Faziletler Medeniyetinin Hatırlattıkları

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Ağustos- Sayı: 35

Efendim, “Geçmiş zaman olur ki / Hayâlî cihan değer.” sözü, sizlere neleri hatırlatıyor?

Bu zarif ifâde, şanlı mâzîmizin dünyalara değişilmez kıymetteki şeref tablolarını, saâdet asırlarının maddî ve mânevî sahadaki göz kamaştıran inkişaf ve ihtişâmını akla getiriyor. Mübârek ecdâdımızın emsalsiz bir incelik, nezâket, zarâfet ve hassâsiyetle inşâ edip cihan tarihine armağan ettiği fazîletler medeniyetini hatırlatıyor.

Zarif, nâzik, güzel ve duygu derinliğine sahip insanlar yetiştirmek sûretiyle huzurlu bir toplum ortamı meydana getirmek, yüce dînimiz İslâm’ın aslî gâyelerinden biridir. Bu olgunlaşma ise, ancak emsalsiz örnek şahsiyet Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasip alabilmekle mümkündür.

Tarihte bilhassa ecdâdımızın, Peygamber Efendimiz’in rûhânî dokusundan feyizyâb olarak zarâfet ve nezâket husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir millete nasîb olmamış derecede yücedir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz eder.

Bu toplum, hiçbir millet ve mezhep ayrımı yapmaksızın mü’minleri kardeşi, gayr-i müslimleri ise insanlıktaki bir eşi olarak kabul etmiştir. Bütün insanlığa karşı müstesnâ bir nezâket ve zarâfet güzelliğiyle davranmış, İslâm’ın güler yüzünü sergilemiştir. Onların bu nezâket ve ince davranışları pek çok hidâyetlere vesile olmuştur. Nitekim Boşnaklar’ın ve Arnavutlar’ın hidayet bulmaları, mübârek ecdâdımızın gönüllerine nakşolmuş olan İslâm’ın rûhânî dokusunu, hâl ve davranışlarına da güzelce aksettirmelerinin bir bereketidir. Bundan dolayı “Osmanlı” demek, “imrenilecek derecede yüksek bir edep, nezâket ve zarâfet timsâli kimse” demektir.

Bu vesîleyle şunu da ifâde etmeliyiz ki, İslâm’ın güzel bir sûrette anlaşılıp tatbik edildiği Osmanlı cemiyetinde, insanların olgunluğunu ve birbirlerine hayal ötesi bir nezâket, zarâfet, merhamet ve tesânüd (dayanışma) hissiyle nasıl kenetlendiklerini anlayabilmek için, vakfiyelerin muhtevâlarına göz atmak bile kâfîdir. Onların derin düşünce ve hassâsiyetlerinin tezâhürü olan vakfiye muhtevâları ve buna dâir tatbikât, medeniyetimizin yüz akı keyfiyetleridir.

Düşününüz ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini bu şekilde anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.

Nezâket ve zarâfet bir müslümanın tabiat-ı asliyesi ve güzelliğidir. Bundan dolayı İslâm, en güzel nezâket ve zarâfetle yaşanır.

Ecdâdımız ömürleri boyunca bu hâlin idrâkiyle yaşamış ve günümüze pek çok zarâfet ve nezâket misalleri bırakmışlardır. Kısaca ifâde etmek gerekirse onlardan birkaçı şöyledir:

Ecdâdımızın yaptıkları imâret, kervansaray ve misâfirhânelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi.

Zenginler, hapishâneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı.

Yine varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazân-ı şeriflerde bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesâbı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.

Ecdâdımız, yüksek hayâ ve vakârından dolayı başkalarına ihtiyacını arz edemeyen yaşlı ve kimsesiz hanımların onurunu korumak için de vakıflar kurmuştur. Bu ihtiyar hanımlara, temizlenmiş, yıkanmış, taranmış yün temin etmiş, onların eğirip iplik hâline getirdikleri bu yünleri, dolgun ücretlerle onlardan geri alarak bu yaşlı hanımlara ellerinin emeğiyle geçinme imkânı sağlamışlardır. Böylece onları bu şekilde onure ederek izzet ve haysiyetlerini korumuşlardır.

