Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -2-

2006 – Ekim, Sayı: 248, Sayfa: 032

Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Münevvere” hâline getirip bütün ümmete sevdiren husus da, onun, Gönüller Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetiyle sırılsıklam yıkanmış mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönlünde hiçbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Peygamber Efendimiz’i hatırlatmasındandır.

İşte bunun gibi Allâh’ı sevmek de, O’nun en çok sevdiği Peygamber Efendimiz’i sevmeyi ve O’na tâbî olmayı gerektirir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

(Rasûlüm!) De ki, siz gerçekten Allâh’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur.

Yâni Allah Rasûlü’ne tâbî olma husûsunda gayret göstermek, kişiyi Allah tarafından sevilen kullardan olma şerefine nâil eder. Allah ve Rasûlü’ne muhabbet ve itaat netîcesinde mü’minde; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, kendi imkânlarını din kardeşleriyle paylaşabilme, affedebilme, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme gibi güzel hasletler, rûhânî bir zevk ve lezzet hâline gelir.

Nitekim ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hakîkatine yaklaşabilmek için, O’nun rûhâniyeti etrâfında âdeta pervâne olup O’nda fânî olmayı dünyânın en büyük nîmeti bilmiş ve bu sûretle ilâhî lutuflara nâil olmuşlardır. Târih boyunca Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasenesinden, yâni örnek şahsiyetinden lâyıkıyla nasîb alan mü’minler de, fıtratlarındaki ilâhî neşveleri olgunlaştırarak îman ve ahlâk bakımından zirveleşmişler, insanlığa hidâyet meş’aleleri olmuşlardır.

Hasta ve gâfil kalblerin en müessir dermânı, Rasûlullâh’a olan muhabbet ve O yüksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen “sünnete ittibâ”dır.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, çok sevdiği ümmetiyle cennette de berâber olmayı arzuladığından, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her husûsa ümmetinin de dikkatle riâyet etmesini isterdi. Rabbimiz, âyet-i kerîmede, Rasûlü’nün ümmetine olan düşkünlüğünü şöyle beyan buyurmaktadır:

“Şânım hakkı için size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, O size çok düşkündür, üstünüze titrer, mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128)

Biz ümmetine böylesine düşkün olan Efendimiz’le Kevser Havuzu’nun başında buluşabilmek için O’nun tavsiyelerine cân u gönülden kulak vermemiz îcâb etmektedir. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın titizlikle icâbet etmemizi istediği mühim tavsiyelerinden birkaçı:

a. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

Rabbim bana susma hâlimin tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)1

Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâta onların husûsiyetlerine göre bir tefekkür hâli ihsân etmiştir. İnsanların ve cinlerin dışındaki mahlûkâtın tefekkürüne “sevk-i tabiî” denir. O tefekkür, bedenî hayatın devâmı içindir. Hayvana, karnını doyurması, kendini koruması ve teselsülü gibi hususlarda yardımcı olur. İnsana ise tefekkür, rûhânî yapısını güçlendirip Cenâb-ı Hakk’a yakın ve güzel bir kul olabilmesi için lutfedilmiştir. Hâl böyleyken, insanın tefekkür nîmetini dünyevî ve nefsânî menfaatleri uğrunda ziyân etmesi ne fecî bir hüsrandır!

İnsan, hayatı boyunca tefekkür ve duygu derinliğinde ne kadar yükselir ve dirâyet kazanırsa, ilâhî muhabbetten o kadar nasip alabilir ve ölüm ötesindeki saâdeti de o nisbette artar.

Tefekkür, insanoğlunu beşerî kemâlâtta zirvelere götürecek en büyük vâsıtalardan biridir. Hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm, insanı ilk âyetinden son âyetine kadar derin derin tefekküre dâvet ederek insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye sevk eder. “Akıl etmiyor musunuz?”, “Tefekkür etmez misiniz?”, “İbret almaz mısınız?” gibi ifâdelerle insanları îkâz eder. Dolayısıyla insanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyen herkes, Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğinde bir tefekkür iklîmine girmeye muhtaçtır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Onlar, Allâh’ın, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi, ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yarattığını, hiç kendi kendilerine tefekkür etmediler mi?..” (er-Rûm, 8)

