Gazabından Rahmetine Sığınırız Yâ Rabbî!..

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Haziran , Sayı: 184

Dünya aylardır bir küçücük virüsün tehdidi altında. Ekonomiler altüst oluyor. Uçaklar uçmuyor. Milyonlar evlerinden çıkamaz vaziyette.

Bilim ve tıp, bütün teknolojisine ve bütün gayretlere rağmen acziyet içinde. Bu yazının yazıldığı tarihe kadar 300.000 civarında can kaybı yaşandı.

Meselenin mânevî buuduna bakanlar için, bu musîbetin arkasında; yıllardır devam eden onca zulümleri ve adâletsizlikleri, merhametin ve vicdanın kurumasını, tabiata dahî gösterilen insafsızlık ve şiddeti görmemek mümkün değildir. Zâlimler zulmederken; İslâm âlemi de kardeşliği unutmuş, düşmanlarıyla dost olmuş ve birbirine düşmüş vaziyettedir.

Bu musîbetin izâlesi yahut ondan zarar görmeden çıkabilmek için, bol bol istiğfâr etmek, nedâmetle gözyaşları dökmek ve bol bol tasaddukta bulunmak lâzımdır.

Tek çare;

Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği kulu olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Efendimiz’i seven kimseyi, Allah da sever ve korur. Sahâbe-i kiram, ömür boyu bu hakikatin içinde yaşadı ve;

«Kişi, sevdiğiyle beraberdir.» (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfini şiâr edindi.

Bu beraberliği; bilhassa îman, takvâ, ahlâk ve fazîletler bahsinde gerçekleştirdi. Dünyadaki bu beraberliğin âhirette de devam etmesi, onların yegâne arzusu oldu. Bu gayeyle dâimâ O’nun izinden gittiler.

  • Merhametlerini O’nun merhametine benzettiler. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açları doyurmadan huzur bulamaz ve doyamazdı.
  • Affetmekte O’na benzemeye çalıştılar. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- affetmeden huzura kavuşamazdı. Kızının kātilini dahî, kelime-i tevhîdin hatırına affetmişti.
  • Ashâb-ı kiram, hidâyetlere vesile olmak için dünyanın dört bir yanına gittiler. Zira mahrumları hidâyetlere erdirmek ve henüz takvâya ulaşamamış mü’minleri irşâd etmek, O’nun en büyük hedefi ve gayesi idi.
  • Sahâbe, dâimâ infâk ehli oldu. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnızlar, kimsesizler ve gariplerin dert ortağıydı.

Bir mü’min; her fiilinde dâimâ; «Rasûlullah Efendimiz yanımda olsaydı bu davranışıma tebessüm mü ederdi yoksa üzülür müydü?» diye tefekkür etmelidir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

(Habîbim!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33)

Demek ki, helâke karşı iki mânevî siper vardır:

  • İstiğfar ve
  • Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraberlik.

Âyetin işârî mânâsını tefekkür ettiğimizde söyleyebiliriz ki;

Rasûlullah Efendimiz’in sünnetine sarılan, O’nun ahlâkından hisse alma gayretiyle yaşayan bir mü’mine de musîbetler hakikî bir zarar vermez.

Hakikatleri hikâye ve kıssaların temsilî lisânıyla anlatan Hazret-i Mevlânâ, ilâhî rahmeti celp etmek için lâzım gelen gönül yakarışını şu hikâye ile anlatır:

GÖZYAŞLARI GEREK

“Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de hep borçlu idi. Zenginlerden on binlerce borç alır; dünyadaki fakirlere, yoksullara harcardı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; canını da, malını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Borcunu her yerden gelen hediyelerle öder dururdu. Borçlu zât, yıllarca bu işi gördü. Vazifesi bu imiş gibi zenginlerden borç alıyor, aldıklarını halka veriyordu.

Şeyhin ömrü sona geldi. Bedeninde ölüm belirtileri gördü. Alacaklıları onun etrafında toplanıp, oturdular. Şeyh ise âdetâ bir mum gibi bir hoş yanıp yakılmada, eriyip gitmede idi.

