Gecedeki Sır

2000 – Subat, Sayı: 168, Sayfa: 028

Cenâb-ı Hakk’ın geceye verdiği kıymet ve onun içine yerleştirdiği sırlar, sayısızdır. Bu hususta Rabbimizin: (el-İnşikâk, 17); (ed-Duhâ, 2) ve: “Kararmaya yüz tuttuğunda geceye; ağarmaya başladığında sabaha andolsun!» (et-Tekvîr, 17-18) şeklinde kasem buyurmasındaki sır, idrâkimize ve gönlümüze nice hakîkatleri seyrettirmek için açılan ilâhî bir penceredir.

Yine âyet-i kerîmede:

“Geceyi size bir örtü yaptık.” (en-Nebe 10) buyurularak gecenin bir libâs oluşundan bahsedilmesi, ayrıca zikre şâyan bir tecellî taşır.

Gerçekten geceler, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs, yâni örtüdür. Dünya boyuna göre biçilmiş bir kudret, huzur ve nîmet elbisesidir. İzdivaç kanunu bakımından da bir seâdet libâsıdır. Aynı zamanda mahremiyeti koruyan bir sır perdesidir. Maddî ve mânevî gizlenme isteyenler için de bir sığınaktır. Bu bakımdan geceler, bir taraftan Hak âşıkları için bir vuslat demi olurken diğer taraftan mücrim ve nefsine mağlûb olanlar için de büyük bir aldanıştır.

Gündüzler, gecelerin sıhhî istirâhatini vermekten uzaktır. Dolayısıyla insan, gündüz yorgunluğunun maddî ve mânevî sıkletini gecenin sükûnetine bürünmedikçe üzerinden atamaz. Aksi halde nice muhteris insanlar uykuyu te’hîr ederek hırslı binicilerin altında çatlayan atlar gibi nefislerini helâke götürürlerdi. İşte şu ilâhî takdîrin netîcesindedir ki günler, gece ve gündüz olarak ikiye taksim edilmiştir.

Müsbet veyâ menfî mühim vukûat ve hâdiseler gündüze nisbeten gecenin derûnunda galebe hâlindedir. Nitekim gündüzlerden emin olmamamız kaydıyla, azâb-ı ilâhî’nin ekseriyetle geceleyin vâkî olduğu muhtelif âyet-i kerîmelerde beyân edilmiştir. Bunlardan birinde Cenâb-ı Hak buyurur:

“Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azâbımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?” (el-A’râf sûresi 97)

Bu bakımdan geceler, azâb-ı ilâhîden kurtuluş için en mühim ilticâ vakitleridir.

Diğer taraftan vahiyler, ekseriyetle gece vakitlerinde gelmiştir. Peygamberliğin ilk müjdeleri olan rü’yâ-i sâdıkalar, ilham bahşeden gecelerin rûhâniyetinde vukû bulmuştur. Bizlere bir ikrâm sadedindeki “Rahmânî rü’yâ” denilen levh-i mahfuzdan istikbâle akseden pırıltılar, feyizli gecelerin sînesinde zuhûr eden hikmetlerdendir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in dünyâyı teşrifleri Rebîulevvel ayının 12’sinde ve yine bir gecenin seher vaktindedir. Tüm beşerin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Habîbullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ilâhî huzûra kabul edilerek ezelî ve ebedî vuslatın hakîkatine erdiği mîrac hâdisesindeki “isrâ” bir gece yolculuğudur. Semâvâta urûc (yükseliş), Recep ayının 27. gecesindedir. Kur’ân’ın dünyâ semâsına icmâlen nüzûlü “Beraat Gecesi”nde, tafsîlen nüzûlü de “Kadir Gecesi”ndedir.