“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır! Doğrusu onlar, yeniden yaratılış (ölümden sonra dirilme) husûsunda şüphe içindedirler. Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 15-16)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, nübüvvetine yakın zamanlarda uzlete çekilmeyi çok arzu ederdi. O’nun bu uzletlerindeki ibâdeti; tefekkür etmek, atası İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.2

O günlerde varlıklar âlemi ve onun hikmet sâhibi Yaratıcı’sı hakkında sık sık tefekkür eden Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, daha sonraki hayatında da dâimâ düşünceli ve tefekkür hâlinde idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca, onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar, kısa ve öz ifâde buyururdu.3 Ümmetini de her fırsatta Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder4, tefekkürün müstesnâ bir ibâdet olduğunu ifâde buyururdu.5

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir misâli şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen bu geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlallâh! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

«– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve ardından şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler) (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV,157)

Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, gökteki yıldızları imrendirecek inci tâneleri gibi gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Mü’minlerin, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ile dökecekleri gözyaşları da, Allâh’ın lutfu ile, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnemleri olacaktır.

b. Nebevî tavsiyelerine devamla Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurur:

Rabbim bana konuşma hâlimin zikir olmasını emretti, (size de tavsiye ederim.)

Sevenler, sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yâd etme ihtiyâcı hissederler. Diğer taraftan o yâd ediş de sevilene karşı duyulan muhabbeti artırır. Îmânın lezzetinden nasîb alanlar, bu istikâmette merhale kat ettikçe Cenâb-ı Hakk’a muhabbetleri kadar O’nu zikredişleri de artar.

Allâh’ı zikretmek, hiç şüphesiz ki “Allâh” lafzını sâdece kelime olarak tekrarlamak değil, O’nu bir şuur ve idrâk hâlinde, tahassüs merkezi olan kalbe yerleştirmektir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şunu iyi biliniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikretmekle mutmain olur, huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, her ânında Allâh Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.6 Cenâb-ı Hak bizim de aynı hâl üzere olmamızı isteyerek şöyle buyurmaktadır:

“…Rabbini çok çok zikret ve akşam-sabah tesbîh et!” (Âl-i İmrân, 41)

(O korkulu zamanda) namazı kıldıktan sonra, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde, hep Allâh’ı zikredin…” (en-Nisâ, 103)

Allâh Teâlâ bu âyette, savaş gibi korku, tehlike ve bâdirelerle dolu bir anda dahî zikirden gâfil kalınmaması gerektiğini, her hâlükârda kalblerin kendisiyle beraber olmasını emretmektedir.

İnsanın gaflete düşmemesi için zikir şarttır. Zîrâ Cenâb-ı Hak:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsıklardır.” (el-Haşr, 19) buyurur.

Yine Yüce Rabbimiz, Hazret-i Mûsâ ve Hârun -aleyhimesselâm-’ı Firavun’a gönderirken:

“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün ve Ben’im zikrimden uzaklaşmayın!” (Tâhâ, 42) buyurmuştur.

Kalbi “Yâ Rabbî!” demekte olan birinin ağzından yanlış bir söz çıkamaz, haksızlık yapamaz, mahlûkâta şefkatsiz davranamaz. Zîrâ zikreden kimse, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm esmâsının tecellîlerine mazhar olur.

Zikirle meşgul olan ve kalbi Allâh ile birlikte bulunan kimsenin ibâdet hayâtı da zirveleşir. Nitekim Peygamber Efendimiz:

“Rabbini zikreden bir kimse ile etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” buyurmuştur. (Buhârî, Deavât, 66)

c. Üçüncü tavsiye olarak Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

Rabbim bana, bakışımın ibret olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)

Cenâb-ı Hak, eşyâya ve hâdiselere ibret nazarıyla bakan kullarını medhetmekte, âyetlerini böyle kulları için açıkladığını bildirmektedir. Âyet-i kerîmelerde insanlar, çevrelerindeki varlıklardan ve hâdiselerden ibret almaya sevk edilerek şöyle buyrulur:

(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17-20)

“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?..” (Muhammed, 10)

İlim ve irfânın en mühimi, varlıkların hâl lisânına âşinâ olabilmektir. Mevlânâ Hazretleri, bu devresini “piştim” ve “yandım” şeklinde tavsif eder. Mesnevî’sinde bütün varlıklarla konuşur, onların hâl lisânına tercümân olur. Bunlardan biri de gül ile konuşmasıdır. Hazret-i Mevlânâ, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder:

“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor:

Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum. (İşte sen de benim gibi ol.)”

