Fânîliğini Unutmamak

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -16-

2009 – Subat, Sayı: 276, Sayfa: 032

Dünya imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri “iblis”, diğeri ise “nefs”tir. Nefs, umûmiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temâyülleri akla getirir. Nefsânî menfîliklerin pek çoğu da, insanın tabiatında bulunan “fânîliğe isyan” ve “bâkî olma” arzusundan kaynaklanır.

Hakîkaten insan, sahip olduğu nîmetlerin aslâ elden çıkmasını istemez, dâimâ ebedîlik ve ölümsüzlük arzular. Kimisi ebedîliği evlât sahibi olmakta arar, neslinin kıyâmete dek sürmesini diler. Kimisi bedenine aşırı düşkünlük ve ihtimamda arar, asırlarca yaşamayı arzular. Kimisi kalıcı eserler bırakmakta arar, nâmını kendinden sonra da sürdürmeyi diler. Kimiyse mal-mülk yığmakta arar, servetinin gücüne dayanır, onu kendi varlığına payanda kılmak ister. Nitekim âyet-i kerîmede:

(Vay hâline o kimsenin ki), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (el-Hümeze, 3) buyrulur.

Hâlbuki fânî dünya üzerinde ebedîlik aramak veya mesut günlerin hiç bitmeyeceğini ve nîmetlerin hiçbir zaman elden çıkmayacağını sanmak; çöllerdeki seraplara aldanmak gibi boş bir hayal ve beyhûde bir ümittir. Bir Hak dostu ne güzel söyler:

“Dünyâdan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”

Dolayısıyla dünyada bir misâfir olarak bulunduğumuzu, ömür senedinin vâdesinin meçhul bir günde dolacağını, esas ve ebedî hayatın âhiret hayatı olduğunu aslâ unutmamak îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın fânîlikten muaf tuttuğu bir canlı yoktur. Fânîliği unutmak; başını kuma gömerek tehlikeden kurtulduğunu sanmak gibi bir hamâkat ifadesidir. Fakat ne hazindir ki ekseriyetle insanoğlunun ölüme karşı tavrı bundan pek de farklı değildir. Nice insan, Allâh’a güzel bir kulluk ile ölümünü güzelleştirmek yerine onun ürküntüsü içinde gâfilâne bir ömür sürer.

İki Zıt Tecellî

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:

Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına caka satarak yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye hışımla bağırdı.

Adamcağız ise sakince:

“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…” dedi.

Hükümdar merakla karışık bir hiddetle:

“–Söyle bakalım!” deyince, adam:

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.

Hükümdar eğildi, adam:

 “–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı:

“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm- ise:

“–Hayır, sana müsâade yok. Âilene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdârın canını alıverdi.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu nasihati ne kadar mânidardır:

“Şöhretten kaç ki şeref seni tâkip etsin. Ölüme hazırlıklı ol ki sana ebedî hayat bahşedilsin.”

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm-sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra:

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve:

“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.” dedi. Azrâil -aleyhisselâm-:

“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi. Adam:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” dedi. Bunun üzerine ölüm meleği:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.” dedi. Adam:

“–Buna imkân var mı?” diye sordu. Melek:

“–Evet, senin için bununla emrolundum.” dedi. Adam:

“–O hâlde abdestimi tâzeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve hakîkaten öyle oldu. (Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-5)

Hazret-i Mevlânâ, Hak âşıklarının ölümünü ne güzel tasvîr eder:

“Bedenin ölümü sır ehline ilâhî bir armağandır. Hâlis altına makastan bir ziyan gelir mi?”

İşte gâfilâne bir hayatın korku dolu âkıbetinden bir manzara… Diğer taraftan, fânîliğin idrâki içinde ve her an amel-i sâlihlerle ölüme hazır, keder ve telâştan âzâde, huzur dolu bir son nefes demi… İşte ölümü kimisinde bir kâbus, kimisinde ise -Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle- mes’ud bir “şeb-i arûs” (düğün gecesi) ve sonsuz bir vuslat kılan gönül kıvâmı…

Bizler de sık sık tefekkür etmeliyiz ki, ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz acabâ hangi manzara içinde gerçekleşecek? Onunla secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı karşılaşacağız? Dilimizden dökülen son cümle acabâ ne olacak?..

