Evlâd Mes’ûliyeti

2005 – Agustos, Sayı: 234, Sayfa: 032

Dünyâ; nîmetleri, muhabbetleri, emel ve hülyâlarıyla önümüze serilmiş geniş bir imtihan sahasıdır. Mal, mülk ve evlâd gibi dünyâya âit kıymetler de, âhiret sermâyesi yapılmak gâyesiyle tasarrufu bize bırakılmış imtihan mevzûlarıdır. Dolayısıyla dünyânın imkânlarını âhiret saâdeti için bir vâsıta hükmünde tutmak zarûrîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Servet ve oğullar, dünyâ hayâtının süsüdür; bâkî kalacak olan amel-i sâlihler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (el-Kehf, 46)

Mâl, mülk ve evlâd, Hak yolunda sarf edildiğinde birer “zînet” olurken, hevâ ve heves uğrunda şuursuzca kullanıldığında “fitne” hâline gelivermektedir.

Bir mü’minin en yakın mîrasçıları kendi evlâdlarıdır. Onlara bırakılacak hakîkî mîrâs ise ebediyet zenginliğidir. Yavrularımıza fânî varlık ve lezzetleri değil; eskimeyen, solmayan ve tükenmeyen bir saâdeti mîras bırakmamız gerekir. O da, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in bize emânet olarak bıraktığı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu mukaddes mîrâsın evlâdlarımıza intikâlinde gösterilecek îtinâ büyük bir sadaka-yı câriye olurken, bunun ihmâli ise, her anne-baba için büyük bir âhiret felâketidir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6)

Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ûlsünüz… Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. Kadın, evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. (Buhârî, Vesâyâ, 9) buyurarak anne ve babanın, çocuklarının terbiyesinde müşterek bir sorumluluğa sâhip olduklarını beyan etmektedir.

Diğer bir hadîs-i şerifte de:

“Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onları güzelce terbiye edin!” (İbn-i Mâce, Edeb, 3) buyrulmaktadır.

Peygamber Efendimiz, bâzı hadîslerinde terbiye vazifesini, cihâd gibi dinde en fazîletli kabûl edilen bir amele dahî üstün tutmuştur. Cihâda çıkmak üzere kendisine mürâcaat eden bir kısım ashâbının, geride kalan çoluk çocuklarına ve ihtiyar anne-babalarına bakacak kimseleri olmadığını anlayınca:

“–Onların yanına dön, zîrâ cihâdın iyisi onların yanındadır.” buyurarak geri çevirdikleri olmuştur.1

Birgün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e güçlü kuvvetli, sağlığı yerinde babayiğit bir genç uğrar. Onun bu hâli çevresindeki ashâb-ı kirâmın dikkatini çeker. İçlerinden bazıları kendini tutamayarak:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, keşke şu adam Allâh yolunda (cihâd eden bir kimse) olsaydı!” derler.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in cevâbı ise şu olur:

“–Eğer bu adam yaşlı anne babası için çalışıyorsa Allâh yolundadır, nefsinin iffet ve izzetini korumak için çalışıyorsa Allâh yolundadır, ehlinin nafakasını kazanmak (onları en güzel şekilde yetiştirmek) için çalışmaya çıkmışsa Allâh yolundadır. Ancak tefâhur (övünmek) için çıkmışsa tâğut (şeytan) yolundadır.” (Heysemî, VIII, 144; Ali el-Müttakî, IV, 12/9252)

Çocukların terbiyesine terğîb ve teşvik sadedinde Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bazı hadîs-i şerîfleri şöyledir:

“Bir baba evlâdına güzel edepten daha fazîletli bir şey hediye edemez.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)

“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, ona güzel ve rûhâniyetli bir isim koyması ve iyi bir terbiye vermesidir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 401-402)

***

Anne-baba, yavrularına ibâdette, muâmelâtta, ahlâkta güzel bir örnek olmalı ve küçük yaştan itibaren terbiyelerine ihtimam göstermelidir. Aşağıdaki kıssa bu hâli ne güzel ifâde eder:

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-, henüz bir çocukken önünde gece namazı kılan Peygamber Efendimiz’i gördüğünde hemen onu taklit etmeye başlamıştır. Kendisi bu güzel hâtırasını şöyle nakleder:

“Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hanımlarından teyzem Meymûne’nin evinde gecelemiştim. O gece Peygamberimiz de onun yanındaydı. Allâh Rasûlü yatsı namazını kıldırdı. Sonra evine gelerek dört rekât daha kıldı. Bir müddet uyuduktan sonra kalktı ve beni kastederek «Yavrucak uyumuş» buyurdu. Sonra kalktı. Ben de (kalktım, namaz kılmak için) solunda durdum. Âlemlerin Efendisi beni sağ tarafına aldı. Beş rekât namaz kıldı. Sonra iki rekât daha kıldı…” (Buhârî, İlim, 41)

Yine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-, çocuk yaşta iken Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte cenâze ve bayram namazlarına katılmış, O’nun ibâdet heyecânından feyz almıştır. (Buhârî, Cenâiz, 60; Îdeyn, 16)

Peygamber Efendimiz çocuklarla birlikte yemek yemiş, onları seyretmiş, onların akıl ve rûh dünyâlarını harekete geçirecek canlı bir üslûpla yanlışlarını düzeltmiştir. Bu hususla ilgili bir müşâhedesini Ömer bin Ebî Seleme -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Ben, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in eğitim ve gözetimi altında yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim kabın her tarafında dolaşırdı. Birgün Allâh Rasûlü bana:

«–Yavrucuğum! Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye!» buyurdu. Artık ondan sonra hep öyle yaptım.” (Buhârî, Et’ime, 2; Müslim, Eşribe, 108)

Başka bir rivâyette Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-: “Sofraya yaklaş, yavrucuğum!..” buyurarak yumuşak ve muhabbet dolu bir üslûpla bu yavruya yemek usûl ve âdâbını göstermiştir. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 519)

Hâsılı evlâdlarının terbiyeli ve kusursuz olmasını isteyen anne-babalar evvelâ kendileri kusursuz olmaya gayret ederek güzel bir numûne olmalıdırlar. Nitekim Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Siz yabancı (nâmahrem) kadınlara karşı iffetli olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar. Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Bir kimse kendisinden özür dileyerek yanına gelen kardeşini, ister haklı ister haksız olsun kabul etsin. Aksi hâlde cennette Kevser Havuzu’nun başında yanıma gelemez.” (Hâkim, IV, 170/7258)

Diğer taraftan yavrularımıza dâimâ güzel hitâb etmek ve onlara öfkeyle bedduâ etmemek îcâb eder. Bu husustaki şu misâl ne kadar ibretlidir:

Bir kişi Abdullah bin Mübârek Hazretleri’ne gelerek ona çocuğunun isyanından şikâyet ediyordu. Abdullâh bin Mübârek o kimseye:

“–Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu. O zât:

“–Evet.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullâh bin Mübârek:

“–Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi.

Diğer önemli bir husus da anne ve babaların, hiçbir zaman yavrularını kandırmamaları, onları dâimâ doğruluğa alıştırmalarıdır. Abdullâh bin Âmir

-radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Birgün annem beni çağırdı. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de evimizde bulunuyordu. Annem:

«–Gel de sana bir şey vereyim!» dedi. Allâh Rasûlü:

«–Ona ne vermeyi düşünmüştün?» diye sorunca, annem:

«–Ona bir hurma vermek istemiştim.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

«–Bil ki, eğer ona bir şey vermeseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Ahmed, III, 447)

Peygamber Efendimiz diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“İyilik yapması için çocuklarınıza yardım edin. Dileyen kimse, (yardımcı olmak sûretiyle) çocuğundan isyan duygusunu çıkarabilir.” (Heysemî, VIII, 146)