Alacaklıların para almaktan umutları kesilmiş olduğu için, suratları asıktı. Gönüllerindeki para derdi de, arttıkça artıyordu.

O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçti. Şeyh efendi, hizmet edenlere bütün helvayı alıp ikrâm etmelerini söyledi. Helva ikrâm edildi, herkes yedi. Çocuk parasını istedi. O yarım dinar parayı alamayınca da ağlamaya başladı. Herkes çocuğu ağlattığı için yine Efendiye kızdı. Sonunda çocuğun feryatları arasında Şeyhe bir tabak hediye geldi. İçinde hem bekleyen alacaklıların, hem de helvacı çocuğun alacağı ayrı ayrı duruyordu.

Efendi şöyle anlattı:

«Bunun sırrı şu idi: Borcumun ödenmesini Allah’tan niyâz etmiştim. O da bu hususta bana doğru yolu gösterdi.

O yarım dinar, pek az bir şeydi ama onun ele geçmesi de çocuğun ağlamasına bağlı idi.

Helvacı çocuk ağlamasaydı; rahmet denizi coşup köpürmeyecek, sizin borcunuz da ödenmeyecekti. Bunun için yediğiniz helvayı aldırdım, satan çocuğu da ağlattım.»”

Hazret-i Mevlânâ kıssadan hisseyi de şöyle anlatır:

“Kardeşim! Hikâyede geçen çocuk, senin (kalbine musluk mesâbesinde olan) göz çocuğundur. Şunu iyi bil ki, murâdına ermen, senin ağlamana bağlıdır.

Affedilmek, lütuf elbisesi giymek istiyorsan, başındaki göz denilen çocuğu ağlat, gönül âleminin tevbe coşkunluğunu gözyaşı olarak döktür.”

Peygamberler silsilesinde de Hazret-i Yûnus’un balığın karnında kalması; nedâmet ve tevbe içinde Rabbini tesbih etmesi ve kurtulması hâdisesi vardır.

NİMETİMİZ YETİŞMESEYDİ!..

Yûnus -aleyhisselâm-; ilâhî tâlimat gereği kırk gün tebliğ edeceği yerde, otuz yedinci günün sonunda, hâlâ îmâna gelmeyen kavmine öfkelenerek tebliği bıraktı. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mühletin dolmasına, daha üç gün vardı.

Lâkin Yûnus -aleyhisselâm-, ümitsizliğe kapılıp oradan ayrıldı. Bindiği gemide yaşanan bazı hâdiselerin ardından hatasını anladı, fakat gemiden suya atıldı. Hatasının pişmanlığı içinde kendini kınayıp dururken, bir balık tarafından yutuldu.

Yûnus -aleyhisselâm-; balığın karnında tevbe-istiğfâr etti, zikir ve tesbih ile meşgul oldu. Âyet-i kerîmelerde bu hâl şöyle beyan buyurulmaktadır:

“…(Ve) karanlıklar içinde (Yûnus, pek üzgün bir şekilde hâlini Rabbine şöylece arz etti):

«Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzîh ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum!»” (el-Enbiyâ, 87)

“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (es-Saffât, 143-144)

Her türlü sıkıntı ve musîbetten halâs olmanın yolu da âyet-i kerîmede samimî bir tevbe ve tesbîh olarak gösterilmektedir.

Ancak bu da kâfî değildir. Bir de o tevbe ve tesbîhin, Cenâb-ı Hak tarafından kabulü şarttır. Âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurulur:

“Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o; mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.” (el-Kalem, 49)

Hazret-i Mevlânâ; Yûnus kıssasını, işârî mânâlarla tefsir ederek şöyle buyurur:

TEK ÇARE O’NA İLTİCÂ

“Senin Yûnus gibi olan rûhun, balık karnı gibi olan bedeninde türlü sıkıntılar içinde kavruldu, pişti. Onun Allâh’ı tesbîh etmekten başka kurtuluş yolu yoktur!

