylaşmak, onun için bir îman lezzetidir. Onun huzûru, bütün imkânlarını seferber ederek insanlığın ıstırâbını dindirmeye çare aramaktır.

Vakıf insanı, merhametin en mühim tezâhürü olarak başkalarının mahrûmiyetini telâfi için bütün imkânlarıyla muhtaçların dert ortağı olur. Yani Allâh’ın ihsân ettiği nimetleri, ondan mahrum olanlara infâk eder.

Vakıf insanı, mülkün emânet olduğu telâkkîsi içindedir. Zira mü’min bu cihâna, sahip olmak için değil, Kur’ân ve Sünnet’in şahidi olmak için gelmiştir. Bundan dolayı servetini, îmânının şahidi kılmanın gayret ve heyecanı içindedir. Servete; mülkiyet değil, emânet gözüyle bakar.

Vakıf insanına, vicdânı dâimâ şöyle seslenir:

“Toplumda ihtiyaç sahipleri ve borçlular kalmasın. Fakirler isyan etmesin. Zenginlerle fakirler arasında düşmanlık olmasın. Yetimler sahipsiz kalmasın. Mahrumluğun acziyeti içerisinde kıvranan anneler ve yavrucağızlar, zalimlerin pençesine düşmesin. Fuhuş yayılmasın. Toplumu ayakta tutan dinamikler yıkılmasın. Huzur, barış ve güven ortamı sağlansın…”

Dolayısıyla;

Gerçek vakıf insanı, verdiğini asla başa kakmaz ve muhtacı incitmez. Sadakalarının boşa çıkmasından korkar. O, her şeyiyle bir gönül hekimidir.

Bu itibarla da;

Vakıf insanının gönlü, herkesin sığınabileceği bir barınak ve dergâh mesâbesindedir. Rabbine olan muhabbetinin hazzı içerisinde mahlûkāta da muhabbetle yönelir. Mahlûkāta, dâimâ Hālık’ın nazarıyla bakar. Bu şekilde şefkat ve merhametle dolu bir bakış tarzı kazanır. Neticede bir câzibe merkezi hâline gelir.

Vakıf insanı, veren eldir. Alana teşekkür hissiyâtı içindedir. Çünkü onun sayesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişmeyi gaye edinir.

 Velhâsıl;

Vakıf insanı, hizmetini; sevgi, şefkat ve aşk ile îfâ eden ümit ve îman kaynağı ve rûhundan rahmet taşıran örnek bir şahsiyettir. Toplumun yüz akıdır. Merhamet ve güzel ahlâk timsâlidir…

VAKIF İNSANI BİLİR Kİ:

Hilkati ve fıtratı itibarıyla; yüksek bir şahsiyete, ulvî makamlara namzet olan insan, âdî nefsinin süflî arzularını eritmedikçe yükselemez, aksine daha da alçalır ve «bel hüm edall» derekesine yuvarlanır.

İyilikte olgunluk için şu muhasebe elzemdir:

Bir fânîyi ne kadar seviyorsun; Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyorsun?

Bir fânîye ne kadar veriyorsun? Nefsine ne kadar veriyorsun? Cenâb-ı Hakk’a ne kadar veriyorsun?

Çünkü sevginin hakikati, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür. Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı hissini bile taşımaz. Sanki borcunu ödüyormuş gibi rahat hareket eder. Fakat gerçek aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan kimseler, kemâle erme yoluna girmemiş ve nefsinin sultasında yaşayarak gönlünü israf ve ziyân ediyor demektir.

Hazret-i Mevlânâ; insanların, gerçek insanlık dâvâsında gösterilecek fedâkârlık yolunda ayrıldıkları iki yolu şu misallerle gösterir:

“Biri Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar yorulur, kendinden geçer. Biri dâvâsı uğruna seve seve canını verir, öbürü bir ekmek verirken can çekişir.”

Fedâkârlık, canda ve bilhassa mal üzerinde gösterilir.