Olgunluğa erişmiş mü’minler için geceler, derûnundaki sükûnet ve feyz dolayısıyla müstesnâ bir ganîmettir. Bu ganîmetin kadrini lâyıkı ile bilenler, -bilhassa gece yarısından sonra- bütün mahlukâtın istirâhate çekilerek âlemi derin bir sükûnetin kapladığı hengâmda, duâ, ibâdet ve Hakk’a yanık ilticâların kabûlü için Rablerine teveccüh etmenin feyizli zemînini bulurlar. Gece ve seherleri uyanık geçirmek husûsunda Cenâb-ı Hakk, kendisinden sakındıkları için ilâhî nîmetlere mazhar olarak cennette pınar başlarında dinleneceklerini beyân ile medhettiği o bahtiyar kulları hakkında şöyle buyurur:

“Onlar geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)

Gece, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allâh Teâlâ’nın rızâ-yı şerîfi için terk ederek ilâhî huzûra yalnızca muhabbet ve aşk sebebiyle baş koyma zamanıdır. Dolayısıyla geceleyin herhangi bir farziyyeti olmadığı halde kılınan namazların ve yapılan tesbîhâtın Allâh’a yakınlık bakımından ehemmiyeti büyüktür. Bu itibarla gönüllerde aşk ve muhabbet-i ilâhînin şiddeti ne kadarsa, gece namazına ve tesbihâta rağbet ve riâyet de o derecede tezâhür eder. Denilebilir ki gece namazı ve tesbihleri, yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyetini taşır. Herkes uyurken uyanık olmak, Mevlâ-yı Müteâl’in rahmet iklîmine girmek, muhabbet ve merhamet meclisine dâhil olan müstesnâ kullarından olmak demektir.

Cenâb-ı Hakk buyurur:

(Ey peygamber-i ekber!) O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor ve secde edenler arasında dolaşmanı da…” (eş-Şuarâ, 217-219)

Bu âyet-i kerîme hakkında Kâdî Beyzâvî diyor ki:

“Ümmet için beş vakit namaz farz olup da gece namazı sünnet hâline gelince, Rasul-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbın ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i seâdetlerinden dışarı çıkıp ashâbın evleri arasında dolaşmış ve o evleri Kur’ân kıraati, zikir ve tesbih sesiyle arı kovanları gibi uğuldar bir halde bulmuştu.”

*

Nebe Sûresi 9. âyette uykunun “subât” kılındığı bildirilmiştir. Lügatte kesmek, ta‘tîl etmek, rahat etmek, salgın, ölüm gibi mânâlara gelen bu kelime, uykunun muhtelif cepheleriyle alâkalıdır. Uyku vücûda bir istirahat te’mîn ettiği gibi bedenî meşgaleleri de tâtil eder. Âdetâ bizi uyanıklık hayâtımızdan ayırıp üstümüze çöken bir salgın misâli uyuşturur ve nihâyet ölümün hâlinden bir hisse aldırır.

Hakîkaten gündüzün maîşet manzaralarıyla yorulan gözler, geçim gürültüleriyle dolan kulaklar, hayat düşüncesiyle bunalan dimağlar, dert anlatmaktan bezgin ve bitkin dudaklar, yorgun gönüller, türlü fânî çalışmalarla durgunlaşan kollar ve bacaklar, günün yükü altında ağırlaşan gövdeler, tam bir istirahat hasretini hissederken, ufuklar loşlaşır, akşamlar tüllenmeye başlar.

Gecenin girişiyle artık günün dekor ve âhengi değişmiştir. Günün meşgaleleriyle yorulan sinirlerimize ve çöken sînelerimize mukâbil gece, serin karanlıkları, sükutu ve sanki tesellî parıltıları halindeki salkım salkım yıldızlarıyla bir ihtişâm tablosu sergiler. Muhteşem gece sarayının bu canlı, kandilli ve avizeli tavanı gülümserken bir yandan da görünmez ve salgın bir uyku hastalığı üzerimize çöker. Zarurî bir gevşeklik içinde süzülmeye başlar ve nihâyet her meşgalemizi mecburen tâtil ederek, mevtâlar gibi rahat döşeklerimize uzanırız.

