Feth’in Mânevî Yönü

Yıl: 2006 Ay: Mayıs Sayı: 15

Yüzakı: Efendim, bu ay (Mayıs 2006) Yüzakı Dergisi olarak dosya konumuzu İstanbul ve Fetih olarak seçmiş bulunuyoruz. Bilhassa fethin mânevî ciheti, gözardı edilemeyecek bir hakikat. Çünkü İstanbul’un fethi meselesi, bir ideal hâlinde yüzyıllar öncesinden beri gönüllerde yaşayan bir aşktı.

Dilerseniz ilk önce İstanbul fethi sevdasının çıkış noktasından söze başlayalım. İstanbul’un fethi ideali, İslâm âleminde ne zaman ve nasıl doğmuştur?

Osman Nûri TOPBAŞ: İstanbul ile ilgili fetih faaliyetleri ashâb-ı kiram zamanında başlar. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yazdırmış olduğu tebliğ mektuplarını ashâbına gösterip:

“–Kim, bunu Konstantiniyye ve Pers imparatorlarına götürür?” diye sorduğunda; sahâbeden üç-beş tane babayiğit delikanlı kalkar ve büyük bir şevkle;

Yâ Rasûlâllah! Biz götüreceğiz!” derlerdi.

Bu kişiler hiçbir zaman;

“Yanımda kaç kişilik bir güç olacak? Bu kadar yolu nasıl katedeceğiz? Aradaki kızgın çölleri ve karlı dağları nasıl aşacağız?” diye sormazlardı.

Çünkü onlar için asıl mühim olan nokta, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mektubunu ulaştırma şerefine nâil olabilmekten ibaretti.

İşte fetih hâdisesinde de aynı hassâsiyet ve aşk mevzubahistir. Yani Peygamber Efendimiz’in;

“İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” hadîs-i şerîfindeki medhe nâil olmak aşk ve iştiyâkı, sahâbe-i kiram devrinden beri müslümanların fetih ufkunu İstanbul’a yönlendirmiştir.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sohbeti ve mihmandarlığı ile şerefyâb olmuş bulunan Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri de, İstanbul’un fethi için can atmış ve bu şerefe nâil olabilmek için 80 küsur yaşında âdetâ bir delikanlı gibi iki kez sefere katılmıştır. İkinci seferinde İstanbul önlerinde vefât etmiştir. Son nefesini verirken de;

“Beni, adımınızı atabildiğiniz en son noktaya defnedin! Tâ ki, benden sonra gelecek İslâm askerleri daha öteye gidip, İslâmî hakikat ve güzellikleri daha ilerilere götürsünler.” demiştir.

O, hayatıyla olduğu kadar cesediyle de kendinden sonra gelecek fatihlere yol ve hedef göstermiştir. Böylece fethin kapılarını aralamış ve bu topraklarda hidâyet güneşinin doğuşuna ilk vesile olmuştur.

Yüzakı: Efendim, fethin gerçekleşmesine vesile olan mânevî sebepleri zikredecek olursak bunlar nelerdir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Birçok mânevî sebep saymamız mümkün. Ancak en başta şunları söylemek gerekir:

1. Hazret-i Peygamber’in müjdesine ve medhine nâil olabilme aşkı ve iştiyâkı,

2. Bu müjdeye mazhar kılacak bir liyâkat,

3. Gerek ilimde, gerekse irfan ikliminde çağları da İstanbul’u da açacak bir kıvam,

4. Îlâ-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem dâvâsı,

5. Kumandanından son neferine kadar herkesin fetih rûhuyla dolu olması.

İşte bunlar ve benzeri mânevî sebepler, fethi önce gönül dünyalarında tamamladı, sonra da onun dış dünyada neticelenmesi mümkün oldu.

Yüzakı: Bu maddelerin Osmanlı’daki tecellîsini nasıl görüyoruz?

Osman Nûri TOPBAŞ: O devirde ilme ve irfâna karşı pek büyük tâzim ve hürmet vardı. Ülkemiz, dünyanın en ileri ilim ve irfan merkeziydi. Dünyanın her tarafından devrin en büyük ulemâ ve evliyâsı bizim illerimize koşardı.

