Fâtih Sultân Mehmed Han

1996 – Agustos, Sayı: 126, Sayfa: 032

Yedinci Osmanlı Sultanıdır. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in iltifâtına mazhar olmuştur. Sultanlığının yanısıra din ve fen ilimlerini de ikmâl etmiş bir âlim, aynı zamanda ince rûhlu bir şair ve derin bir gönle sahip, derviş rûhlu hassas bir insandı.

1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu. 1453 yılında İstanbul Fâtihi oldu. 1481 yılında vefat etti. Cenaze namazı Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından kıldırıldı İnşa ettirdiği Fâtih Câmî‘nin kıble tarafındaki türbesine defnoldu.

Akşemseddîn -kuddise sirruh- Hazretleri’nin manevi terbiyesinde gönül eğitimini ikmâl etmişti.

Hacı Bayram-ı Velî, Sultan II Murad’ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve mânevi evlâdı Akşemseddîn vardı.Sultan Murad Han bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzade Mehmed’in istifade etmesini istedi. Her cengaver sultan gibi Murad Han da İstanbul’un fethini hayâl ediyordu. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne:

Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?”

“Feth-i mûbîni görmek şu şehzâde ile Akşemseddîn’e nâsib olacak!” cevâbını verdi.

Bu açık keramet ile duygulanan Murat Han,oğlunu Akşemseddîn‘in terbiyesine vermek için Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri‘nden izin istedi. Bu vesile ile Akşemseddîn,Şehzâde Mehmed‘in mânevi terbiyesini üzerine alarak. Onu feth-i mübine mânen hazırladı.

Bir gün hocası Akşemseddîn, Şehzâde Mehmed’in odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

Oğlum niye uyumadın? dedi.

O da:

Hocam,ders çalışıyorum… karşılığını verdi.

Hocası çalışdığı dersi merak edip o’nun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O fethin nasıl gerçekleşebileceğini planlıyordu.

Çok erken yaşlarda küçük Şehzâde “feth-i mübîn”ile zihnen o derecede meşgul idi ki ,âdetâ bu mes’elede fanî olmuştu.Buna rağmen,ilim yolundaki gayretini eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı öğrendi.

İdâresi altındaki memleketlerden gelen misâfirlere-iltifat olsun diye-kendi lisanlarıyla hitab ederdi.Eğitimini gördüğü zâhirî ve bâtınî ilimlerle hem kendi nefsî hayatını,hem de devlet işlerini düzene koydu. Fen ve teknik bilgileriyle de savaşlarda kullanacağı harb aletlerini tekâmül ettirdi. Projesi kendine aid olan ilk havan topunu döktürerek. İstanbul‘un fethinde kullandığı meşhurdur.

Tarihle meşgûl olarak: Beyliklerin ve devletlerin ,meydana gelişi,inkişâf ve nihayet târih sahnesinden yok olmalarının sebep ve neticeleri…üzerinde imâl-i fikrederek kendine has bir tarih felsefesine sahip oldu.

Fâtih, ilmî seviye ve rûhî derinliğinin neticesinde ulu bir padişah ,büyük bir cengaver,aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas rikkat-i kalbiyye sahibi bir şair olarak tarihteki yerini almıştır.

Hünkâr’ın rûhî derinliğini aksettiren şu iki beytinde.O’nun i’lâ-yı kelîmetullâh davasında sadece ve sadece Allah’ın nebileri ile velilerine isnad ettiği görülmektedir:

İmtisal-i “cahidü fillah”olupdur niyyetüm

Din-i İslam’ın mücerred gayretüdür gayretüm

….

Enbiya vü evliyaya isnadım var benim.