Eşyâ, kâinât, siyah bir gecenin sükutuna râm olarak bir adem (yokluk) manzarasını alır. Sanki âlem bir mezarlık, insanlar birer ölü… Artık hapishâne ve hastahânedekilerin ızdırap manzaralarından eser yok. Saraydakiler ise devlet ve saltanat cümbüşlerinden mahrum halde…

Herkes gecenin umumî baskı kanunu altında zavallı bir haldedir. Hattâ sırtları toprak bilmeyen zorbalar dahi bîçâreler gibi yerlere serilmişken sâlihler ve âbidler ise nefeslerini bir ömür tesbihi hâline getirerek Hakk’a yaklaşmaktadırlar.

Vücûdlar müşterek bir ölüm tatbîkatı içinde fânîliklerinden sıyrılmış, ölüler gibi Hakk’ın hâkimiyetine açıkça teslim olmuştur. Herkes yerde, her şey uykuda… Fakat tecellîler başka başka. Şimdi maddî görüşler, yorucu müşâhedeler durmuş; buna mukâbil, uykunun istirahati içinde seyr-i temâşâlar, rüzgarlar, berzahî iklimler ve filmler, zevkler, safâlar, neşeler, azaplar, ızdıraplar ve korkuların deverânı başlamıştır. Gün âleminden gecenin esrârına geçişin hikmetini âyet-i kerîme şöyle açıklar:

“Gecenin ve gündüzün değişmesi onun eseridir. Hâlâ akıl erdirmez misiniz?” (el-Mü’minûn, 80)

Her gecenin sabaha uzanması hakîkati bizi haklı olarak sabah ümidine, pembe bir fecre bağlıyor. Alıştığımız fânî âlem kânunlarına göre günümüz geceye, gecemiz de bir taraftan gündüze inkılâb ediyor. Muzdaripler:

Göz yumma güneşten ne kadar nûru kararsa
Sönmez ebedî her gecenin gündüzü vardır.

terennümündeki tesellî ile sabahları beklerken öte yandan “Hangi gündüz ki onun âhiri akşam olmaz!” hikmetiyle gecelere karışıyoruz.

Bütün gece-gündüz değişmelerinin en mühim gayesi, umûmî bir kanun olan “Hayat iki gün bir geceden ibârettir.” hakîkatini tatbikî bir şekilde tâlimdir. Umûmî görüşe nazaran hayat, dünya günüyle âhiret günü arasındaki ölüm gecesinden ibârettir. Yâni dünyâ fânî bir gün, ölüm muvakkat bir gece, âhıret ebedî bir hakîkat sabâhıdır.

Uyku nasıl ki maddî hayatla mânevî hayâtın kavuşma noktasıdır, ölüm de öyledir. Rasûlullâh Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şeriflerinde:

“Kabir dünya konaklarının sonuncusu, âhiret menzillerinin ilkidir.” buyurmuşlardır ki kabrin dünyâ ve âhiret husûsiyetlerini câmî bir berzah olduğunu insana tenbih eder.

Kur’ân-ı Kerîm, uykuyu bir ölüm, uyanışı ise kıyamet sabahında kalkış olarak şöyle misallendirir:

“Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.” (el-En‘am, 60)

Gerçekten uykuya dalan bir kişinin uzvî faâliyetleri devâm ettiği halde kalbî ve zihnî faâliyetleri ortadan kalkar. Tefekkür ve tehassüs yok olur. Uykunun ölümden farkı ruh-i hayvânînin uyku esnâsında bedende bâkî kalmasıdır. Lâkin ruh-i sultânî onu terk etmiştir. Uyandığı anda uykuda geçirdiği zamânı bilmeksizin bütün hayâtî fonksiyonları -zihnî ve hissî olanlar da dâhil olmak üzere- kaldıkları yerden devâm ederler.