Ölüye Değil, Kendine Ağla…

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figân ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile:

«Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.» der.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:

“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”

Her işinde hikmet sahibi olan Rabbimiz, ölümü hiçbir zaman unutmayalım, ona her an hazırlıklı bulunalım, fakat bununla birlikte dünya hayatının îcaplarından da geri kalmayalım diye, ecel vaktini bir sır perdesiyle gizlemiştir. Bu da O’nun kullarına olan merhametindendir.

Meselâ bir adam öleceği zamanı daha önceden bilseydi, ölmeden evvel işini-gücünü ve hattâ âilesini dahî kederinden dolayı terk ederdi. Hayat; nizam ve âhengini kaybederdi. Yine insanlar olacakları evvelden bilselerdi, bahtiyar olmalarına ve hayatın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân bulunmazdı. Bir anne, doğurduğu çocuğunun gençlik çağında vefât edeceğini veya ileride çok kötü biri olacağını bilseydi, hayatı huzursuzluk içinde geçerdi. Velhâsıl ölüm ânını kulun bilmemesi, ilâhî bir lutuftur. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatını imtihan hikmetine binâen halk etmiş ve yine bu hikmetle “kader” ve ona dâhil olan “ecel”i meçhul kılmıştır. Bu sebeple ölüme her an hazır bulunmak zarûrîdir.

Âyet-i kerîmede:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) buyrulmaktadır. Benzeri âyet-i kerîmeler de çoktur. Bunlar, nefsânî arzularımızın girdabında boğulmamamız için Kur’ân’da tekrarlanan ilâhî ikazlardır.

Ecdâdımız, fânîliği unutmamak için kabristanları şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmışlardır ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek fânîlik dersi alsın, hâlini ıslâh etsin.

Bizler de hayatımız boyunca görüp duyduğumuz ölümlerin, birgün mutlaka yaşayacağımız bir hakîkat olduğunu idrâk edip bunlardan gereken ibret dersini almak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu takdirde gafletten kurtulup âgâh ve huzur dolu bir gönülle Hakk’a yolculuk edebiliriz.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni (yâni ölümü) çokça hatırlayın!” buyurmuş (Tirmizî, Zühd, 4), diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Namazını, (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) tâlimâtıyla, bu ibâdetin tefekkür-i mevt husûsundaki terbiyevî yönüne işâret etmişlerdir. Yani namaz ibâdeti, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve ubûdiyetini arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir.

Bu yönüyle namaz, dünyâ ile ukbâ arasında bir mîrac yolculuğudur. Namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde edâ edip tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra tekrar hayata avdet ettirilmişçesine bir gönül hassâsiyetiyle yaşar. Böyle bir namaz, insanı münkerden ve fahşâdan korur. Gerçek mânâsıyla edâ edilen namaz, müthiş bir tefekkür-i mevt tâlimidir.

Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

İşte ölümün ibret dersi lâyıkıyla okunmayınca, ona gereği gibi hazırlanmak da dehşetli bir ihmalkârlık mevzuu olmaktadır.

En Mühim Meçhul: Son Nefes

Ârif bir gönülle yaşayan Hak dostlarının ömürleri, ölümü tefekkürün rûhî olgunluğu ve son nefes meçhûlünün kaygısı içerisinde geçer. Zîrâ onlar çok iyi bilirler ki ömrü boyunca insanın ayağını kaydırmak için uğraşıp duran şeytan, kişinin son nefesinde çok daha büyük bir hırsla insanın îmânına musallat olur. Kalbinde şüphe bulunanları yoldan çıkarır, küfre dûçâr eder. Ardından da aldattığı insanı bedbahtlığıyla baş başa bırakıp gider. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Şeytan insana; «İnkâr et.» der. İnsan inkâr edince de: «Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.» der.” (el-Haşr, 16)

Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan bilhassa son nefesimizde ihlâsımızı muhâfaza etmesini niyâz ederiz. Hayat yolculuğundaki ecel geçidinin son virajı çok keskin ve tehlikelidir. Dolayısıyla en mühim meselemiz, derdimiz ve kaygımız; o virajı selâmetle geride bırakabilmek olmalıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın azametine göre bir takvâ sahibi olun. Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden biri olan Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yâni başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Dolayısıyla kimin ne hâl üzere öldüğü meçhuldür. Geride kalanlar, ölen kimse hakkında kat’î bir hüküm vermekten sakınmalı, ancak onun için hayır-hasenât yapıp duâ ve güzel temennîlerde bulunmalıdırlar.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Ekseriyetle böyledir. Fakat peygamberler ve onların müjdelediklerinin dışında hiç kimsenin son nefes husûsunda bir teminâtı yoktur. Yani kişi, o âna kadarki yaşantısının düzgünlüğüne ve işlediği hayır-hasenâta güvenmemelidir. Yegâne güvenilecek ve sığınılacak merciin Cenâb-ı Hak olduğunu bilmeli, O’nu râzı edecek hâl ve amellerle O’na ilticâ etmelidir.

Duâlarımız gibi ibâdet ve amel-i sâlihlerimizin de kabûle muhtaç olduğunu unutmamalıyız. Zîrâ kulun en mühim meçhûlü olan son nefes hakkında diğer bir

hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Bir kimse uzun zaman cennetliklerin amelini işler, sonra ameli cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimse de uzun zaman cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11)

Hak dostlarından Ali Bekkâ Hazretleri’ne “Bekkâ” yâni “çok ağlayan” lâkabının verilme sebebi şöyle anlatılır:

Sâlih ve kendisi gibi velî bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında birlikte yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer, yürümekle bir senelik yol idi. Onlar kerâmetleriyle bu yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona; “Ben falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun.” diye vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefesinde îmansız öldü. Bu hâdise karşısında Ali Bekkâ Hazretleri, Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşamamak ve son nefesinde îmânını kurtaramamak endişesi ile çok ağlardı.

Dolayısıyla son nefes husûsunda mü’minin gönlü, korku ve ümit duygularının denge noktasında bulunmalıdır. Ahmed bin Âsım Antâkî -rahmetullâhi aleyh- kendisinden nasihat isteyenlere şöyle buyurmuştur:

“En faydalı korku, insanı günahlardan, Allah Teâlâ’nın beğenmediği şeylerden alıkoyan, âhiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye gark eden; kalan ömrü ve son nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevk eden korkudur.”

Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”

İşte dünya hayatını îman vecdi, ibadet huzuru ve güzel ahlâka ilâveten son nefes korku ve endişesi ile yaşayanların, kıyâmet günü korku ve hüzünden korunacakları, ilâhî bir vaaddir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip (hayatının her safhasını Allah rızâsının muhtevası içinde geçirip), sonra dosdoğru yolda (Kitâb ve Sünnet-i Seniyye istikâmetinde) yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Âkıbetin Ne Olacak?..

Şeyh Ahmed Harb’in, Behram adında yaşlı bir komşusu vardı ki mecûsî idi, yâni ateşe tapardı. Ahmed Harb Hazretleri birgün Behram’a îman telkîninde bulundu. Yaşlı mecûsî dedi ki:

“–Ey müslümanlar ulusu! Sana üç şey sorayım. Cevap verebilirsen senin dînine îman edeceğim.”

Şeyh Ahmed “sor” deyince Behram:

“–Allah bu halkı niçin yarattı? Ve dahî rızkını da verdi, fakat niye bunları öldürür? Mâdem ki öldürür, neden diriltir?” diye sordu.

Şeyh Ahmed, bu suallere şu cevâbı verdi:

“–Halkı yarattı ki, O’nun varlığını ve birliğini bileler, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin idrâki içinde olalar; rızkını verdi ki, O’nun rezzâklığını ve merhametini bileler; öldürür ki, O’nun kahhârlığını bileler; geri diriltir ki, O’nun bâkîliğini bileler. Velhâsıl hayatın her safhasındaki hâdisat ve vukuâtta O’nun kâdir-i mutlak olduğunu idrâk edeler.”