Yavrularımızın terbiyesinde fiilî gayretlerin yanında onlar için dâimâ hayır duâda bulunmamız da îcâb etmektedir. Zîrâ bu iki hâlin berâberliği zarûrîdir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- diyor ki:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- beni bağrına bastı ve: «Allâh’ım, bu çocuğa hikmeti öğret!” diye duâ etti.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 24) Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yaptığı bu duâ berekâtıyla İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-, büyüdüğünde “Ümmetin âlimi” ve “Tercümânu’l-Kur’ân: Kur’ân’ın mânâlarını açıklayan müfessir” unvanlarına sâhip olmuştur.

***

Evlâdlarımızın terbiyesiyle alâkalı, selef-i sâlihînden bazı büyüklerin şu tavsiyeleri de ibretle okunacak kıymet ve güzelliktedir:

Ebû Zekeriyyâ el-Anberî şöyle der:

“Edep olmadan ilim, odunsuz ateş; ilimsiz edep de bedensiz rûh gibidir.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın oğluna yapmış olduğu şu vasiyetleri, aynı zamanda bizler için de büyük bir ibrettir:

“Ey oğul! Her şeyden önce Allâh’tan hakkıyla kork! Bütün emirlerini yerine getir! O’nun zikriyle kalbini ihyâ et! Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarıl! Eğer bu sağlam kulpa tutunursan Rabbinle aranızdaki bağdan daha kuvvetli hangi bağ bulunabilir?

Ciddî olarak ölümü an ve ölümü hatırlamakla kalbini dirilt. Her şeyin yok olacağını bil ve kalbine de, yoklukta karar kılacağını telkin et!

Bu tavsiyelerimi iyi dinle ve anla! Bil ki, her canlının ölümünü elinde tutan Cenâb-ı Hak hayâtını da elinde tutmuştur. Varlıklara can verip yaşatan, neticede onları öldürendir. Zenginleri fakir, fakirleri de zengin yapan O’dur. Her türlü belâyı ve hastalığı veren O, her belâya bir devâ ve şifâ bulan yine O’dur.

İlimde ne kadar ilerlersen ilerle, yine de bilmediğin çok şey olacaktır. Çünkü tefekkür sahasının dışında ve görme kudretinin ötesinde bulunan pek çok hakîkat vardır. Şâyet bunlardan birisine muttalî olabilirsen ve Allâh bazı hikmet ve sırları sana öğretirse sakın onu kendi kudretinle kazandığını zannetme! Bilâkis bunun için Yüce Rabbine sığın! İbâdetin O’nun için olsun, muhabbetin O’na olsun, korkun yalnız O’ndan olsun!

Hulâsa, dünyânın hayrı az, dirliği kısa, güler yüz göstermesi riyâ, yüz çevirmesi fâcia, lezzet ve visâli geçici, nîmet ve ihsânı fânî, günah ve vebâli ise bâkîdir… Şunu unutma ki, her fenâlığın başı mal sevgisi, hırs ve tamâdır. Bu kötü hasletler, senin kalbine yol bulmasın! Müttakî ol ki, perhizkârlardan olasın. Yâni dünyâ nîmetlerini asgarîde kullan ve onlara râm olma, Allâh yolunda infâk et!”

Şeyh Edebali Hazretleri’nin, oğlu yerine tuttuğu Osman Gâzî’ye tavsiyelerinden bir kısmı ise şöyledir:

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve îtibârın zedelenir…

Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken îtibârını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir…

En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”

Böylesine nâdide ve rûhânî tavsiyelerle hayâtına istikâmet veren Osman Gâzî de oğlu Orhan Gâzî’ye şu nasîhatlerde bulunmuştur:

“Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine vesîle olur! Bunun için âlimlere hürmette ve onların hakkına riâyette kusûr etme!..