Dolayısıyla padişahından en sıradan insanına kadar toplumun eğitimi mâhir ellerde ve en mükemmel şekliyle gerçekleşirdi. Fatih’in ifadesiyle başkalarının hayallerinin bile idrâk edemeyeceği başarılara imza atacak eller ve yürekler yetiştirilirdi.

Kısacası İstanbul’u fetheden kumandan ve askerde liyâkat ve aşk bir bütün hâlindeydi. Maddî güç ile mânevî güç el eleydi.

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethini maddî sebepler kadar mânevî ricâlin himmetine de atfetmektedir.

Bundan dolayı o; kendisine gül atan Rum kızlarına, hocası Akşemseddin Hazretleri’ni gösteriyor ve bu iltifatların, asıl onun, yani galebede kendisine omuz veren mâneviyat ricâlinin hakkı olduğunu ifade etmek istiyordu.

Onun, Akşemseddin Hazretleri’ne gösterdiği tâzim, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrafındakilere;

“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddin gibi azîz ve mübârek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” demesi, şâyân-ı dikkattir.

Yüzakı: Efendim, fetihte ne gibi mânevî takviyeler yaşanmıştır? Bunları müşahhas örneklerle anlatmak mümkün mü?

Osman Nûri TOPBAŞ: Elbette mümkün. En başta Akşemseddin Hazretleri’nin fetihle alâkalı kararlı duruşu çok mühim. Çünkü o, fetih kararının alınmasında mânevî heyecan ve müjdeleriyle son derece önemli bir vazife görmüştür. Ayrıca 53 gün süren kuşatmada zaman zaman Fatih’in ümitsizliğe kapıldığı anlar olmuştur. Bu durumda ona kesin bir dille fethin bu defa mutlaka gerçekleşeceğini tekrar tekrar söylemiş ve mânevî coşkuyu devamlı olarak diri tutmuştur.

Ayrıca Allâme Molla Câmî, Kur’ân-ı Kerim’deki «بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ / beldetün tayyibetün» (Sebe’, 15) ibâresinin ebced hesabıyla 857’ye (mîlâdî 1453’e) tekabül ettiğini ifade ederek fetihte son aşamaya gelindiğini belirtmiş ve bu noktadaki azimleri beslemiştir.

Rivâyetlere nazaran, fetih esnâsında, tasavvufta himmet ve tasarruf diye ifade edilen mânevî tecellîler de yaşanmıştır. Gönüllerden taşan samimî duâlara ilâveten fethin her merhalesinde bilfiil bulunan Allah dostları olmuştur.

Bunun yanısıra çok uzak memleketlerde bulunan «evliyâullah»tan da fethe mânen ve bedenen iştirak edenler vardır. Meselâ zamanın kutbu Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruh- Hazretleri bunlardan birisidir. Torunu Hâce Muhammed Kāsım şöyle nakleder:

“Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra ânîden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip süratle Semerkant’tan dışarı çıktı. Talebelerine;

«–Siz burada oturunuz!..» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile mâruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin; atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da;

«–Türk sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti; yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allah Teâlâ’nın izni ile zafer kazanıldı…» buyurdular.”

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirak eden Pîr Ubeydullah Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezid, babam Ubeydullah Ahrâr’ın şekil ve şemâilini şu şekilde tarif etti:

“–Babam Fatih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbim’e ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi;

«–Korkma! Zafer senindir!..» buyurdu.

O pîre;

«–Küffâr askeri çok fazla!..» dedim.

O da bana cübbesini açarak;

«-İçine bak!» dedi.

Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

«–Bu ordu sana yardıma geldi…» dedi.

Devam etti:

“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa «kös»e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!” buyurdu.

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücuma iştirak etti. Feth-i mübîn gerçekleşti…”

Velhâsıl Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyânın rûhâniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu tarihî bir vâkıadır.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Allâh’ın yardımı geldiği zaman, olmazlar olur hâle geliyor ve ilâhî teyidle birlikte maddî-mânevî bütün hârikulâde sebepler sıralanıveriyor.