Çünkü hakikati itibarıyla yalnızca Allâh’a ait olan mülk, imtihan için insanın eline emâneten verilmiştir. İnsan bu imkânı; yüceliklere erişmek yolunda bir vesile kılmak yerine, asla doymayacak nefsine tahsis ederse; bütün iyilik, olgunluk, Allâh’a dostluk iddiaları hükümsüz kalır.

Zaten mal ve mülk dünya şartlarında dahî tam olarak insanın değildir. Çünkü;

MALDA ÜÇ ORTAK VARDIR…

Sahâbe içinde Ebû Zer -radıyallâhu anh- vardı. Dünyadan hiçbir şeyi olmayan, ashâbın en fakirlerinden bir zât idi. Şöyle bir tavsiyesi vardı:

“Bir malda üç ortak vardır:

Birincisi mal sahibi, yani sensin.

İkincisi kaderdir. (Küllî iradedir.) O; hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz.

Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesabını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma! (Bilâkis en akıllısı ol da malını kaptırma! Nitekim) Allah Teâlâ;

«Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe ‘birr’e (hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Bizim infakla ilgili yukarıdaki âyet-i kerîmeden nasîbimiz ve istifademiz ne ölçüde?

Bu cihan bir imtihan dershanesidir. Dini yaşamak ise fedâkârlık ister. Dünyaya bir mülkle gelmediğimiz gibi, dünyadan da bir mülkle ayrılmayacağız. Solup eskimeyecek olan gerçek kefenimiz ancak güzel amellerimiz olmalıdır. İnfaklarımızla, ibâdetlerimizle, kulluğumuzla sonsuzluğun seyyâhı olacağız.

Bu itibarla asıl yoğunlaşacağımız ve tefekkür edeceğimiz istikbal;

SON NEFES İSTİKBÂLİ

Cenâb-ı Hak;

تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ وَلَا:

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Esas istikbal, son nefes istikbâli. Gerçek kazanç son nefesten sonraya, âhirete ait. Bu da son nefesimizi nasıl verdiğimize bağlı. Dünyevî işler için sık sık düşüncelere dalıyor, üzülüyor veya heyecanlanıyoruz. Ya son nefes için ne kadar bir hazırlık hâlindeyiz? Son nefesimizi vereceğimiz ve Cenâb-ı Hakk’ın dîvânında duracağımız ânımızı düşündükçe ürpermeli değil miyiz?

Cenâb-ı Hak, Muhammed Sûresi’nin 7. âyetinde şöyle buyuruyor:

“Ey îman edenler, eğer siz Allâh’a yardım ederseniz, o Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.”

Bir kul Allâh’a (bu kâinâtın Hâlık’ına) nasıl yardım eder?

Allâh’ın dînini yaşamak, Allâh’ın dînini yaşatmakla. Hâliyle, kavliyle, davranışlarıyla… Böyle yaptığında ise Cenâb-ı Hak; ona, peygamberler dışında kimsenin temînâtının olmadığı son nefes imtihanında yardım eder.

Elbette dünya hayatını sürdürmek için, kimseye muhtaç olmadan geçinmek için çalışacağız, tahsil göreceğiz, ticaretle, alışverişle meşgul olacağız. Fakat dünyanın meşgalesi bizi asıl endişemizden, Cenâb-ı Hakk’a O’nunla dostlukta mesafe kat edebilmiş bir selîm kalp ile varmak derdimizden uzaklaştırmamalı. Nitekim Nur Sûresi’nde buyurulur:

ALIKOYMAYAN TİCARET

“Onlar ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu o kıyâmet gününden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Demek ki kalp öyle bir kıvâma gelecek ki, ticaret o kalbin sahibini Allah’tan uzaklaştıramayacak. Kişi, dünya meşgalesi içinde ona kapılıp Allâh’ı zikretmekten, namazdan, zekâttan ayrı düşmeyecek… Tam tersine kıyâmet endişesi içinde; canı, malı, zamanı Allâh’ın rızâsına ermekte bir vasıta edinecek. Zamanından ve malından fedâkârlık edecek… Zikir, namaz, zekât ve diğer ibâdetler içinde bulunacak.