Behram bunları duyunca îmân etti. Fakat Şeyh Ahmed Harb o an dehşete kapılarak bayıldı. Ayıldığında:

“–Yâ Şeyh, ne oldu?” diye sordular. Dedi ki:

“–O an bana bir hitap geldi ki; Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, şimdi müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın, son nefesinde ne olacağını bilir misin?!.” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

Dolayısıyla her nefesimizi, dünya hayatımızın son ânını hayırdan ibâret kılacak bir kıvamda geçirmeye gayret etmeliyiz. Buna ilâveten ebedî kurtuluşumuz için dâimâ Hakk’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalıyız.

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-, Yemen çöllerinde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, arslanlara saldıran pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere atılır, onları tutarken, şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Cüneyd, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz görünce kendi azığından ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:

“Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak. Zâhire bakılırsa bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağı olacağım. Zîrâ köpek ne kadar kötü huylu olursa olsun, onu cehenneme götürmezler.”

İşte bu hissiyâtı kalbinde taşıyan bir mü’min, dünya hayatını bir mayın tarlasında yürürcesine müstesnâ bir hassâsiyet ile yaşar. Dünyada varacağı son konağın, cennet bahçelerinden biri olması için kabristanların sessiz irşâdına cân u gönülden râm olur. Ölüme hazırlığın, kendine kabir hazırlamak değil, kabre kendini hazırlamaktan ibâret olduğunun hikmetine erer.

Vefâtından sonra sevenlerinden biri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni rüyâsında görmüş ve sormuş:

“–Ne amel işleyelim ki kurtuluşa erelim?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Son nefeste ne ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz.”

Ecel gelip çattığında en mahâretli eller bile artık tutmaz olur. Bundan sonra insan için ne ter dökme, ne yorulma, ne üşüme, ne de üşenme vardır. Yani Allah yolunda ibâdet, hizmet ve gayrete mânî olan bütün beşerî mâzeretler son bulur. Lâkin artık ibâdet ve gayret vakti değil, ilâhî hesâba çekilme zamanıdır. Allah için sâlih amel işleme zamanı, dünya hayatıdır. O fırsat elden kaçtı mı bir daha geri dönüşü yoktur. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin senesinden hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızâ-yı ilâhîyi tahsil etme imkânı vardır. Âhirette ise dünyadaki gibi amel-i sâlihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Orada sadece ömrün hesâbı vardır.”

Bu itibarla kâmil mü’minler, dünyâyı âhiretin tarlası bilip ömürlerini hayırlı ameller işlemek için ilâhî bir mühlet kılındığının farkında olarak yaşarlar.

Rivâyete göre İlyas -aleyhisselâm-, ölüm meleği ile karşılaşınca biraz ürperir. Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm-:

“–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?” der.

Hazret-i İlyas şöyle cevap verir:

“–Hayır, ölümden ürkmedim. Ben hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibâdetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”

Şâir, mü’minin nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini ne güzel hulâsa eder:

Seni annen doğurup attığı gün dünyâya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda.

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…

İşte mühim olan, sâlih ameller ve hayır-hasenât ile gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak ömür defterini kapatabilmektir. Hakk’ın dîvânına bu hâlet-i rûhiye ile, böylesine müsterih bir vicdan, selîm bir kalp ve yüz akıyla varabilmek, en büyük saâdettir.

Güzel Türkçemizde; “Son gülen iyi güler.” diye hikmetli bir söz vardır. Bunun mânâsı, kişiye son nefesinde perdeler kaldırılıp gideceği makam gösterildiğindeki tebessümden daha güzel bir tebessümün olmadığıdır. Kulun bu cihandaki en güzel, en mânâlı, en mes’ûd tebessümü, o andakidir.

Cenâb-ı Hak lutf u keremiyle cümlemizi son nefesinde yüzünü güldürdüklerinden eylesin. Rabbimiz, bu hikmet ve ibretlerle nefislerimizi muhâsebe edip hâlimize çeki-düzen verebilmemizi, son nefesimizde ebedî vuslatı tadarak kıyâmet gününe bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle, korku ve hüzünden âzâde bir şekilde varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Âmîn!..