Yüzakı: Efendim, fethin kumandanı olarak nebevî iltifâta nâil olan Fatih’in şahsiyetinden de bahsedebilir misiniz? Hiç şüphesiz onun sahip olduğu fetih rûhu, bu başarıda büyük rol oynamıştır. Bu ruh nasıl meydana geldi?

Osman Nûri TOPBAŞ: Burada, önce rahmetli hocam Nurettin TOPÇU’nun ifadesiyle şunu söylemek gerekiyor:

“Şüphesiz ki nebevî müjdeyi gerçekleştirmek için bütün varını ortaya koyan ve gemileri dağdan aşırma dirâyetini gösteren Fatih; zulümle toprak alıp, kafalardan dağlar yığan Cengizlerin torunu değildir. O, dünya saltanatından vazgeçip kendini ibâdete vermiş iken ehl-i İslâm’ın kendisine olan ihtiyacı sebebiyle Manisa’daki inzivagâhından çıkıp tekrar orduların başına geçen ve İslâm tarihine Varna ile II. Kosova zaferlerini hediye eden cihangir bir dervişin oğludur.”

Bu vaziyet onun yüklendiği tarihî vazifeyi ve bu minval üzere bir şahsiyet oluşturmasını göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Çünkü Fatih, yüklendiği tarihî vazifeyi gerçekleştirme yolunda pek hususî bir terbiyeden geçmiştir. Hocalarının terbiyesine ek olarak kendisini ideallerinin büyüklüğü nisbetinde en iyi şekilde yetiştirmiştir. Askerî eğitiminin yanında ilim tahsilinde de büyük gayretler sarfetmiştir. Aynı zamanda «evliyâullâh»ın gönül eğitiminden geçerek mânevî olgunluk ve seviye ile de kendisini her bakımdan takviye etmiştir. Bilhassa Akşemseddin Hazretleri’nin Fatih üzerindeki mânevî tesir ve yardımı çok büyüktür. Ayrıca Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin de onun terbiyesinde hatırı sayılır bir rolü vardır. Fatih’in, omuzlarındaki vazifeye göre hayatını tanzim etmekte Ebu’l-Vefâ Hazretleri, büyük bir basîret ve dirâyet göstermiştir. Bunun için Fatih ile ömür boyu görüşmekten kaçınmış ve onun takvâya düşkün gönlünün idarecilik yönünü zaafa uğratacak noktaya gelmemesini temin etmiştir. Kendisiyle ısrarla görüşmek isteyen Fatih’e bu hakikati şöyle ifade eder:

“–Hünkarımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Benimle görüşür de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez!.. Lâkin bu mülk ve ümmet O’na emânettir. Kendisi kadar liyâkatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkâr oluruz!.. Hünkarımız Efendimiz’e bizler buradan duâ ve teveccüh hâlindeyiz… Gönlü, gönlümüzün içindedir…”

Bütün bu şartların tesiriyle Fatih, kudretli bir hükümdar olmasının yanında dirâyetli bir ilim adamı ve kalbî hayat sahibi bir gönül eri hâline gelmiştir. Mukadderat da ona ilim ve fazîlet içinde yetişmenin büyük mükafatını pek genç yaşta Fatih unvânını kazandırmakla göstermiştir.

Kısacası yine hocam Nurettin TOPÇU’nun ifadesiyle;

“Fatih’in şahsiyeti, cihangir hükümdarlıkla ilmin ve irfanın fevkalâde bir terkibidir.”

Bu terkîbe adâlet unsuru da eklendiğinde dünya üzerinde adâlet nizamını tesis etme dirâyetine sahip, üstün ve mümtaz bir şahsiyet ortaya çıkmaktadır.

Fatih’in ne denli firâset sahibi bir devlet adamı olduğu, hazırlattığı kanunnâmede de görülmektedir. Meselâ bu kanunnâmede Fatih, şehzadelerin aile kızlarıyla değil de Enderun’dan yetişen iffeti ve nesli müseccel kızlarla evlenmesi şartını koşmuştur.

