En Büyük Saltanat, Kulun Rabbine Kul Olmasıdır.

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

EN BÜYÜK SALTANAT, KULUN RABBİNE KUL OLMASIDIR.

Cenâb-ı Hak, muhakkak kullarını farklı farklı yarattı. Kimi hükümdar oluyor, kimi de onun yanında çalışan garip birisi oluyor. Fakat kabre girdiği zaman da ikisinin de o rütbeler bitiyor.

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ oluyor.

(“…Allah indinde en kıymetliniz (keremliniz), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” [el-Hucurât, 13])

Kim eğer takvâ sahibiyse o, Allâh’a daha yakın oluyor, o daha keremli oluyor. Onun için dünyadaki olan apoletler vs. şunlar, bunlar, varlıklar vs. hepsi bunların boş. Mühim olan en büyük servet, zenginlik, saltanat; kulun Rabbine kul olabilmesi. O “kālû belâ”daki verdiğimiz ahde bu dünyada sâdık olabilmek.

Takvâ nedir o zaman?

Takvâ, kulun Rabbiyle buluşmasıdır. Kulun Rabbiyle buluşmasıdır takvâ.

Yani merhamet, şefkat, affedicilik, hilim gibi cemâlî sıfatların kalpte tecellî etmesi. Yani kulun her davranışta, her hâlde, her nefeste Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını araması. Dâimâ kendine sor: “Allah benden râzı mı bu hâlimde?..”

Yine takvâ, Cenâb-ı Hakk’ın himâyesine girmek, Allâh’a sığınmak.

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

(“O hâlde Allâhʼa koşun…” [ez-Zâriyât, 50]) buyuruyor. Takdire râzı olmak.

Allâh’ın -celle celâlühû- gazabından, azâbından korkarak rahmetinin gölgesine girebilmeye gayret edebilmek, takvâ.

Yine, diğer bir ifadeyle takvâ; iki cihan saadetimize vesîle Kur’an ve Sünnet’teki yüce tâlimatları; âile hayatı, ticârî hayat, ictimâî hayat, ezcümle, hayatın her safhasına intikâl ettirebilme. Bir yerde unutmama.

Diğer bir ifadeyle takvâ; dînî hükümleri, heyecan, vecd ve istiğrak ile, bir heyecan içinde bir îfâ edebilme. Yani Allah -celle celâlühû-’nun emirlerine, Rasûlullah Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine riâyette titizlik gösterebilme. Bilhassa günahlardan kaçınabilme.

Cenâb-ı Hak, diğer bir ifadeyle;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

(Nefsini) tezkiye eden, elbette felâha kavuşmuştur.” (el-A‘lâ, 14) buyruluyor.

Onun için, iç âlemimizin terbiye edilmesi zarûrî. Bu şekilde ibadetler bir lezzet verecek. Namaz lezzet verecek. Namaz bir yük olmayacak. (Ezan) okunduğu zaman kılınacak. (Ezan) okunduğu zaman cemaate gidilecek, cemaatle kılınacak.

Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Kul namazı sevecek. İbadetleri sevecek ki o ibadetlerden feyz gelsin, rûhâniyet gelsin.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى

“…Güzel sonuç, takvâ iledir.” [Tâhâ, 132]) buyuruyor Tâhâ Sûresi’nde. Dünyada ve âhirette bütün hayırlı neticeler, ancak takvâya bağlı. Takvânın kemâline ulaşması için mü’mini, Efendimiz âdeta bir âile ferdi hâline getirmekte. Meselâ;

سَلْمَانُ مِنِّي buyuruyor. “Selman bizdendir.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa‘d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130)

Yani bir âile ferdi içine getiriyor. Demek ki bu takvâ, Rasûlullah Efendimiz’in âilesinin içine girmek oluyor bir noktada.

Bu takvâda üç merhale var:

Birincisi; avâmın merhalesi. Avâmın. Burada yasaklardan kaçmak, emirlere koşmak. Bu, bütün mü’minlerin uyması gereken avam derecesinde, en alt derecedeki bir takvâ olmuş oluyor. En alt derecede. Bütün yasaklardan kaçma, ticârî hayatta vesâirede. İfadelerde, yalan olmayacak vs. olmayacak, gıybet olmayacak vs. olmayacak. Bunlar, avam, en alt seviyede bir takvâ olmuş oluyor.

Havâs seviyesinde “ihsan” durumu. Bu da Cenâb-ı Hak’la beraberlik duygusunu taşıyabilmek.

اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Bu âyet-i kerîmenin tecellîsine mazhar olabilmek:

“Kalpler ancak Cenâb-ı Hak’la huzur bulur (tatmin olur).” (er-Ra‘d, 28)

Yine, Cenâb-ı Hak zorlukları bertaraf etmesi için, âyet-i kerîmede:

“…Kim, Allâh’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah Teâlâ ona bir çıkış yolu ihsân eder.” (et-Talâk, 2)

Bir kimse geldi Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlâllah! Yolculuğa çıkıyorum. Benim için duâ edin.” dedi. Duâ istiyor yolculuğunun selâmeti için.

Efendimiz ise:

“–Seni Allah takvâ sahibi eylesin.” dedi. İş kolaylaşacak takvâ sahibi olursa. O:

“–Biraz daha yâ Rasûlâllah!” dedi.

“–Allah senin günahlarını affetsin (dedi), geçmişlerini.”

“–Biraz daha (dedi), anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bulunduğun her yerde kolayca hayır yapmanı Allah seni vesîle eylesin.” (Tirmizî, Deavat, 44/3444)

Demek ki bir mü’min her an, her şeyde bir hayır yapmaya gayret edecek. Diliyle hayır yapacak. Bedeniyle hayır yapacak. Mâlî gücüyle hayır yapacak.

Tabi takvâ sahibi olanın takvâyı koruması da çok zor. Takvâ, devamlılık ister. Devamlılık olmazsa -Allah korusun- kayar gider. Kaygan bir arazi.

Yani Kârun vardır Kasas Sûresi’nde. O, çok takvâlı bir insandı. Tevrat’ı en iyi tefsir edenlerden biriydi. Kaydı gitti, yerin dibine girdi servetiyle.

Bel‘am bin Bâûrâ vardı. O da evliyâullahtandı. Cenâb-ı Hak bir kelp misâli veriyor. O kadar bir şaşkınlaştığını bildiriyor.

Tabi bu, takvâ sahibi olmak ve de bu takvâyı devam ettirebilmek, koruyabilmek. İnsan, dünyevî mesleklerde bir apolet alır, bir diploma alır. Onunla gider ömür sonuna kadar. Takvâda o yok. Onun için kul, dâimâ bir teyakkuz içinde olacak.

Yine Cenâb-ı Hak:

“…Siz Allâh’a yardım ederseniz…” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Kul nedir Allâh’ın azameti yanında? Bir hiç!.. Kula gücü de veren Cenâb-ı Hak. Yani İslâm’ı yaşarsanız, İslâm’ı yaşatırsanız.

“…Allah da size yardım eder (buyuruyor) ve ayaklarınızı da kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Demek ki ayaklar dâimâ kaygan bir zemin üzerinde.

Takvâyı korumak için, insanın menfî enerjiden kalbini muhâfaza etmesi lâzım. Çünkü kalpten kalbe akışlar vardır. Menfî enerjinin içinden geçersen, oradan bir şey gelir, akış gelir. Gözün bile nazar denilen bir titreşim hâli var, bir enerji nakli var. Kalbin ise ondan çok daha fazla. Onun için:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ buyruluyor. “…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyruluyor.

Menfî enerjili bir yerde bulunmamak. Menfî enerjili bir yerin önünden geçmemek. Menfî enerjili bir yerde oturmamak.

Takviye, korumak, onun tamamen müsbeti:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ; sâlihlerle, sâdıklarla beraber oturmak.

Hattâ burada Mevlânâ Hazretleri, Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri:

Bak diyor, bir köpek diyor, -Kehf Sûresi’nde- bir kelp diyor, sâdıklara diyor, sadâkat gösterdi, Kur’ânî ifâde kazandı diyor. İki peygamber karısı diyor, sadâkat göstermedi diyor, fâsıklarla beraber oldu -Tahrim Sûresi’nde- Cehennemlik oldu buyuruyor. Yani kocalarının peygamber olması kâfi gelmedi kurtarmaya…

Âzer’i kurtarmaya Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın gücü yetmedi. “Duâ etme” dedi Cenâb-ı Hak.

Yani, velhâsıl insan, fizikteki birleşik kaplar misâli; sâdıklarla beraber olur sâdıklaşır, zâlimlerle beraber olur zâlimleşir.

Gazâlî bu hususta diyor ki:

“Zihnî beraberlik diyor, zaman içinde diyor, kalbî beraberliğe götürür.” diyor.

Velhâsıl:

“Ey îmân edenler, Allah’tan korkun, كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ. (et-Tevbe, 119)

Demek ki îmanda takvâ, sâdıkların azaldığı bir zamanda, daha fazla ehemmiyet vermek lâzım sohbetlere. Sohbetler, o enerjiden istifâde etmektir, kalpten çıkan enerjiden. Kitabı evde de okuruz. Orada bir vâsıtadır. Esas o kalplerin beraberliği, kalpten çıkan o, kalplerden çıkan o müsbet enerjiden istifâde edebilme…