Oğul! Benim hânedânımdan her kim adâletten ayrılırsa, mahşer günü Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şefâatinden mahrum kalsın!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allâh -celle celâlühû-’nun birçok lutuflarına mazhar oldum! Sen de benim yolumdan yürü! Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!”

Babasından bu güzel ve hikmet dolu nasîhatleri alan Orhan Gâzî, oğlu Murad Hân’a nasîhatleriyle şöyle yol göstermiştir:

“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrûr olma! Unutma ki dünyâ, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a bile kalmamıştır. O’nun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zîrâ her dünyâ saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allâh yolunda hizmet ve Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkânı iyi değerlendir!

Dünyâya âhiret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhiret saâdetini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..”

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- de oğluna şu vasiyetlerde bulunmuştur:

“Ey oğul! İlimsiz amel olamayacağı gibi, amelsiz ilim de bir deliliktir. Bilmiş ol ki, bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibâdete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır.”

Hulefâ-yı Râşidîn’den sonra beşinci râşid halîfe olarak kabûl edilen; ilim, irfan ve takvânın zirvesine çıkan ve İslâm târihine iki buçuk senelik hilâfeti ile en şerefli imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz’in, halîfe olduğu günden itibâren çocuklarına karşı muâmelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer bin Abdülaziz’e biat ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer, oğluna:

“–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zîrâ bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.

Ömer bin Abdülaziz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, o:

“–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.” dedi. Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına:

“–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünyâ nîmetlerine tâlib olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi.

Yine Ömer bin Abdülazîz hasta yatağında iken yakınları:

“–Senden sonra evlâdlarına, âilene Beytülmâl’den bir şeyler vasiyet et!” dediklerinde o:

“–Çocuklarım ya sâlih veya şerli kimseler olacaktır. Sâlih olurlarsa onların böyle bir şeye ihtiyâcı yoktur. Şâyet şerli olacaklarsa, zâten benim onlara bir şey bırakmam îcâb etmez. Her iki hâlde de buna lüzum görmüyorum.” demiştir.

Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- oğluna şöyle vasiyet etmiştir:

“Yavrum! Namaz kıldığın vakit, onu kıldığın son namaz olarak düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!..

Oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yâni mü’min bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.”

Bütün bu îkaz ve nasîhatler, hem kendimizi hem de evlâdlarımızı rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendiren mühim birer hayat düstûrudur. Bu düsturlar mûcibince, içinde yaşadığımız fânî âleme vedâ etmeden evvel, nefsânî arzu ve şımarıklıklar­dan vazgeçip ilâhî hesâba hazırlanmamız gerekmektedir. Bunun için de, canımızı nerede kullandığımızı, malımızı nereden kazanıp nereye harcadığımızı, evlâdlarımıza ne kadar emek verdiğimizi, onların bizim için kıyâmet günü yüz akı mı yoksa yüz karası mı olacağını, velhâsıl her hâl ve hareketimizi, müsbet veya menfîliği itibârıyla, iyice tefekkür etmeye mecbûruz. Zîrâ âyet-i kerîmede:

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfât Allâh katındadır.” (el-Enfâl, 28) buyrulmaktadır.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sünneti üzere bir çocuğun dînini öğrenerek âhiret yurduna hazırlık yapması ve neticede güzel bir ahlâka sâhip olması, hem kendisi hem de ebeveyni için dünyâ ve âhiret saâdetidir. Allâh Rasûlü’nün haber verdiğine göre:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

«–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:

«–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti» buyurur.”

(İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şâyet bir duâ gelecek olsa bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allâh, kabir ehline, dünyâdakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfar etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)

Bu durumda insana imdâd edecek olan, dünyâda bırakmış olduğu sadaka-i câriyedir ki o, kabir ve âhiret selâmetimizdir. En mühim sadaka-i câriyelerden biri de sâlih evlâddır. Garib-nâme adlı tasavvufî eserin müellifi olan Âşık Paşa, insanoğlunun neslinin dört şekilde devâm ettiğini ifâde eder:

1. Sulbî nesil: Kişinin sulbünden gelen evlâdıdır ki, bunların devamlılığı kadere bağlıdır. Gün gelir, kesilebilir. Hayırlı olup olmayacakları da meçhuldür.