Onun bu tedbiriyle iki türlü maslahat gözetilmiştir. Böylece hem padişah hanımları ve dolayısıyla da vâlide sultanlar çok iyi bir eğitim ve terbiyeden geçen hanımlardan oluşmuş hem de bu kızlar ekseriyetle kimsesiz olduğundan devlet işlerine Âl-i Osman’dan başka bir ailenin karışmasının önüne geçilmiştir.

Yüzakı: Buradan feth-i mübînin hedef şehrine geçecek olursak: Niçin İstanbul? Fetih müjdesinde merkez şehrin İstanbul olmasının sebebi nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Burada iki sebebi de; yani hem maddî konumu hem de mânevî konumu, birlikte düşünmemiz gerekiyor. Çünkü her ikisinde de İstanbul eşsiz bir köprüdür. Hem kıtaları birbirine bağlayan coğrafî ve ticarî özelliği hem de kültür, sanat ve irfan şehri olabilme husûsiyeti bakımından yegânedir. Şair Nedim, İstanbul’u bu bakımdan cennete benzetir:

Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ?

El-hak bu ne hâlet bu ne hoş âb u havâdır!

Tabiî ki temelde mânevî sebep daha önde gelmektedir. Çünkü bizim anlayışımızda maddî sebepler de mânevî sebeplere bağlı olarak değer kazanır. Eğer mâneviyat yoksa maddiyat hiçbir şey ifade etmez. Tarih göstermiştir ki, dünya 400 sene İstanbul’dan adâletle idare edilmiş, devletlerin coğrafyası burada tesbit edilmiş ve seçilecek krallar buradan tayin edilmiştir. Sultanların bir sözü ve mektubu, tarihin akışını belirliyordu. Şair bu ihtişamı ne güzel dillendirir:

A‘sâr elimin çizdiği mecrâdan akardı,

Üç kıt‘ada mağrûr atımın izleri vardı…

Fevkinde uçarken o nişîbin, bu firâzın,

En şanlı hükümdâr-ı hurûşânına arzın

Tek bir nazarım berk-i inâyetti keremdi,

İklîli hediyyemdi, ekālîmi hibemdi…

Hançerdi hayâlim, bütün akvâm ona kındı,

Gûyâ küre şeydâ-yı irâdemdi, kadındı…

A‘sâbına kalbimdeki âhengi verirdim,

Kasteylediğim şekli verir, rengi verirdim…

Yüzakı: Bu durumda fetihten önceki İstanbul ile sonraki İstanbul arasında nasıl farklılıklar meydana gelmiştir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Her şeyden önce fetih kelimesi açmak demek olduğundan; bütün güzelliklere kapısı kilitlenmiş, geleceğe hidâyet hamlesi yapamayan bir İstanbul, letâfet ve adâlet ufuklarına açılmıştır.

Yani fetihten evvel Bizans’ta müthiş bir huzursuzluk ve buhran hâkimdi. Halk, kendilerine yapılan amansız eziyet ve cefâdan şikâyetçi idi. Siyasî ve içtimaî buhranlar had safhadaydı. İstanbul; zulüm temelleri üzerinde kurulmuş olan ve artık can çekişmekte bulunan Bizans İmparatorluğu’nun, köhne bir kalıntısından ibaret hâle gelmişti.

Bu vaziyet sebebiyle halk arasında müslüman-Türklerin âdilâne hâkimiyeti altına girme yönünde güçlü bir meyil de oluşmuştu.

Nitekim Bizans yöneticileri Osmanlı’ya karşı Roma’dan yardım isteyip, Papa da Ortodoks olan Bizanslılara Ayasofya’da Katolik usûlü bir âyin icrâsını şart koşunca birçok Ortodoks rahibi ile birlikte halk, buna şiddetle karşı çıkmıştır. Bu durum karşısında Bizans asillerinden Notaras, dayanamamış ve şu tarihî ifadeyi sarfetmiştir:

“–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Bu, Osmanlı’daki adâlet ışığının mânevî yönden Bizans’ı çoktan fethe hazır hâle getirdiğinin açık bir delilidir. Gerek fetih öncesi gerekse fetih sonrasında Fatih de, bir adâlet timsâli olduğunu her bakımdan ispat etmiştir.