Bundan dolayıdır ki Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-: “Uyku ölümün kardeşidir.” buyurmuştur. Bunun mânâsı, tefekkür-i mevt için başkalarının cenâzesinde bulunmaktan daha yakînî bir sûrette, insanın kendi uykusundan ölümün hakîkatini idrâk etmesidir.

Diğer bir âyet-i celîlede de:

“Allâh, öleceklerin ölümleri ânında, ölmeyeceklerin de uykuları esnâsında rûhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin cânını tutar, diğerlerini de adı konmuş müddete kadar bırakır. Muhakkak ki bunda düşünebilen zümre için ibretler vardır.” (ez-Zümer, 42) buyurulur.

Âyet-i kerîme uykunun bir ölüm mâhiyeti taşıdığı telkînini yapmaktadır. Her ölenin kefene bürünmesi kabîlinden gece de insanları siyah bir örtü altına alır. Mühim olan o örtünün altında kulun Rabbi ile berâber olmasıdır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Sabah-akşam Rabb’inin ismini yâdet. Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et.” (İnsan 25-26)

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da bir öğütlerinde, Hazret-i Ömer -ra-dıyallâhu anh-‘a:

“-Yâ Ömer! Allâh’ın, senin üzerinde gece edâ edilmesi gereken bir hakkı vardır, onu gündüz kabûl etmez; gündüz bir hakkı vardır, onu da gece kabûl etmez.” diyerek bu hakîkatlere riâyet husûsunda hassâsiyete dâvet eder.

Eğer mü’min, geceyi gâyeli kullanabilir ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilirse gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. Lâkin gâyesiz uykuya mahkûm bir gece ise taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıptır. Geceden nasip alabilmek “istiğfâr” ile başlar. İnsan nefsâniyete meyli sebebi ile fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi temâyüllere meyleder, ilâhî nîmetler karşısında nankörlük ederek günah işler. Mü’min, gaflet perdesini aralayabilirse işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder, nedâmetle ve ılık gözyaşlarıyla istiğfâr eder.

Hiç günahımız olmasa dahî, lutfedilen ilâhî nîmetlere şükredebilmemiz tâkatimizin üzerindedir. Bu bakımdan da acziyet içinde istiğfârımız, kulluğun zarûretindendir.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, günâh işlemekten mâsum olduğu halde Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine kâmil mânâda şükredememe endişesi içinde geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılar ve gecelerin ihyâsı husunda da ashâbına örnek teşkil ederlerdi. Ashâbı da büyük bir vecd içinde onu taklîd edebilmenin heyecânını yaşardı.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz kendilerine sordular:

“-Yâ Rasulallâh! Allâh Teâlâ, Fetih Suresi’nde sizi tamamen bağışladığını bildirmiş olduğu halde niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz?”

Buyurdular:

“-Şükreden bir kul olmayayım mı?”

Diğer hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmaktadırlar:

“Kelime-i tevhîd ile îmânınızı tecdîd edin.”

“Nasıl yaşarsanız öyle vefât edersiniz.”

Dolayısıyla seherde başlayan tevhîdin rûhâniyeti günlerimizi ve gönüllerimizi ihâta ederse son nefesimiz yâni dünyâdaki her şeye büyük vedâ da, kelîme-i tevhîdin rûhâniyeti ile inşâallâh bir şeb-i arûsa dönüşür.

Seherlerde getirilen salavât-ı şerîfenin kıymeti pek yücedir. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e karşı bir muhabbet ve heyecan vesîlesidir. Cenâb-ı Hakk, Habîbini tekrîm ederek gönüllerimizin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in feyz ü bereketiyle dolup taşması için üzerimize düşen vazîfeyi bildirdiği âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allâh ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Seherlerdeki zikir, yâni gönlün Rabbi ile berâber olması, kalbin ihyâsı bakımından çok mühimdir. Cesedimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi rûhumuzun da Hâlık’ını tanıyıp kulluk yapabilmesi için mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Maddî gıdâlar nasıl ki tâ kılcal damarlara kadar yayılıp cesedin hayâtiyetini devâm ettirirse, mânevî gıdâ olan zikrullâhın da bütün letâiflerde mekân bulup mü’mini intibâha getirmesi zarûrîdir.