2. Mâlî nesil: Kişinin mal ve mülkü ile yapmış olduğu hayır hizmetleridir. O hizmet ve hayır eserleri devâm ettiği müddetçe sâhibine sadaka sevâbı yazılır.

3. İrşâdî nesil: Kişinin yetiştirdiği ve arkasında bıraktığı hayırlı evlâd ve talebelerdir. Bunlar da arkalarından insan yetiştirdikleri ölçüde devâm edip gider.

4. İlmî ve irfânî nesil: Kişinin Hak yolunda kulların dimağ ve gönüllerini besleyici mâhiyette yazdığı hayırlı eserlerdir. En kesintisiz ve en verimli nesil budur. Telif edilen bir eser, kıyâmete kadar gelecek olan meçhul muhâtaplara gönderilen hidâyet mektubu mâhiyetindedir.

Netîce itibârıyla anne-babaların çocuk terbiyesinde bilhassa dikkat etmeleri gereken başlıca hususlar şunlardır:

Çocuklarımız arasında adâlete riâyet edip birbirlerine haset etmelerine meydan vermemek îcâb eder. Vakti geldiğinde -imkânlar müsâit olduğu takdirde- onları evlendirmek, dâmat ve gelin ararken dünyevî kıymetlerden ziyâde îman ve güzel ahlâk ölçülerini esas almak gerekir. Zîrâ dînî ve ahlâkî duygularla yapılmayan evlilikler; ya ayrılıklarla netîcelenir ya da mezara kadar devâm eden ıztıraplara sebep olur. Çocuklarımızı havâilikten, lüzumsuz gezmelerden, eve geç gelmelerden ve kötü arkadaşlardan bütün gücümüzle korumalıyız. Onları; hoca efendilere, yaşlılara, hısım ve akrabâlara, komşulara, zayıflara, kimsesizlere ve muhtaçlara karşı olan vazîfelerinin şuûruyla yetiştirmeli ve onlar için bol bol duâ etmeliyiz. Yavrularımızı hasta ziyâretlerine, infâka yönlendirmeli ve tertemiz ruhlarına sadaka vermenin mânevî zevkini tattırmalıyız. Mânevî heyecanlarını artırmanın yanında, siyer-i nebî ve ecdâdımızın târihin altın sayfalarına kaydettiği merhamet, şecaat, fedâkârlık, hak-hukuk tevzii gibi hususlardaki hassâsiyetlerini onların gönül âlemlerine aksettirmeliyiz.

Bu hususlara dikkat eden ana-babaların evlâdları; dînin, vatanın ve milletin âdeta göz bebeğidir. Târih boyunca yaşayan velîler, cengâverler ve Fâtihler hep onların meyvesidir.

Ne mutlu o sâliha anneye ki cennet onun ayakları altındadır! Ne mutlu o sâlih babaya ki, onun duâsı peygamberlerin ümmetlerine olan duâsı gibidir! Ne mutlu o ana-babalara ki evlâdlarını kendileri için tükenmeyen bir ecir yâni sadaka-yı câriye olarak yetiştirebilmişlerdir!..

Allâh Teâlâ, yavrularımızı; dînimize, vatanımıza ve milletimize hayırlı eylesin! Onları zamânımızın fitne ve şer anaforundan muhâfaza buyurup bizler için sadaka-yı câriye hâline gelmelerini ihsân buyursun!..

Âmîn!..

Dipnot: 1) Bkz. Buhârî, Cihâd, 138, Ezân, 17, Edeb, 3; Müslim, Birr, 5; Ebû Dâvûd, Cihâd, 31; Tirmizî, Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 5.