Ehlullah’tan Muhammed Pârisâ Hazretleri’nin şahit olduğu şu gencin hâli bu vasfa ne güzel bir misaldir:

Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdat şehrinde genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden;

“Yazık! Bu delikanlı Hakk’a kulluk edeceğine mâsivâ ile meşguliyete dalmış!..” der.

Fakat gencin kalbine nazar edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşguliyette, kalp ise Rabbiyle beraber ve zikir hâlinde…

Bu sefer;

“Mâşâallah! Eli kârda, gönlü yârda!..” buyurarak genci takdir eder.

Sonra Mekke’ye vardığında tavaf esnasında Kâbe’nin duvarlarına sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlayan bir yaşlı görür. Gıpta eder. İçinden;

«Ne güzel bir kul! Kendini nasıl da Hakk’a vermiş!» diye düşünür. Fakat onun kalbine de nazar edince bakar ki adamcağızın bütün ağlaması ve talebi dünyalık imiş! O zaman da;

“Yazık, eli Kâbe duvarında, gönlü dünya kârında!” der.

Demek ki;

Yalnızca ibâdet zamanlarında değil hayatın her safhasında kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olmalıdır. Fânîlik hissiyâtı içinde yaşanmalıdır. Bir ömür müddetince doldurduğumuz hayat kasetinin hesabını vereceğimiz mahşer, gerçek istikbalimizdir. Gaflete dalarak bu hayatın şaşkın, alık ve abus yolcusu olmak, ne hazin bir âkıbettir!

Çünkü âhiret hayatımız; dünya hayatımızı nasıl geçirdiğimize, nefsimizden, dünyadan, dünya malından fedâkârlık edip edemediğimize göre belirlenecek…

Ya cennetin nimeti, huzuru; ya cehennemin azâbı ve ıstırâbı…

Ve bu nimet veya azap, geçici değil bâkî… Sonsuz…

Bu endişeden cennete kavuşarak kurtuluşun yolu da, gerçek iyiliğe ulaşmak ile aynı:

FEDÂKÂRLIK…

Cenâb-ı Hak, buyuruyor:

“Ey îman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanıp, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz…” (es-Saff, 10-11)

Hem bu fedâkârlık, karşılıksız değil… Aksine, fânîyi vererek bâkîyi almak fırsatı. Bir başka âyet-i kerîme de şöyledir:

“Allah; mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Bu âyet-i kerîme Akabe Biatları’nda nâzil olmuştur. Medine’den -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e biat etmek için ikisi hanım 70 küsur müslüman gelmiş, Allâh’a söz vermiş, Efendimiz’e biat etmişlerdi. Canlarıyla, mallarıyla Allah Rasûlü’nün yanında olmaya söz vermişlerdi.

İçlerinden Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- sordu:

“–Yâ Rasûlâllah, bu biatımızın karşılığında bize ne var?”

Efendimiz;

“–Cennet var.” buyurdu. Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi.

Abdullah bin Revâha ve yanındakiler;

“Yâ Rasûlâllah biz seninle ne güzel bir alışveriş yaptık. Bundan sonra biz bu alışverişten asla vazgeçmeyiz. Allâh’a biat, Rasûlullâh’a biat husûsundan asla vazgeçmeyiz.” dediler.

YA BİZ?

Biz bu âyetlerin ne kadar muhtevası içindeyiz? Akabe’de yapılan biatın ne ölçüde muhtevasındayız?

Biz dünyaya âhiret için geldik, dünya için gelmedik. Diğer mahlûkat gibi, hayvanat gibi dünya için gelmiş olsaydık Cenâb-ı Hak, peygamberlerini kıyâmete kadar yaşatırdı.