Yine ecdâdımız, akıl hastalarına bile nâzik bir ifâde kullanarak “muhterem âcizler” diye hitâb etmiş, toplumdan dışlanan cüzzamlılara merhamet elini uzatarak onlara “miskinler tekkesi” adı altında barınacakları husûsî mekânlar hazırlamışlardır.

Muhtaçlara dağıtılacak yemekleri, onların gönüllerini incitmemek için kapalı kaplarla gece karanlığında tevzî etmişlerdir.

Bîçâreleri, fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibâdet vecdiyle muhâfaza etmiş ve onların izzet ve haysiyetlerini korumak için âzamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir.

1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmış, fakat ecdâdımızın hassâsiyeti sebebiyle kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmemiş, boş duran bâzı saraylara yerleştirilmiştir. İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray, bu işe tahsis edilmiştir.

Bezmiâlem Vâlide Sultan, kaba, görgüsüz ve nefsine râm olmuş bazı varlıklı kimselerin yanında çalışan hizmetkârların kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâ yüzünden azarlanıp haysiyetlerinin rencide edilmemesi için, onların zararını tazmin eden bir vakıf kurmuştur. Vicdânî derinlik ve nezâkette ulaşılan bu ufka, acaba günümüzün materyalist ve menfaatperest insanının hayali bile ulaşabilir mi?

Allah Teâlâ, kullarının hor görülmesine ve nazargâh-ı ilâhî olan gönüllerinin incitilmesine râzı gelmez. Bunu çok iyi idrâk etmiş olan mübârek ecdâdımızın, İslâm ahlâkını yaşarken sergiledikleri edep, nezâket, zarâfet ve hassâsiyet bizler için ne mükemmel numûnelerdir.

Yine ecdâdımız, düğün ve sünnetleri câmi ve bahçelerde icrâ ederek zengin-fakir herkesi çağırmış, bilhassa dünya ve âhiret saâdetleri için duâlarından istifâde ettikleri yoksul ve garipleri bu davetlerin baş tâcı yapmışlardır. Zira ecdâdımız; “Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fenâ bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh, 72) nebevî îkâzına ciddiyetle riâyet etmişlerdir.

Maalesef günümüzde, nefsânî hayatın pençesinde varlığına mağrur olan bazı kişiler, düğün ve sünnet gibi merâsimlerini âdeta fukarâya yasak olan çok yıldızlı oteller veya lüks restoranlar gibi rûhâniyetten uzak mekânlarda icrâ eder oldular. Bu düğünlere de muayyen ve elit bir grup davet edilerek oburluğu teşvik eden açık büfe usûlü yemekler ikram edilmekte, sırf güç gösterisi için muhtelif israflara yer verilmektedir.

Yine bu merâsimlerden, çevredeki evlerde hasta, yaşlı, hamile, muzdarip insan var mı yok mu diye düşünmeden kulak tırmalayan ve gönle ağırlık veren gürültüler yayılmakta, güç gösterisi ve isrâfın şımarıklığı içinde pervâsızca maytaplar patlatılmaktadır.

Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in beyanlarına binâen, bu dünyada çok ehemmiyetsiz gibi görünen nezâket, hesap gününde pek ehemmiyet kazanacaktır.

Diğer taraftan geleceğin mimarları olacak çocuklarımız, derin bir gafletle televizyon ve internetin esâretine, sokakların insafına terk edilmektedir. Böylece İslâm’dan bîhaber büyüyen gençlerimiz, kaba kuvvete ve nefsin hodgamlığına râm olarak tıpkı selde başıboş sürüklenen ve nereye vuracağı belli olmayan kütükler gibi sonu felâketle neticelenecek bir mecrâya doğru akıp gitmektedir. İçki, uyuşturucu ve iffet zâfiyeti arta arta devam etmektedir.

Bugün yeniden silkinip, baştan sona edep, nezâket, zarâfet ve nezâfetten ibâret olan İslâm’ı yeni baştan idrâk etmemiz, onun rûhânî yapısından feyizlenmemiz zarûrîdir.