Bu durumu Osmanlı’ya düşman Avrupa devletleri bile itiraf etmiş ve Fransızlar, Fatih’e «devrin efendisi» anlamında «senyör» demiştir.

Fatih, İstanbul’da hukukun ve adâletin tevziine pek büyük bir ehemmiyet vermiş ve azınlıklara haklar tanımıştır. Hattâ gayr-i müslim halkın fukarâsına yardımlarda bulunmuştur. Dîn-i mübîni; âdil icraatlarla, toplum hayatında huzûrun teminiyle ve İslâm’ın üstünlüğünü gösteren fevkalâde güzellikteki sanat eserleriyle en güzel şekilde tebliğ etmesinin yanında hıristiyanlara dinî serbestlik de sağlamıştır.

Yüzakı: Efendim, bu ve diğer özellikleriyle İstanbul, fetihten sonra İslâm dünyasında nasıl bir yere oturmuştur? Hangi hüviyeti ile öne çıkmıştır?

Osman Nûri TOPBAŞ: Fetihle birlikte İstanbul, coğrafî merkezîliğinin yanında Osmanlı Devleti’nin önceliği olan ve öncülüğünü yaptığı bir ilim, irfan, sanat ve medeniyet merkezi hâline getirilmiştir. Bu çerçevede Fatih, hiçbir medeniyeti reddetmemiş, hepsini tabiri câizse kendi mikserine atmış ve yepyeni devâsâ bir medeniyet oluşturmuştur. Ve bu medeniyet bir zarâfet, nezâfet ve letâfet meşheri meydana getirmiştir. Sinan bu iklimde yetişmiş ve Ayasofya’nın kabalığını silerek revaklarından kubbesine kadar her yerini inceltmiş ve minareleriyle de güzelleştirmiştir. Böylece İslâm’ın ve bir mü’minin gönül yapısını geometriye aksettirmiştir.

Fatih işte böyle bir medeniyeti îmar için de İstanbul’a bütün dünyadan ilim adamı ve sanat erbâbını toplamıştır. Ortaasya’dan Uluğ Bey’in talebelerini, Ali Kuşçuları ve bunun gibi diğer memleketlerdeki mümtaz ilim ve sanat adamlarını İstanbul’a davet etmiş ve geniş imkânlar sunarak onların ufuklarına ufuk katmıştır. Böylece İstanbul’u çok büyük ve esaslı bir merkez hâline getirmiştir.

İstanbul neticede sadece devletin başkenti değil, aynı zamanda kültürün, kimliğin, sanatın, ilmin ve tekniğin, daha doğrusu dünyanın başkenti olmuştur.

Fatih’in başlattığı bu ilim, sanat ve kültür seferberliği aynı ihtişamıyla oğlu II. Bâyezid ve sonrasındaki padişahlar zamanında da devam etmiştir. Bilhassa II. Bâyezîd’in ilim ve sanattaki ileri görüşlülüğü, medeniyetimize apayrı bir zirvenin ve bize aitliğin mührünü vurmuştur.

Şöyle ki:

Meşhur İtalyan mimar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektup kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı.

Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bâyezid Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:

“–Şayet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûp ve ruh itibarıyla kilise mimarîsinin mukallidi bir mimarî hâkim olur, kendi İslâmî mimarîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!..”

İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifade eder.

Zira, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmi dört milyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sayesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymaniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.

Bugün de gerek tarihî dokusu, gerekse kültür kimliği ile her şeye rağmen İstanbul, müslüman-Türk medeniyetinin en değerli müzesi gibidir. Nitekim hâlâ muhtelif İslâm memleketlerinden hacca niyetlenen hacılar, İstanbul’u ve Topkapı Sarayı’nda Efendimiz’in emânetlerini ve Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyaret ederler. Birçok hacı hâlâ ya Hicaz’a gitmeden önce ya da Hicaz dönüşünde İstanbul’a uğrar. Bunu tarihî ve rûhânî bir gelenek olarak devam ettirirler.