Yûnus Emre Hazretleri, sarı çiçekle konuşur, onun dilinden kâinâtın hikmetlerini ve esrârını anlar ve anlatır.

Sâdî-i Şîrâzî:

“Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, insanı mârifetullâha ulaştıran bir kitaptır. Gâfiller için ise, bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.” der.

***

Velhâsıl, tefekkür, zikir ve bakışın ibret olması gibi ulvî hasletler, insanın, iç âlemini tezkiye ve tasfiye ederek olgunlaşması için zarûrîdir. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bu hususları bilhassa emrettiğini bildirmiş ve ümmetinin de bu mevzularda dikkatli olmasını istemiştir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ne güzel buyurur:

“Peygamber Efendimiz’in sünnetine tâbî olma nîmetine nâil olan kimse ne kadar bahtiyardır. Bugün O’nun dîninin hak olduğuna inanarak yapılan küçük bir iş bile büyük işler mesâbesinde kabûl edilir…” (Mektûbât-ı Rabbânî, 44. Mektûb)

Rabbimiz, biz kullarını Habîb-i Ekrem’inin sünnetine lâyıkıyla ittibâ eden bahtiyarlar zümresine ilhâk eylesin!

Muhterem okuyucularımız!

Hayatı, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce tavsiyeleri istikâmetinde yaşamak, iki dünyamızı da bayrama dönüştürme vesîlesidir. Çünkü insanoğlu için gerçek bayram, O Âlemler Sultanı’nın yüce ahlâkına sarılmakla mümkündür. Bu âlemdeki fânî ıztırapları ebedî huzur, acı gözyaşlarını sonsuz tebessüm ve içli feryatları da birer cennet sadâsı eyleyebilecek bayram ilâcı, ancak Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce ölçülerinde; şefkat, merhamet ve şefaatinde gizlidir.

İdrâk ettiğimiz bayramlar, her şeyden önce işte bu yüce hakîkatler etrafında yaşanmalı ki, gerçek ve sonsuz bayramlara nâil olabilelim. Bu hakîkatler içinde, tefekkür var, zikir var, âlemi ibretle temâşâ var, kısacası Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâkına bürünmek var; diğergâmlık var, paylaşmak var…

Ramazan, bir takvâ mektebi, bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayramlar, aslâ tâtil ve eğlence gibi şahsî ve ferdî mutluluk günleri değildir. Bilâkis bütün toplumu kucaklayıcı ibâdet günleridir. Bu günlerin en güzel şekilde değerlendirilmesi de ancak şu güzel hasletlerle mümkündür:

1. Akrabâları ziyâret etmek,

2. Bol bol hayır ve hasenatta bulunmak,

3. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetleriyle geçmişlerimizin ruhlarını şâd etmek,

4. Toplumdaki gariplerin, muzdariplerin, hastaların, dul, yetim ve öksüzlerin, fakir-fukarânın dertlerini paylaşmak,

5. Tebessümü unutmuş, gönlü kırık kimsesizlerin yüzünü güldürmeye çalışmak.

Unutmamalı ki, Cenâb-ı Hak insanları birbirine muhtaç hâlde yaratmıştır. Toplumda güçlüler-kuvvetliler olduğu gibi, zayıflar, sakatlar ve muhtaçlar da dâimâ mevcuttur. Kendimize sormalıyız: “Cenâb-ı Hak bu insanları niye muhtaç olarak yarattı?” Cevâbıysa mâlum: “Muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emânettir.” Bu mes’ûliyeti bizzat Cenâb-ı Hak veriyor. Buna göre varlıklılar, yoksulların yerinde; yoksullar da, varlıklı kimselerin yerinde olabilirdi. O hâlde durumu iyi olanlar, muhtaçların noksanlarını telâfî etme mes’ûliyetini tam olarak idrâk etmelidirler. Çünkü bu dünyâ hayatı, sonsuzluğun yanında çok kısa bir fasıldır. Belki o muhtaçlar, sabır ve şükürleri neticesinde âhirette çok büyük nîmetlere gark olacaklardır.