Hepimiz bir âhiret arefesindeyiz. Son Peygamber geldi. Bundan sonra gelecek peygamber de yok. Son Peygamber olduğu için; «Âhirzaman Peygamberi» buyuruldu.

Bir kalbin; nefsin hoyratlığı içinde menfaat ve mal gibi sevgilerle dolması ne kadar acıdır!  Mûtenâ bir mücevher mahfazasını, çer-çöple doldurmaktan farksızdır. Fânî hayatın çıkmaz sokaklarında hebâ olmaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizim kendisiyle dost olmamızı istiyor. Gönlümüzün asıl sahibi, iştiyak ve arzumuzun tek adresi Cenâb-ı Hak olmalı.

Tabiî dostluk da fedâkârlık istiyor.

Dostluk, dosta benzemek için gayret îcâb ettiriyor.

Cenâb-ı Hak, Kasas Sûresi 77. âyette;

“…Allâh’ın sana ihsân ettiğinden (Allah yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste…” buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bütün nimetleri Cenâb-ı Hakk’ın yolunda kullanabilmek, ilâhî bir tâlimat ve âhiret yurdunu istemenin şartı. Bunların en mühimi de merhamet… Merhametin tecellî ettiği davranışlar… Cenâb-ı Hak; bize rahmet sıfatını çokça bildirerek, bizden merhametli olmamızı istiyor.

Çünkü îmânın lezzeti de merhametle tezâhür eder. Îmânın göstergesi mü’minin merhametidir. Bu merhametin neticesi de onun tescili de infaktır, hayır-hasenattır, maddî-mânevî hizmettir.

Bütün bunların ilk akla gelen adresi olan vakıf da; merhametin, iyilikte kemâlin, Hakk’a dostlukta yükselmenin bir semeresidir. Bir başka tabirle vakıf;

MÜESSES MERHAMET

Vakıf ve infâkın temelinde merhamet var. Acıyabilmek Allâh’ın en büyük bir lutfu. Zira acımak merhametin mahsûlü. Acıyan cömerttir, acıyan mütevâzıdır, acıyan hizmet ehlidir, acıyan vicdan sahibidir.

Acımanın derecesi ne kadar? Bunun da ölçüsü âlemlere rahmet olarak armağan edilen, en alt kademeden en üst kademeye kadar ve her mesleğe örnek olan, insanda ilâhî sanat hârikası olarak tecellî eden ve kâinatın Fahr-i Ebedîsi, حَسَنَةٌ أُسْوَةٌ / üsve-i hasene -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir.

O’nu ne kadar seviyoruz? Hayatın her safhasında O’nunla ne kadar beraberiz?

a. Servet karşısında ne kadar O’nunla beraberiz?

b. Yokluk karşısında ne kadar O’nunla beraberiz?

c. Çileler karşısında ne kadar O’nunla beraberiz?

d. Zaferler karşısında ne kadar O’nunla beraberiz?

e. Yetimler, garipler, kimsesizler karşısında ne kadar O’nunla beraberiz? Ne kadar O’nun civarındayız?

Bu suallerin cevabı, her şeyden önce infaktaki hâlimize bağlı.

İnfak, Allah için verebilmek. Allâh’ın sana ihsân ettiği akıl, zekâ vesâir istîdatlar, mal-mülk ve diğer imkânlardan… Bunların hepsini Allah yolunda harcayabilmenin adı infaktır. Allâh’a giden bir yoldur infak. İnfak da merhametin bir meyvesidir.

Merhamet nedir o zaman?

Sende olanı, onda olmayana senin ikram etmendir. Onun boşluğunu senin telâfi etmendir.

Diğer bir ifadeyle merhamet; başkalarının mahrumiyetini telâfi için onların yardımına koşmandır.

Dertli, garip, yalnız ve kimsesize sahip çıkılan bir toplumda; hiçbir siyasetçinin, sosyologun, psikologun ulaşamayacağı bir kardeşlik sağlanır. Gönüller, rahmet taşırır. Yürekler, bîçarelerin barınağı olur.