Yüzakı: Efendim, İstanbul Fethi bugün nasıl anlaşılmalıdır? Biz bu zaferden ne gibi hisseler almalıyız?

Osman Nûri TOPBAŞ: Rahmetli hocam Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI derdi ki:

“Kalplerimize yeni hayat ufukları açan bu kudsî zafer, Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in Türklere mahsus ilâhî bir hediyesidir.”

Böyle bir hediye de hiç şüphesiz ecdadımızın bizlere mukaddes bir ruh emânetidir. Bunu bildiğimiz takdirde içinde yaşadığımız bu şehrin de ne büyük bir kıymet ifade ettiğini daha iyi kavrarız.

Unutmamalıdır ki, ülkelerin ve şehirlerin fethi, hizmet ettiği gayeye göre değer kazanır.

Madde olarak bir demir parçasından ibaret olan kılıcın yükselmesini gaye edinen fetihler, insanın hayvanî ve süflî tarafını temsil eden, rûha düşman nefsânî canavarların, hırsların ve iştihâların fetihleridir.

Böylesi fetih hareketleri, insanlık için bir yıkımdan başka bir şey değildir. Fakat ruhların yücelmesini ve kalplerin Hakk’a yönelmesini gaye edinen ve îmanla yoğrulup aşk ateşiyle pişen fetih hareketleri, ilâhî teyid ile müeyyed ulvî fetihlerdir.

Bu ulvî fetihler yapıcıdır, inşa ve ihyâ edicidir. İstanbul’un fethi de bu inşa ve ihyâ edici fetih hareketleri cümlesindendir.

Fatih’in kılıç tutan bileğindeki kudret, ilmin ve adâletin ilâhî esrârından besleniyor ve insanlığa huzur ve saâdet kapılarını aralıyordu.

Hâsılı, Fatih’in eserini yalnızca ülkeler fethetmekten ibaret zannetmek büyük bir yanlışlık olur.

Yüzakı: O hâlde Efendim, İstanbul’un Fethi, geçmişimizin en unutulmaz zafer ve nâiliyeti olması yanında geleceğimiz açısından nasıl bir ufuktur?

Osman Nûri TOPBAŞ: Fatih’in mirasını doğru anlamak ve onu sahip olduğu bütün maddî-mânevî değerleriyle birlikte en iyi şekilde muhafaza etmekle mükellefiz. Bunun için de her zaman bize ebedî bir fetih lâzım. Bu fethi önce kendi ruhlarımızda gerçekleştirmeli ve dünyaya da böyle bir ruhla açılmalıyız.

Sonra, Efendimiz’in fetih müjdesi, sadece İstanbul’a has bir müjde değildir. Rasûlullah Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Roma’nın da fethedileceği müjdesini vermiştir. Bu müjde hâlâ gerçekleştirilememiş bir ideal olarak önümüzde durmaktadır. Fatih’in, Gedik Ahmed Paşa’yı Otranto’ya kadar göndermesinden onun bu müjdeye de nâil olmak arzusunda olduğunu anlamaktayız. Otranto bugün, İtalya haritasında çizme tabir edilen coğrafyanın topuğunu oluşturmaktadır. Ve uzun bir müddet Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in birinci müjdesi 852-853 sene sonra vukû bulmuştur. İstanbul’un fethinden bugüne kadar da 500 küsûr sene geçmiştir.

Bu ikinci fetih müjdesinden Avrupa’nın müslüman olacağının bir müjdesini de ihsas etmemiz mümkündür. Bugünkü samimâne ve ihlâslı gayretler inşâallah, istikbâlde bu idealin de bir tohumu olacaktır.

Peygamber müjdesi olduğundan dolayı bu bir kader programıdır ve bir zamanı vardır. İnşâallah vakti gelince de vukû bulacaktır. Avrupa’daki müslüman kardeşlerimiz de, batının hidâyet güneşinden nasiplenmesinde inşâallah güzel bir vesile olurlar.