Lutf-i hakk’tandır heman ümmid-i feth u nusretüm

Fâtih sultan Mehmed Han Ashab-ı Kirâm zamanından beri devam edegelen ve İstanbul‘un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şeraresi halindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaratılışındaki istidatlar almış olduğu maddi ve kalbi eğitimle birleşerek. Onu “feth-i mübine”e çoktan hazırlanmış bulunuyordu Çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem,daîma fetih projeleriyle meşgul olmuştu. Vird halinde:

Ya Bizans bizi alır, veya biz Bizans’ı alırız!….diyordu.

Fahr-i kâinât‘ın 900 sene evvelki mücadelesini geçekleştirerek,O’nun müjdesindeki iltifatlara nail olmak için asker ,kumandan, sultan, âlim ve evliyanın gönülleri,heyecan ve istiğrâk çağlıyanı haline gelmiş bulunuyordu. Fâtih ve askerlerin asıl gücü, buradan kaynaklanıyordu. Nitekim Hâlid bin zeyd -radıyallâhu anh-‘dan itibaren İstanbul’a karşı vâki her sefer ve fetih hamlesi, neticesiz kaldıkça ,ümid ve cesaretleri kıracağı yerde,bilâkis dökülen mübarek sahabe kanlarının inzimâmıyla (ilavesiyle) mücahidlerin azmini bileyen bir müessir güç haline geliyordu. Evvelki başarısız hamleler ve bu yolda sarfedilmiş neticesiz emekler, sanki yağmur dolu bulutların mecburî bir inişle boşalması gibi fethin de, zuhur safhasına intikalini zaruret haline getiriyordu. Ashab-ı Kirâm Hazerâtı’ndan başlayarak vâkî müteaddid fetih hamlesinde dökülmüş olan mübârek kanlar, Fatih ve askerlerine bir vefa borcu gibi görünüyordu.

Fatih’in eşsiz dehasının eseri olarak, gemiler, karadan yürütülüyor, havan topları, mevzilerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans‘a girip Ayasofya‘da ezân okuyabilmenin heyecanını duyuyordu.

Asker:

“Ne olursa olsun inşallah zafer bizimdir!.”

“Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!..” diyordu.

Bu feth-i mübîne, Ortaasya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin de iştirak etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

“Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkanttan dışarı çıktı. Talebelerine,

“-Siz burada oturunuz!” buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile maruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri‘nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ani yolculuğun hikmetini sordular. O da:

Türk sultanı Mehmed Han, benden istiane etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allah’ın izni ile zafer kazanıldı.. “buyurdular.

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirak eden pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hace Abdulhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bayezîd, babam Ubeydullâh Ahrâr’ın şekil ve şemailini şu şekilde tarif etti:

“Babam Fatih anlattı. Fethin en şiddetli zamanında Rabbıma iltica ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“Küffâr askeri çok fazla! “dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“içine bak” dedi. Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

“Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi.

Devam etti:

“Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücum emrini ver!” buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım.”

İlave etti:

“O pir de, hücûma ordusu ile iştirak etti Feth-i mübîn gerçekleşti “

Velhasıl Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyanın ruhaniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu tarîhî bir vakıadır.

Fatih, manevî terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemseddîn’ı çok çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyaretine gider, oradan gönlü huzur ve sükun içinde dönerdi.

Akşemseddîn de, ara-sıra Fatih’i ziyarete gelince Fatih, ayağa kalkar, O‘nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmûd Paşa, birgün merak ve hayretle:

“Aziz sultanım, siz hiçbir alime göstermediğiniz hürmet ve tazimi Akşemseddin’e gösteriyorsunuz!.. Onun yanında size bambaşka bir hal oluyor. O’nun diğer alimlerden ne farklı tarafı var?.. “diye sordu

Fatih de cevaben:

“Hiçbir zaman ve mekanda ve şahısta görmediğim heybet ve cazibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt üst ediyor. Beni apayrı alemlere sevkediyor. Muhabbet ve heybet birbirine zıd iki hâl olduğu halde, ruhumda nasıl birleşiyor?! Ben de buna hayret ediyorum. Bu hal nedir? Bu hal, neyin nesidir? Anlıyorum ki bu, O’nun cismani varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzurunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, aciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı alemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu halim, O’nun ruh dünyasının bana olan in’ikasıdır. Aynı zamanda O’nun kendi ruhî derinliğini resmeder” dedi.