Îmânlı ölmenin, ilâhî neşveler ve safâlara kavuşmanın yolu zikr-i dâimîdedir.

Abdullâh b. Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“Biz Rasûlullâh’ın terbiyesinde öyle bir hâle gelmiştik ki, boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhlerini duyardık.” buyuruyor.

Bir aile saâdeti iklîminde yaşanan, istirahatli ve ihyâ edilmiş gecenin ardından, hayâtî kıymetleri hâiz bir maîşet sabâhı gelir. Nitekim gündüzlerin bir maîşet meşgalesi olduğuna ve vakitlerin insan için tanzîm edilmiş şekline, âyet-i kerîmede şöyle işâret buyurulur:

“Muhakkak ki gece (ibâdet için yatağından) kalkan kişi, neş’e bakımından daha kuvvetli, (Kur’ân’ı) okuyuş bakımından da daha sağlamdır. Doğrusu sana gündüz vakti uzun bir meşguliyet vardır. Rabbinin ismini zikret. Bütün varlığınla O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 6-8)

Gecenin sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere âiddir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünürler.

Muhterem üstâzımız Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, rehber-i fâzılı olan sultânü’l-ârifîn Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri’nin mârifetullâh ve kulluk yolunda bizlere bir nümûne-i imtisâl vasfındaki yüksek ahlâkı ile onun geceleri ihyâ hâlinden bir ânını şöyle anlatır:

“Muhterem üstâzımız Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’nin, sîmâ-i âlî, vech-i mübârekleri mütebessim olmasına rağmen, için için, içden içden ağlarlardı. Ümmet-i müslimenin, zâlimlerin elinden necât bulmaları için ağlarlardı. Günahkârların kurtuluşu, afvı için ağlarlar, yaşlarını içlerine akıtırlardı. Kur’ân-ı Kerîm tilâvet edilirken huşû içinde dinlerler, bazen göz yaşları süzüle süzüle yanaklarına akardı. Bilhassa hac esnâsında Medîne-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme arasında vasıta içinde refîklerinin uyuduğu zaman, ay ışığı altında, gözlerinden inci daneleri gibi göz yaşlarının aktığı görülürdü. Tasvîre sığmayan bu lâhûtî manzara, şâir ve edîblerin tarifini yapmakta güçlük çekecekleri bir güzellikte idi.”

Bu cümleleri nakleden Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’nin kendileri de aynı hâl ile mütehallî idiler. Bilhassa gece ibadetlerine olan iştiyâkları, âşıkın mâşuku ile buluşma anına olan arzu, hasret ve iştiyâkının târifsiz bir tezâhürü hâlindeydi. Bedenen sıkıntılı, muzdarip olduğu hastalık günlerinde dahî bu hâllerini muhâfaza ederler, böylece dâimâ ilâhî muhabbet ufkunun zirvesinde yaşarlardı. Nitekim geçirdikleri bir göz ameliyatı sonrası narkozdan henüz uyanmışlardı ki, etrafındakilere ilk sorduğu suâlleri:

“-Saat kaç oldu?” cümlesinden ibaret olmuştu.

Kendisine:

“-Efendim! Saat üç olmak üzere!” denilince:

“-Gece ibadeti pek mühimdir; ihmâl edilmez!” diyerek yanındakilerin yardımıyla hemen teyemmüm almışlar, içinde bulunduğu ızdıraplı hâli âdetâ unutmuşçasına gönlünü Rabbine vererek tarifsiz bir mânevî zevk u şevk içinde îmâ ile iki rek’at teheccüd namazı kılmışlar ve mûtâd zikir ve tesbîhâtlarını îfâya koyulmuşlardı. Bu hâliyle bizlere âdetâ:

“Korkuyla ve ümidle Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet ettikleri için) vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda harcarlar.” (es-Secde, 16) âyetinin sırrını anlatmışlardı.