Bu mânâda vakıf ve infakta en etkili kıvam;

GÖNLÜN MERHAMET
KUCAĞI OLABİLMESİ

 Şefkat, merhamet ve ihsan arttıkça toplumda husûmet de biter, azalır, yok olur.

Efendimiz Mekke fethinden evvel, kıtlık sebebiyle perişan olan Mekke’deki muhtaçlara beş yüz bin dinar gönderdi. Hepsinin Efendimiz’e karşı sevgisi arttı. Mekke fethinde hepsi müslüman oldu ve Allah Rasûlü’ne;

“Muhterem kardeş!” diye hitâb ettiler.

Velhâsıl merhamet, dünyada vicdan huzuru, âhirette ebedî saâdet müjdesi…

Bize düşen de Cenâb-ı Hakk’ın الرَّحْمٰن / Rahmân sıfatının tecellîsi olarak vakıf insanı olabilmek, müessese olmasa bile kendimiz bir vakıf insanı olabilmek. Yani kendimizi hizmete râm etmemiz. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakabilmemiz.

Vakfın gayesi, halka hizmet yoluyla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmektir.

Bahâeddin Nakşibend Hazretleri;

Yedi sene yolları temizlemiş,

Yedi sene hastaların hizmetini görmüş,

Yedi sene de hasta hayvanlara bakmış ve;

“En yüksek dereceyi de bu hizmette aldım.” buyurmuştur. Çünkü hizmet, nefsin gurur ve kibrini ezmeyi kolaylaştırır ve insana tevâzu kazandırır. İnsanı, Cenâb-ı Hakk’ın;

“Yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkan, 63) buyurarak senâ ettiği ve üzerlerinde rahmetini tecellî ettirdiği has kullardan eyler.

Mevlânâ Hazretleri mü’minin tevâzuunu tarif ederken;

“Toprak gibi ol!” diyor. Toprak ayaklar altındadır, ezilir, üstelik mahlûkat cürufâtını da ona atar. Fakat toprak; sessizce onları temizler, mahlûkātın gıdasını temin etmekle mukabelede bulunur. Dâimâ ikram hâlindedir. İşte vakıf insanının olması gereken hâl budur.

Allah Rasûlü’nün, sahâbenin ve Allah dostlarının yolundan giden ecdâdımız ve bilhassa Osmanlı, vakıf hususunda müstesnâ bir merhamet sergilemiştir. Sadece kayıtlı 26 bin küsur vakfın kurulduğu Osmanlı’da; bugün ancak ücreti ödenerek temin edilebilen onlarca hizmet, vakıflar eliyle fukarâya takdim ediliyordu. Toplumu merhamet ve şefkat bir ağ gibi örmüştü. İnsanlar vicdanen huzur içinde yaşıyordu. Varlıklı ile fakir, hasta ile sıhhatli arasında müstesnâ bir kardeşlik ve mes’ûliyet bağı kurulmuştu. İçinde hasta olan evin penceresine kırmızı çiçek konur, bunu gören satıcılar yüksek sesle bağırmaz, çocuklar da başka mahallelerde oynarlardı. Bunlar günümüze de ışık tutan merhamet ve şahsiyet örnekleridir.

Bu örneklerin sergilendiği vakıflarda sadece müslümanlara değil, gayrimüslimlere de hizmet götürüldü. Onlara İslâm’ın şefkati tevzî edildi. Bu sayede birçoğu hidâyete erdi. Sadece insanlara da değil, muhtaç durumda olan bütün mahlûkāta şefkat kanatları gerildi.

Bu muvaffakiyetin sırrı, elbette kazancın da helâlliğindendi.

Çünkü;

İNFAK, KAZANCIN MİHENGİ

Sadakalar ve infaklar kazancın seviyesini ifade eder. Yani kazancımızda ne kadar helâliyet var, ne kadar şüpheli var; infâkımız bunu bir ayna gibi gösterir.

Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Yani zekâtlarımızı, sadakalarımızı, infaklarımızı sarf ettiğimiz yerler; kazancımızın helâliyetini gösteren şeffaf aynalar mesâbesindedir.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Ticaretle meşgul, zengin bir talebesi; Ebû Abbas Nihâvendî’ye geldi ve zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sordu. Ebû Abbas -kuddise sirruhû- da;

“Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” dedi.

Talebe, hocasının tâlimâtını uygulamak üzere yola düştü. Az sonra dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verdi. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. İşittiği birkaç kelimeyle irkildi. Âmâ dilenci kendisinden bahsediyordu:

“Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”

Talebenin canı sıkıldı, gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp;

“Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver!” diye tembihledi.

Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi îfâ için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs ise hiç de muhtaca benzemeyen, delikanlı bir kimseydi. Fakat hocasının sözünden çıkmayarak akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takibe koyuldu. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altından bir şeyi çıkartıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe önüne geçip sordu:

“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın şey de nedir?”

Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı!.. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor;

«Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, talebesinin bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:

“–Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de, onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından, yani helâlliğindendir…”

İşte berrak bir kristal hâline gelmiş bir vicdan… İşte hayrın kemâline, iyiliğin zirvesine varmış İslâm şahsiyeti…

Böyle bir zirvede, kemmiyet değil;

KEYFİYET MÜHİM

Nefsinden koparıp vermenin yüceliğiyle, bazen bir tek dirhem, yüz bin dirhemi geçer:

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu. Çok varlıklı olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

İnfak husûsunda az ile çoğun farkı olmadığı gibi, iyilikte kemâle ulaşmak için gerekli olan fedâkârlıklar, sadece maldan değil her türlü imkândan gösterilebilir. Bir muhtaca aracılık etmek, bir yoksulun işinin görülmesine yardımcı olmak da îman kardeşliğinin îcaplarındandır. Bunun şuurunda olan Hazret-i Ali’ye göre, bir kardeşinin ihtiyacı için vasıta olmak;

EN ÇOK SEVİNİLECEK NİMET…

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:

“İki nimet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum.

Birincisi, bir adamın, ihtiyacını karşılayacağımı düşünerek bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir.

Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir mü’minin işini görmeyi dünya dolusu altından değerli görürken, İbn-i Abbâs Hazretleri, kardeşine yardımı nâfile ibâdete tercih etmiştir:

İşte Efendimiz’in vefatından henüz kısa bir müddet geçmişti. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-;

“–Kardeşim, seni muzdarip ve kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devam etti:

“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukābilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını ödeyemiyorum.”

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?”

“–Sen bilirsin.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- ayakkabılarını alarak mescidden çıktı. Adam ona;

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye seslendi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-;

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan Muhterem Zât’tan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Bugün de kredi kartı ve benzeri borçların altında inleyen, faize bulaşan nice perişan mağdur var. Eğer bu borçlar; lüks ve israf için, gereksiz harcamalar için değilse, böyle borçlulara yardım etmek de imkânı olan müslüman kardeşliğinin vicdan borcudur. Eğer bunları israf ve Allâh’ın istemediği bir yolda borçlanmışsa, bu mes’ûliyetin dışındadır.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere birtakım insanlar yaratmıştır ki, insanların ihtiyaçları için koşarlar, gayret ederler. İşte onlar Allâh’ın azabından emin olan kimselerdir.”

Günümüzde insanların derdiyle dertlenmek, yardımına koşmak, nesilleri yetiştirmek gibi ulvî maksatlara hizmet eden çok sayıda vakıf bulunmaktadır. Vakıflara destek olmak, onlarda bizzat çalışmak, vesile olmak Cenâb-ı Hakk’ı memnun edecek davranışlardır ve Allah Rasûlü’nün sünnetidir.

Çünkü Efendimiz, rüzgârları kıskandıran maddî infâkı yanında bedenen de hizmette bulundu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

 Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî inşâ edilirken taş taşıdı. Hendek Harbi’nde hendek kazdı.

Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- anlatıyor:

 “Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i Ahzâb (Hendek) günü bizimle toprak taşırken gördüm. O sırada Abdullâh bin Revâha’nın şu şiirini terennüm ediyordu:

اَللّٰهُمَّ لَوْلَا أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا

وَلَا تَصَدَّقْنَا وَلَا صَلَّيْنَا

فَأَنْزِلَنْ سَك۪ينَةً عَلَيْنَا

وَثَبِّتِ الْأَقْدَامَ إِنْ لَاقَيْنَا

إِنَّ اْلأُلٰى قَدْ بَغَوْا عَلَيْنَا

وَإِنْ أَرَادُوا فِتْنَةً أَبَيْنَا

«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik! Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir! Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar. Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz asla boyun eğmeyiz!»

Şiirin sonundaki «ebeynâ: boyun eğmeyiz» kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz infâkın her türlüsünü bize göstermiştir. Sadece parayla değil, hiçbir şeyi olmadığında tatlı bir sözle, bir selâmla; iki kardeşin arasını düzeltmekle, koluna girip bir derdini çözmekle, tebliğle, gönül almakla…

Efendimiz’e pervâne olan kâmil ruhlar, evliyâullah, Hak dostları; hizmet ve merhamet sayesinde ebedî kurtuluşa ermek için etraflarında kurtaracak başka varlıklar ararlar. Bir kelbe hizmet etmeye kadar…

Çünkü onlar bilirler ki, Rahmân’ın rahmeti, Rahmân’ın kullarına merhamet etmekle hâsıl olur. Biz Rabbimizin lütuf ve merhametine muhtacız:

“Yâ Rabbi! Bizi affet! İbâdetimizi kabul et.” diyoruz. Bizim de Rabbimizin muhtaç kullarına ve bütün mahlûkātına karşı cömert ve lütufkâr olmamız lâzım ki, Cenâb-ı Hak’tan kendimiz için de af dileyebilmeye mecâlimiz olsun.

İşte bu toplumların pek çok yarasını şefkatle saran vakıflar, gerçekte İslâm’ın ortaya koyup geliştirdiği ideal insan tipiyle, insanlığa sunduğu huzur ve mutluluğun müstesnâ bir tezâhürüdür.

Allah korusun. Kalp kırarak, fakiri küçümseyerek, eziyet ederek, başa kakarak yapılan bir hayrın Allah indinde hiçbir değeri yoktur. Verenler düşünmeli ki;

BİZ DE DEVAMLI
İSTEMİYOR MUYUZ?

Ticaretle meşgul olduğumuz sıralarda mağazaya gelen muhtaç biri vardı. Birkaç gün arayla tekrar tekrar gelirdi. Muhterem pederim Musa TOPBAŞ Hocaefendi’nin de mağazada olduğu bir gün yine geldi. Tezgâhtarlardan biri o adamcağızı;

“Her zaman geliyorsun, her zaman istiyorsun!” diyerek azarlayacak oldu. Rahmetli babam da tezgâhtara şöyle müdahale etti:

“Oğlum, bak biz de Allah’tan hep istiyoruz. Sabah istiyoruz, öğlen istiyoruz, akşam istiyoruz. Devamlı rızık istiyoruz ve yiyoruz. O ise ancak birkaç günde bir gelip senden istiyor.” dedi.

Velhâsıl, kalbin; Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı kazanması lâzım. Tarihten bugüne vakıflarımız bu bakış açısının tezâhürü olmuştur. İyiliğin kemâline ulaşmak için, candan, maldan her türlü imkândan fedâkârlık etmek üzere kurulmuş bu müesseseleri yaşatmak bütün mü’minlerin boynunun borcudur. Fiilen vakıf kuramayan, bir vakıfta hizmet edemeyen kişiler de, vakıf insan olarak, kendilerini ateşten kurtaracak, cennete kavuşturacak kârlı ticareti yapmış olacaklardır.