Yüzakı: Efendim, burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. İstanbul fethinin daha öncekilere nasîb olmayıp da Fatih’e ve askerlerine nasîb olmasının temelinde ne gibi bir sebep görüyorsunuz?

Osman Nûri TOPBAŞ: Fethi mümkün kılan şartların olgunlaşması 800 küsûr senelik bir bekleyişi gerektirmiştir. Ama bu bekleyiş âtıl bir bekleyiş değildir, bilâkis cevval bir bekleyiş mevzubahistir. Fatih ve askerlerinin asıl gücü, asırlardan beri biriktirilen ve gittikçe artarak coşan bir aşktan besleniyordu. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in müjdesi ve iltifatı ile binlerce mü’min gönülden taşan ulvî fetih iştiyâkı, artık o noktaya ulaşmıştı ki; yağmur bulutlarının azamî derecede işbâ hâline geldikten sonra mecburî bir sûrette boşalması gibi fethin, zu­hur safhasına intikâli de zarûret olmuştu.

Zâhirî sebeplere intikal ettiğimizde, Fatih’in maddî ve mânevî açıdan mükemmel denebilecek bir sûrette bu vâkıaya hazır olduğunu görmekteyiz.

Daha 14 yaşındayken bir gece şehzadenin odasında ışığın yandığını gören Molla Gûrânî;

«–Oğlum, ne yapıyorsun?» dediğinde genç şehzade;

«–Ders çalışıyorum, hocam!» der.

Hocası baktığında mütâlâa ettiği dersin İstanbul’un fetih plânları ve projeleri olduğunu görür.

Buradan şunu anlıyoruz:

Bir şeye râm olmadan ona sahip olmak mümkün değildir. Bir bahçıvan ektiği tohumun derdindeyse o tohum, filiz verir, yeşerir ve ağaç olur. Ondan dökülen tohumlarla da koca bir orman teşekkül eder.

Fatih’in ordusunda da aynı râm oluşu müşâhede etmekteyiz. Hattâ fetih sırasında askerler ön safta çarpışabilmek için yarış ediyorlar ve aralarında kur’a çekmek zorunda kalıyorlardı. İstanbul surlarına ateş lâvları arasında tırmanırlarken âdetâ şehidliği paylaşamayarak;

“–Bugün şehidlik sırası bizde!” diyerek ileri atılıyorlardı.

Yüzakı: Efendim, böylesine bir fetih rûhu nasıl tesis edildi? Günümüz nesli açısından eğitimde bu ruh ne ifade etmelidir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Çok önemli bir husus bu. Bugün Fatih ve ordusunun sahip olduğu rûha sahip bir gençliğin yetiştirilebilmesi en hayâtî meselelerimizden birisi.

Burada Fatih’in talim ve terbiyeye verdiği ehemmiyeti hatırlamamız gerekiyor. Bütün büyük idealler, yetişmiş insan gücüyle elde edilir.

Fatih de esas itibarıyla insan yetiştirme derdindeydi. O, fetihten önce olduğu kadar fetihten sonra da en büyük bütçeyi ilim ve sanat faaliyetlerine tahsis etmiştir. Şu hâdise pek ibretlidir:

Fatih Sultan Mehmed Han, vezirleriyle bütçe müzakeresi yapıyordu. Medreseler tahsisâtına Sultan’ın ayırdığı rakam bir hayli kabarıktı. Maliye veziri, bu rakama muttalî olunca, hayretle derin bir sükûta büründü. Vezirin bu tavrını fark eden firâset ve basîret sahibi Fatih Sultan Mehmed Han;

“–Paşa! Bütçe meselesinde asıl konuşması gereken kimse maliye veziri iken, acep siz niçin konuşmaz oldunuz?..” dedi.

Vezir hâlini belli etmek istemeyip;

“–İstifade ediyorum sultanım…” dedi.