Akşemseddîn (k s ) Hazretleri’ne, fetihten sonra:

“Niçin fethi önceden haber vererek, istikbal hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:

“Kardeşim Hızır -aleyhisselâm-‘dan, fethin ne zaman zuhur edeceğini ledünnî ilimden istifade ederek öğrenmiştik!” buyurdu.

Cihangir Hünkâr, fetihten sonra hemen İstanbul’a girmedi. Mübarek gün cum’ayı bekledi. Alimler, arifler, ve paşalarla beraber -hatta sonradan kendisini muhakeme edecek olan kadı Hızır Bey’le de yanyana muhteşem bir merasim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.

Fatih, Şehzadebaşı, Bayezîd yolunu takip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selama durmuştu. Rum kızları ise, genç padişahı çiçek yağmuruna tutuyorlardı. Bu sırada bir dervîş, yolun ortasına çıktı Fatih‘e hitaben:

“İstanbul’u fethettim, diye bu kadar kendine paye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın..” dedi .

Fatih cevaben:

“Doğru söylersin dervîş baba.. Lakin bir harb, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse zafere ulaşır. Duayı bırakanları, ahiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Zaferin sırrı, Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in izini takip etmektir..” der.

Büyük Hünkar, bu suretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecburî şartının, kılıcın, Kur’an ruhu istikametinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifade eder.

Fatih Hazretleri, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı.

Birgün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri‘ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.

Hünkar üzüldü. Rengi soldu. içeride Ebu’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu ışın sırrı nedir?” diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellîsine mazhar olan zata kapatılmıştı’?! Fatih, mahzun bir şekilde geri döndü.

Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.

Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkar, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’1-Vefa Hazretleri’ni ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr’ın dehşeti arttı.

Yaverine:

“Kemal-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldır?” dedi.

Yaver huzûra girdi. Ebu’1-Vefa Hazretleri yavere dedi ki:

“Hünkârımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim alemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez!. Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz!.

Sonra; ruhu buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek.. Dula, yetîme, garibe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkanlar, buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..

Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz.. Gönlümüz, gönlünün içindedir…” buyurdu.

Yaver huzurdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu:

“Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?.”

Yaver:

“Hünkârım Ebu 1-Vefa Hazretleri, Bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu “ dedi.

Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir aleme döndü. Gözleri nemlenerek, bahar dallarında biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. O’nunla hayat boyu bir daha görüşmek kendisine nasib olmadı.

Vaktaki Fatih‘in vefatı haberi gelince, Ebu’l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenaze namazını kıldırdı.

Hassas, ince ruhlu, müşfik bir padişah olan Fatih, zahirî alemdeki yükselişini, maneviyat aleminde, yani tasavvuf vadîsinde de gerçekleştirmiş, zülcenahayn (iki kanatlı, iki veçheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zahirde de batında da emsalsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve manevî babası idi. Bir merhamet abidesi olan Fatih, ümmete sayısız vakıflar tesîsi ile devrim insanlık ve adalet sembolü haline getirmişti. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvî yüreğinin inceliklerini sergiler.

Bir vakfiyesinin bir bölümü şu şekildedir:

“İnşa ettirdiğim imarethanemde İstanbul fukarası yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd ailelerine ve yetîmlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikram edile!..”

Fatih görüldüğü gibi, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkat ölçülerini aksettiren bu ulvî kaideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu.

Şehîd ailelerine olan ihtimamı, kâ’bına varılmaz bir vefa örneğidir. Bilhassa, zamanımız insanına bir nezaket, bir vicdan, bir merhamet ve bir edeb dersidir.