Onlar için;

BAMBAŞKA BİR
BAYRAM VAR…

Hakikaten;

Bu dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirebilenler, hele muhtaçları sıkıntılarından kurtararak onlara bayram sevinci yaşatabilenler, ebediyette bambaşka bir bayram yaşayacaklardır.

Bu ay idrak edilen ve bir mânâsı da Hakk’a yakınlık olan kurban bayramının da bize öğrettiği gerçek, o bayrama vâsıl olabilmek için gereken fedâkârlıktır. İmkânları ve Allâh’ın verdiği bütün nimetleri O’nun dostluğuna vasıta kılabilmektir.

Düşünmeli ki;

Huzurlu bir kurban bayramı neye bağlı?

Sonsuzluk ikliminde bize bambaşka bir bayram yaşatacak gayretler neler?

İdrak etmeli ki;

Geniş İslâm coğrafyasında mevcut olan mazlumların, muhtaçların ve yetimlerin bomboş sofralarına hizmet götürmek, şefkat ve merhamet seferberliği içinde olmak gerek.

Çünkü peygamberlerin ahlâkı buydu. Hazret-i İbrahim, misafirsiz sofraya oturmazdı. Rasûlullah da, gelen misafire ikram için ilk defa kendi evine haber gönderirdi. Fakirlik ve yoksulluğun fazla olduğu dönemlerde veya kıtlık gibi durumlarda daha bir hassâsiyetle hareket ederdi. Meselâ bir kurban bayramı arefesinde bedevîlerden ihtiyaç sahibi bir topluluk gelmişti. Efendimiz bunun üzerine kurban etlerinin üç günden fazla saklanmamasını ve dağıtılmasını irade buyurdu. Daha sonra maddî imkânlar düzelince bu üç gün mecburiyetini kaldırdı. Fakat müslümanların birbirleriyle yardımlaşarak fakirleri gözetmelerini sıkı sıkıya her zaman teşvik etti. (Müslim, Edâhî, 28, 34; Ebû Dâvud, Edâhî, 9-10/2812)

Efendimiz’in gösterdiği o hassâsiyeti, bugün İslâm coğrafyasındaki muhtaç kardeşlerimiz için ne kadar düşünebiliyoruz? Ne kadar gerçekleştirebiliyoruz?

Bu mübârek kurban bayramı, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Rusya coğrafyası, Kosova, Arnavutluk ve Afrika’daki kardeşlerimizle gönül sofrasına oturabilmenin ve elimizdeki nimetleri onlarla paylaşabilmenin bahtiyarlığı ve hazzı içerisinde ne kadar olabileceğiz?

Geçen senelerde Afrika’dan bize gelen;

“Bizleri düşünen, sizlersiniz. Sizler, cihâna hak ve hukuk tevzî eden, haysiyetli ve şerefli bir neslin torunlarısınız.” hitabını unutmak mümkün mü?

O mazlumların yüreklerinden  ilâhî dergâha nice duâlar yükseldi. Nice duâlar yükseliyor.

Ne mutlu İslâm coğrafyasında imkânlarıyla hizmet edebilenlere!

Yine ne mutlu imkânı yoksa duâlarıyla bir bayram sofrasına iştirak edebilenlere!

Ne mutlu bu bayramı bambaşka bir ebedî bayrama dönüştürebilenlere!

Cenâb-ı Hak, cümlemizi dâimâ bu hissiyatla dolu bir gönülle infâk ehli eylesin. Bütün mahlûkātı içine alan bir merhametle kalbimizi, gönlümüzü bir dergâh hâline getirmeyi ihsân eylesin, ikrâm eylesin. İvazsız-garazsız Allah rızâsı için kurulan bütün vakıflara, vatanımıza, milletimize, cümle din kardeşlerimize, bütün insanlığa hizmet ve hidâyet vesilesi olmayı nasîb eylesin.

Âmîn!..