Eğer Yûnus -aleyhisselâm-; balığın karnında Hakk’ı tesbîh etmemiş olsaydı, kıyâmette ölülerin dirileceği güne kadar orada mahpus kalırdı. O zindandan çıkamaz, kurtulamazdı.

Hazret-i Yûnus, ettiği tesbih bereketiyle balığın karnından kurtuldu.

Tesbih nedir?

«Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (el-A‘râf, 172) gününün emâresi, delili…

Eğer senin rûhun o can tesbîhini unuttu ise, şu balıkların tesbîhini dinle!

Gönül gözü ile Allâh’ı hisseden; yarattığı eserlerde O’nun kudretini, yaratma gücünü gören; Allâh’a mensuptur. O’nun dostudur. O vahdet denizini müşâhede eden de, o denizin balığıdır.

Bu dünya da denizdir. Beden de o denizin balığıdır. Ruh ise ilâhî nûru görememiş, perde arkasında kalmış Yûnus gibidir.

Beden balığı içinde mahpus olan ruh, Allâh’ı tesbîh ederse, balıktan kurtulur. Yoksa balığın karnında sindirilir, yok olur gider.” (Mesnevî)

Cenâb-ı Hak, kulluğu unutanlara çeşitli musîbetlerle îkazlar göndermektedir.

İçinde yaşadığımız asır; âhiretin unutulduğu, nefislerin azgınlaştığı modern bir câhiliyye hâline geldi. İnsanlar, ten plânında yaşamaya başladı. Nefsânî arzuların peşinde sefâletini saâdet zannetti.

Bizler için de maddî ve mânevî musîbetlerden kurtuluş çaresi; Cenâb-ı Hakk’a kulluğumuzu hatırlamamız, O’na yönelmemiz ve Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ etmemizdir.

Hazret-i Mevlânâ, bir çareyi de rızâ ve sabır olarak arz etmektedir:

“Senin işittiğin tesbihlerin rûhu, sabretmektir. Sen de başına gelen musîbetlere ve belâlara sabret ki, en doğru tesbih budur.

Hiçbir teşbih, sabır derecesine varmamıştır. Sabret ki; sabır ferahlığın, neşenin anahtarıdır.

Sabır, sırat köprüsüne benzer; cennetse öbür taraftadır.” (Mesnevî)

TEVBE İLE KURTULUŞ

Yûnus -aleyhisselâm- gibi, onun kavmi de bizler için bir örnektir.

Zira Hazret-i Yûnus; kavmini terk ettikten sonra, gökyüzü karardı. Onlar nedâmete geldiler, gönülleri uyandı, yalvara yalvara tevbe ettiler, Allah da tevbelerini kabul etti.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Hiçbir şehir ahâlîsi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin! Ancak Yûnus kavmi müstesnâdır ki; bunlar îmân edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvâlık (perişanlık) azâbını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp) faydalandırdık!” (Yûnus, 98)

Hazret-i Mevlânâ tevbe edişlerini şöyle anlatır:

“Yûnus -aleyhisselâm-’ın kavmine belâ gelip çattı. Gökten ateş dolu bir bulut ayrıldı.

Şimşekler çakıyor, yıldırımlar taşları bile yakıyordu. Gök korkunç şekilde gürlemekte, herkesin beti benzi sararmakta idi.

Onların hepsi de damda idiler. Vakit gece idi; gökyüzünden gelen bu belâ, gece vakti gelip çatmıştı. Hepsi de damlardan aşağı indiler. Başları açık ovaya doğru koşuşmaya başladılar.

Analar evlâtlarını kendilerinden ayırdılar. Böylece hepsi, çağrışıp ağlamaya, feryat ve figāna koyuldular. Akşam namazı vaktinden seher vaktine kadar, başlarına toprak serptiler. Hepsi de ağlaşıyorlardı, yalvarıyor, feryat ediyorlardı. Sonunda o inatçı kavme Allah acıdı.