İslâm’ı bir âb-ı hayâta, yâni ebedîlik veren bir can suyuna benzeten Hazret-i Mevlânâ:

“Âb-ı hayatın kıyısında kimse ölmez.” buyurarak bir nevî İslâm ile ihyâ olan millet ve devletlerin dillerde isimlerinin, gönüllerde ise misallerinin kıyâmete kadar süreceğini beyan etmektedir.

Dünyada 16. asra “Türk Asrı” denilmiştir. Bunun sebebi, sadece bu asrı dolduran askeri ve siyasi başarıların şa’şaa ve debdebesi değildir. Bilâkis onlarla birlikte ilimde ve güzel sanatların bütün şubelerinde aynı seviyede bir yükselişin gerçekleşmiş olmasıdır. Çünkü ecdâdımız, gösterdiği rûhî derinliğe paralel olarak sanatta da incelik ve zarâfette zirveleşmiş, güzel sanatların her birine İslâm’ın rûhunu aksettirmişlerdir.

Mesela İs­lâm ta­sav­vu­fu­nun de­rin­li­ği ile Sü­ley­mâ­ni­ye Câ­mii ve kül­li­ye­si tah­lîl edil­di­ğin­de, ora­ya İs­lâm rû­hu­nun ak­set­miş ol­du­ğu, göz alı­cı bir ih­ti­şam­la rû­hâ­ni­ye­tin mez­ce­dil­di­ği ve bâ­zı ta­sav­vu­fî mo­tif­le­rin bu­ra­da mâ­hi­râ­ne bir üs­lûpla sem­bo­li­ze edil­di­ği net bir sû­ret­te gö­rü­le­bi­lir.

Ta­sav­vu­fî neş­vey­le yoğ­rul­muş sa­nat­kâr­la­rın rû­hî de­rin­lik ve fe­dâ­kâr­lı­ğı­nı gös­te­rmesi bakımından şu mi­sâl ne kadar ibretlidir:

Sü­ley­mâ­ni­ye Câ­mii’nin kub­be hat­la­rı­nı yaz­ma va­zî­fe­si Hat­tat Ka­ra­hi­sâ­rî’ye ve­ril­miş­ti. Ka­ra­hi­sâ­rî, hat­la­rı, câ­mi­nin ih­ti­şâ­mı­na ya­kı­şır bir şe­kil­de ta­mam­la­mak için ola­ğa­nüs­tü bir gay­ret­le ça­lış­ma­ya ko­yul­du. Öy­le ki son çiz­gi­nin son tas­hî­hi­ni bi­tir­di­ği an, göz­le­ri­nin fe­ri de tü­ken­di ve dün­yâ­yı se­yir pen­ce­re­si ka­pan­dı.

Câ­mi­nin in­şâ­sı ta­mam­la­nıp da ibâ­de­te açı­la­ca­ğı za­man Kâ­nû­nî Sul­tan Sü­ley­man Han:

“–Câ­mi-i şe­rî­fi ibâ­de­te aç­ma şe­re­fi, onu böy­le­si­ne mu­az­zam ve muh­te­şem bir şe­kil­de bi­nâ ve in­şâ ey­le­yen mî­mar­ba­şı­mız Si­nan’a âit­tir.” de­di.

Sanatı­na ön­ce te­vâ­zû­yu öğ­ren­mek­le baş­la­mış olan Mî­mar Si­nan ise, zâ­hir­de­ki em­sâl­siz­li­ği­ni, kal­bî ol­gun­luk­ta da gös­te­re­rek o an hat­tat Ka­ra­hi­sâ­rî’nin fe­dâ­kâr­lı­ğı­nı dü­şün­dü ve Sul­tân’ın söz­le­ri­ne edeple şu mu­kâ­be­le­de bu­lun­du:

“–Hün­kâ­rım! Hat­tat Ka­ra­hi­sâ­rî bu câ­mi-i şe­rî­fi hat­la­rıy­la tez­yîn eder­ken göz­le­ri­ni fe­dâ et­ti. Bu şe­re­fi ona bah­şe­di­niz!..”

İşte şair Hayâlî’nin ifade ettiği; “Geçmiş zaman olur ki / Hayâlî cihan değer.” mısrâlarının bize hatırlattığı sayısız misallerden ancak birkaçı…