Fatih;

“–Paşa! Galiba medreseler tahsisâtı için koyduğum meblâğı fazla gördünüz!..” diyerek onun düşüncesine vâkıf olduğunu hissettirince vezir mecbûren;

“–Evet sultanım! Memleketin bin bir derdi varken bunlardan biri olan ilim tahsiline gereğinden çok fazla tahsisât ayırmışsınız!..” diyerek sükûtunun sebebini izhâr etti.

Bunun üzerine hem vezirini küstürmemek hem de meseleyi hâlletmek isteyen firâsetli Sultan Fatih, sâkin ve iknâ edici bir üslûp ile şunları söyledi:

“–Paşa! Her meslek fire verir. Bilhassa ilim mesleğinin firesi daha çoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

«(Zâhirî ve bâtınî) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.» buyurmuşlardır.

Peygamber vekili olabilmek ise, öyle kolayca elde edilebilecek bir makam değildir. İşte bu bakımdan ilim mesleğinin firesi, diğerlerine göre daha fazla olur.

Diğer meslekleri şöyle düşünürüm. Kirli bir suya siyah kurşunî yahut kahverengi bir kumaşı batırırım. Kuruduğunda da onu sarık diye sarabilirim. Çünkü rengi, kir göstermez. Fakat bir beyaz tülbent öyle mi? O; değil kirli bir suya batırmak, üzerine sinek bile konsa farkedilir ki, ilim mesleği de böyledir.”

Sözünün burasında Sultan, vezire sordu:

“–Paşa! Kendilerine imkân sağladığımız yüz talebeden kaçı yetişiyor? Aralarından üç-beş tane adam çıkıyor mu?”

Maliye veziri;

“–Evet Sultanım! Yetişiyor elbette… Ama bu kadarından ne çıkar ki?!.” dedi.

Sultan mânidar bir şekilde tebessüm etti ve;

“–Paşa! Bilir misin ki bunca ahâlîyi tenvîr edip yetiştiren de işte bu üç-beş kişidir…”

Vezir başını önüne eğdi ve gerçeği itiraf ederek;

“–Evet sultanım; bu doğrudur…” dedi.

Meseleyi basîret ve firâseti sayesinde kolayca hâlleden Fatih’in gönlü, son derece sürûrla doldu ve vezire;

“–Paşa! Madem ki medreselerimizdeki her yüz talebeden üç-beş tane de olsa, ahâlîyi tenvîr edecek ciddî insan yetişebiliyor, o hâlde onların hatırına fire sayabileceğimiz diğerlerini de bakıp gözetmeye râzı olmalıyız!..” dedi.

İşte ecdadımızdaki fetih rûhu ve Fatih’in başarısının mânevî temeli özetle burada yatmaktadır.

Bu ruh, o günden bugünlere kadar milletimizin ve vatanımızın en büyük siper-i sâikası olmuştur.

Bu ruh, maddî gücümüzün tükendiği yerde bile bizlere nice zaferler kazandırmıştır. Nitekim Çanakkale ve İstiklâl Harpleri, milletimizin ve vatanımızın maddî bakımdan en zayıf olduğu anlara rastlamasına rağmen bu ruh sayesinde yani mânevî gücümüz ile düşmanlarımızı bertarâf edebilmişizdir.

Hâsılı bizim her şeyi kaybetsek bile kaybetmememiz gereken en büyük gücümüz bu ruhtur. Çünkü milletimizi de, vatanımızı da diri tutan ve bayrağımızı göklerde hür bir şekilde dalgalandıran ruh, bu ruhtur. Unutmamalı ki mânevî heyecanlar, kuvvetli ve sarsılmaz bir iradeyle beslenirse; yarınlar ilim ve irfanda, sanat ve kültürde, akıl ve gönülde büyük fetihlere ve hayırlı neticelere hamile demektir.

Yüzakı: Efendim, fethin mâneviyat dolu ikliminden sunmuş olduğunuz bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.

Osman Nûri TOPBAŞ: Bilmukâbele… Edebiyat, şiir, tarih, kültür ve sanatımızda yüz akı çalışmalar ortaya koyan dergimize başarılar dilerim. Allah muvaffak eylesin…