Ümitsizlikten, sabırsızca ah ve feryattan sonra, bulut yavaş yavaş dağılmaya başladı.” (Mesnevî)

Hâl-i hazırda yaşadığımız salgında olduğu gibi; hâdisâtı sadece zâhiriyle değerlendirenler, ondaki mânâ tarafını ihmâl edenler her zaman olmuştur. Hazret-i Mevlânâ onlar hakkında şöyle der:

“Hastalıkların her birinin ilâcı vardır, ilâcı olmayan hastalık, kazâ ve kaderdir.

Üşümenin devâsı, kürk giymektir. Fakat; Allah bir kimseyi dondurmak isterse, soğuk yüz kat kürkten bile geçer. Bedenine öyle bir titreyiş verir ki; ne elbise ile ısınır, iyileşir, ne de evle.

Kazâ ve kader gelince hekim aptallaşır, o ilâç da fayda verme husûsunda yolunu şaşırır.

Ahmak kişiyi avlayan şu sebepler, nasıl olur da gönül gözü açık olan kimseye perde olur?

Gözü sağlam olursa, aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil, fer‘i (asıl olmayan ayrıntıyı) görür. (Sadece sebeplere takılır.)” (Mesnevî)

Yûnus -aleyhisselâm-’dan alınacak bir ibret de; onun tebliğ vazifesinden üç gün erken ayrılmasının, Cenâb-ı Hak tarafından ağır bir zelle olarak görülüp cezalandırılmasıdır.

Hak dostları, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesinden hiçbir zaman uzak durmazlar. Ham insanları olgunlaştırmak için, her türlü mihnete tahammül ederler. Hattâ Habîb-i Neccâr gibi; onlar tarafından öldürülseler dahî, onların hidâyetini temennî ederek şehîd olurlar.

Hazret-i Mevlânâ, bu hakikate şöyle temas eder:

“Bedene gelip çatan belâyı savuşturmak, halkın incitmesinden kurtulmak, ancak Sana yalvarmakla mümkündür, ancak Sen’i hamd ile tesbîh etmekle.

Zünnûn / balığa arkadaş olan, ümmetin derdinden kaçtı amma Sen’in yerin olmayan nereye can atabildi ki?

Yeter, sus; Yûnus’un uğradığı dertten kork; kazâ ve kadere karşı durmak, ayak diremeye kalkışmak, haddin değil senin.” (Dîvân-ı Kebîr)

ESAS MUSÎBET, MÂNEVÎ…

Unutmamalıdır ki asıl musîbet, mânevî olandır. Asıl korkulacak açlık, mânevî açlıktır. Esas endişesi duyulacak hastalık, kalbi saran mânevî hastalıklardır. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Dünyanın cevri, cefâsı, bütün ızdıraplar ve eziyetler, Hakk’a uzak düşmekten ve gafletten daha hafiftir.

Çünkü cefâlar ve ızdıraplar geçip gider de, Hak’tan uzaklık ve gaflet, geçip gitmez. (Ebedî cezaya müstehak eyler.)

Dünyanın en mesut kişisi, canı uyanık olan kişidir. Hak’tan uzak düşen ve gaflet içinde bulunan insan ise, dünyanın en bahtsız insanıdır.” (Mesnevî)

İnsan; Allâh’a yalvarmalı, sadece O’nun rızâsını hedeflemelidir. Bunun yolu da benliğinden geçmektir:

“Her şeyden vazgeç, çünkü orada hem sen olasın, hem O; buna imkân yok. Oraya sen sığamazsın, orada O’ndan başka dost, O’ndan başka yardımcı yok!

Yûnus, balık karnında kiminle dertleşti? Kapkaranlık gece yarısında O’ndan başka kimdir mûnis?” (Dîvân-ı Kebîr)

Bir Hak dostunun buyurduğu gibi:

“Yâ Rabbî! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?”

Rasûlullah Efendimiz gibi niyaz ve ilticâ edelim:

Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına sığınırım.

Ben Sen’den Sana sığınırım.

Ben Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâ edemem.

Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin.” (Müslim, Salât, 222)

Âmîn!..