Bir gün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

Bu hadîs-i şerîfin de işâret buyurduğu hakîkate göre insan tek başına, ferdî olarak bayram yapamaz. Yâni tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma tasavvur olunamayacağı gibi, sırf kendi şahsının veya kendi âilesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da düşünülemez. Çünkü bu, kulu bayramın gerçek feyz ve bereketine aslâ kavuşturamaz.

Onun için her bayramda ve bilhassa bu bayramda toplumdan yükselen sessiz feryatları daha derinden duymamız gerekiyor. Hiç şüphesiz bunların başında da, yalnızlığa terk edilmiş hasta ve yaşlılar, sokakların insafına bırakılmış çocuklar, menfî medyanın zehirli telkinleriyle gayr-i meşrû yollara sürüklenen, alkol ve narkotik batağında eriyen daha hayatın bahârındaki gençler, dînî ve millî duygularını kaybeden körpe dimağlar gelmektedir.

Bütün bunları hatırlayıp asıl mahrumlar ve muhtaçlar olan böyle insanlarımıza yüreğimizin uzandığı ölçüde idrâk edeceğimiz bayram, gerçek bir bayram hüviyetine kavuşmuş olur. Zîrâ bütün müslümanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Dolayısıyla kaybettiğimiz her insan, sanki bu bedenden koparılmış bir parça hükmündedir. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, mü’minlerin bu hâlet-i rûhiye içinde olmasını arzu ederek şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Düşünmeliyiz ki, toplumumuzdaki gâfilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri ihyâ edip gönüllerini sürûra gark edecek, insanlığı İslâm’ın güleryüzüyle tebessüm ettirecek hakîkî bayram, hangi rûhî hamleye muhtaçtır?

Acaba bu bayram, Filistin, Lübnan ve Irak’taki kardeşlerimizle nasıl bayramlaşmalıyız? Onlara gidecek bayram tebriğimiz nasıl olmalı?

Bu bayram, kanadı kırık bir kuş gibi muzdarip olan mazlumlara, yetimlere, muhtaçlara yüreğimiz ve duâlarımız ne kadar uzanabilecek? Onların yüzlerinde bizlere hakîkî bayram neşesi olacak, gönüllerimize bahar ferahlığı bahşedecek bir tebessüme vesîle olabilecek miyiz?

Hâsılı Ramazan gecelerinden sonra kavuşulan bayram geceleri, bu suallerin bereketli netîcelerine kavuşmak için her zaman ele geçmeyen fırsat demleridir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allâh’tan umarak ibâdetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalblerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)

Bu cihetle, Ramazan geceleri gibi bayram geceleri de ganîmet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mü’minlerin takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim Hak dostları:

“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” demişlerdir.

Ne saâdet bayramları bu incelik, güzellik, derinlik ve hakîkatler ışığında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce ahlâkına uygun olarak yaşayabilenlere!

Cenab-ı Hak, bu Ramazan ve bayramda mazlum müslümanların acı ve ıztıraplarını daha derinden duyabilmeyi, gönüllerimizi onları kuşatan bir dergâh yapabilmeyi ve hem maddî yardımlarımızla hem de duâlarımızla onların yaralarını sarabilmeyi nasîb eylesin! Âhirete açılacak kapımızı, saâdet tecellîleriyle gelen ebedî bir bayram kılsın. Ramazan ve bayram günlerini, vatanımıza, milletimize, İslâm dünyâsına saâdet ve huzur kaynağı eylesin!

Âmin!..

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838 (Rezin tahric etmiştir.). 2) Bkz. Aynî, Umdetü’l-Kârî, I, 61; XXIV, 128. 3) Bkz. İbn-i Sa’d, I, 422. 4) Bkz. Deylemî, II, 56. 5) Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 121. 6) Bkz. Müslim, Hayz, 117.