Bu sırrı idrâk eden ehl-i gönül bilir ki, gecelerin feyzinden istifâdeyi ihmâl edenler, sabaha yorgun ve uyuşuk çıkarak gündüzün bereketinden mahrum kalırlar. Gecelerin nîmetini bilmeyen böyle kimseler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla sabahın selâmetini elde etmek isteyen her insan, ilâhî ve mânevî manzaraların iklîmine girebilmek yolunda gecesini gâyeli kullanmak mecbûriyetindedir.

Bu itibarla Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyururlar:

“Farzlardan sonra en fazîletli namaz, gece kalkarak kılınan namazdır.”

“Ümmetime zor gelmese, iki rek’at gece namazını üzerlerine farz kılardım.”

“Gecenin öyle bir ânı vardır ki, onu yakalayıp da Allâh’dan hayırlı bir şey dileyen müslümana, Allâh ne dilerse verir.”

“Eğer kişi geceleyin uyanıp hanımını da uyandırarak birlikte iki rek’at namaz kılarlarsa, Allâh her ikisini de Allâh’ı çok çok zikredenlerden yazar.”

“Geceleyin namaz kılmayı sakın ihmâl etmeyin! Çünkü o, sizden evvelki sâlih kimselerin âdetidir. Geceleyin ibâdet etmek, Allâh’a yaklaştırıcı, günâhlara kefâret sebebi, vücûdu hastalıklardan koruyucu ve günâhlardan alıkoyucudur.” (Tirmizî)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine buyururlar:

“Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve şöyle dedi: “

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Ebû Zerr’e şöyle buyurdular:

“Yeniden dirilme günü için çok sıcak bir gün oruç tut. Kabir yalnızlığı için gece karanlığında iki rek’at namaz kıl. Kıyâmetin büyük hâdiseleri için bir kere haccet ve muhtâca bir sadaka ver. Ya haklı yere bir söz söyle, yahud kötü bir söz söylemekten dilini alıkoy!”

Hayâtı gün ve gece devreleri içinde görmek, ayrı bir ilâhî ihtişam ve ibret levhasıdır. Bir mü’minin gecesini tamâmen uykuda harcayarak ilâhî feyz ve rûhâniyetten mahrum kalması, geceleri bir heykel donukluğu içinde uykuya kurban etmesi büyük bir hüsrandır. Zîrâ bizler, fânî lezzetleri ellerinden alınacak âhiret yolcularıyız. Bir yaz bulutu hâlinde gelip geçen dünyâ hayâtı, âhiret endişesi olmadan yaşanıyor ise bu, gündüzü akşamsız telâkkî etmekten başka bir şey değildir.

Yâ Rabbî! Şu kısacık ömürde bizleri nefsimize zebûn eyleyerek geceleri gafletle geçirmek hüsrânına dûçâr eyleme! Gecenin esrârından bizlere bir nasîb ihsân eyle! İhyâ edilen gecelerin feyz yağmurlarıyla gönlümüzü âbâd eyle!

Yâ Rabb! Bir taraftan istirâhat iklîmiyle bedeni, diğer taraftan vuslat ve rahmet iklîmiyle rûhu engin ve müstesnâ bir lâhûtî huzûra kavuşturan geceleri kulluk vecdi içinde geçirebilmeyi nasîb eyle! Bir gece hükmünde olan şu dünyâdan bizleri de Sen’in rızâna ermiş bir âşık-ı sâdık olarak âhıret sabâhına ulaştır ve vuslatının lezzeti ile mütelezziz eyle!

Âmîn!